9 Temmuz 2012

HATTAT HASAN ÇELEBİ İLE SANAT ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ /Dr. AHMET ÇAPKU

HATTAT HASAN ÇELEBİ
İLE
SANAT ÜZERİNE
BİR SÖYLEŞİ

I.
Vakit ayırıp bizi Hattat Hasan Çelebi hocamızın evine götüren Abdurrahim Abdulkadiroğlu ağabeye, yolda ve söyleşide bize eşlik eden İHL emekli müdürü Satı Demirci hocaya ve Hasan Çelebi’nin amcazadesi terzi İhsan Çelebi beye teşekkür ediyorum. Söyleşi için gönlünün ve evinin kapısını bize açan kıymetli hocam hattat Hasan Çelebi’ye minnettarım. Muhterem pederi Hasan
Çelebi’nin fotoğraflarını lütfedip bize gönderen müzehhib Mustafa Nasuhi Çelebi’ye şükranlarımı arzediyorum.


II.

1937’de Erzurum/Oltu/İnci Köyü’nde dünyaya gelen Hasan Çelebi’nin hat sanatına olan ilgisi doğuştandır. Üsküdar’da muhtelif camilerde müezzin kayyım, imam hatip olarak görev yaparken bu kabiliyetini kendince geliştirmeye çalışmış nihayet 1964’te hattat Halim Özyazıcı ile tanışmıştır. Sonraki zamanlarda Hattat Hamid Aytaç beyefendi ile tanışması denilebilir ki onun hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Hamid beyden nesih ve sülüs, bestekar hattat Kemal Batanay’dan[1] rika ve talik icazeti almıştır. 1976’dan bu yana hasbî olarak hat dersleri veriyor olmakla hocasının bu geleneğini devam ettirmektedir. Yurt içi ve yurt dışında pek çok esere imza atmış, sergiler açmış ve birçok hat sanatı yarışmalarında jüri üyeliği yapmıştır. Klasik sanatlarımızdan hat sanatına olan hizmet
ve himmeti her türlü takdirin üzerindedir. Başta Mescid-i Nebi olmak üzere pek çok mühim camiye (mescid) hat yazısı yazmış olması Çelebi hoca için büyük bir mazhariyettir. Hat sanatı çerçevesinde Üstad’ın sanat anlayışına ışık tutmaya çalıştık. En iyisi, Üstad Çelebi’yi yine onun sanatının dilinden anlayan biri ile buluşturup konuşturmak ve oradan kendimize dersler çıkarmaktı. Bizim burada kısa bir şöylesi olarak sunduğumuz yazı Çelebi hoca ile kendi zaviyemizden yaptığımız kısa ve mütevazı bir hasbihal olarak değerlendirilebilir.


III.

Ahmet Çapku: Hocam sanatla ilgili öteden beri tartışılan bir konudur: Sanatçı doğulur mu, olunur mu?
Hasan Çelebi: Bunu bir hikaye ile izah edeyim. Celâleyn Tefsiri okuyorduk. Bu tefsiri açıklayan Sâvî tefsiri vardır. Bazen ona bakardık. Bir hadiste, “Allah kimi ne için yaratmışsa o şeyi ona müyesser/kolay kılar (küllün müyesserun limâ huliga lehû)” buyurulur. O günlerde ben Üsküdar Şeyh Camii’nde vazifeli idim. Sabahtan derse gider öğlene dönerdim. Üsküdar Çavuşdere yolunu takip ederek on sene kadar hocamda derslerime devam ettim. O yokuşları çıkarken Arnavut biri sebze satardı. İçinde otuz otuzbeş kiloluk sebze olan iki tane sele vardı sırtında. Adam aşağıdan yukarı doğru gelirken yaz sıcağında kan ter içinde bağırıyor sırtında o yüklerle. O günün terbiyesine göre satıcının gömleğinin ve ceketinin düğmeleri kapalı vaziyetteydi. Eski insanlarda bu şekilde giyinmek bir gelenekti. Komşunun kadını falan çıkar da öteberi alır diye satıcı gayet müeddeb giyinirdi. Şimdi kim anlar bu terbiyeden! O adamı hocamız gördü ve bize şunu dedi:

“O adama deseniz ki, eğer günde on lira kazanıyorsan gel bir saatliğine burada ders yap da sana iki lira verelim ve bir kelime öğren. O adama bu zor gelir. Sana da (talebelere) günde yirmi lira verelim de sen bir günlüğüne o sebzeleri sat. O da size zor gelir. Cenab-ı Hak kimi ne için halketmişse/yaratmışsa o şey ona kolay gelir.”

Ben henüz beş altı yaşlarında iken bizim köydeki caminin yazılarını taklit ederek yazmaya çalışırdım. Kağıt olmadığı için mısır gömleğine yazardım. O günlerde köylerde herhangi bir kimse, bu çocuk böyle yazılar yazıyor bununla ilgilenelim falan demezdi. Ben 1954’de İstanbul’a geldim. 1964’e kadar muhtelif camilerde ve İskele (Mihrimah) Camii’nde vazife yaptım. Buranın kalburüstü kişileriyle tanıştım. Hiçbiri bana, yahu Hasan hoca sen hat işiyle ilgileniyorsun ve sen bu işi yaparsın demedi. Yine Mehmet Nasuhi Camii’nde iken 1959 yılında orada tahsilli kişiler vardı, güngörmüş insanlardı. Cami kâmilen levhalarla doluydu. Ben o levhaları büyük bir ihtimamla ziyaret eder bakardım. Oranın üçyüz metre aşağısında da hattat Necmeddin Okyay hoca oturuyormuş meğer. Kimse demedi ki, oğlum sen bu hat işlerine meraklısın, gel seni Necmeddin hocaya götüreyim demedi. Bu arada askerliğim bitti. Camilerde yazılara bakıyorum ama kimse bana yol göstermiyor. Okulumuz olmadığı için ilkokula bile gidememişim. Onun için bu işten anlayan kişilere derdimi anlatmaya da cesaret edemiyordum.


Çapku: Soyunuzda sanatla ilgilenmiş biri var mıydı?
Çelebi: Ben dedelerimden beş tanesini biliyorum, ötesini bilemiyorum. Osmanlı zamanında bile bir çok şey Anadolu’ya çok az gidebilmiş. Tarlanın bazı yerlerine su çok az gider. Suya yakın olan yerlere ise su fazla gider. İlim, kültür, sanat açısından da bu böyledir. Ailemiz din hizmetinde bulunmuş kültürlü bir aile. Nahiye müdür vekilliği ve müftülük yapmış bir dedem var. Aileden kalma hat değeri fazla olmayan bir Kur’an var elimizde. Eskiden katipler varmış, müstensihler. Kimi Kur’an’lar mesela rika kırması, divanî, nesih kırması gibidir. Müstensih nerede ne görmüşse onu yazmıştır icabında. Hatların hepsini karıştırmış da olabilir. Belki öyle biri yazmıştır o aileden kalma Kur’an’ı. Kimi Kur’an’larda tevâzuan imza yoktur. Yani ben kimim ki, bu Kur’an’ın altında benim imzam olsun diye düşünmüş hattat. Dolayısıyla onu kim yazmış ise bilemeyiz bu açıdan.


Çapku: Bir yerde şöyle bir hikaye okumuştum: Ağır cürüm işlemiş olan kişileri bir hapse koymuşlar. Hapishane yetkilileri ise o insanları eğitmek ister. Bunun için şöyle bir yol düşünürler. Mahkumlara ders vermesi için en iyi halı dokuma ustasını buraya getirelim. Onlara halı dokuma sanatını öğretsin. İşin içine bir de mükafat koyalım. Zaman içinde bu işi en iyi öğrenmiş olanı affedelim. Nihayet halı ustası işe başlar. Yıllar içinde mahkumlardan o işe el ve gönül verenler artık renklerin ayırımı ve halının sanatkarane dokunmasında mesafe kaydeder. İçlerinden bazıları öyle bir konuma ulaşır ki, halı dokuma esnasında şiir dinletisine kendini kaptıranlar hem içtenlikle gözyaşı döker hem de elleriyle halı dokur hale gelir. Bir zamanlar kaba saba olan o insanlar artık ruhen incelmiş bir hal almıştır. Bu hikayeden ve buna benzer hallerden hareketle sanatın insan ruhunu kemale erdiren bir tarafının olduğunu düşünebiliriz değil mi?
Çelebi: Parmağını gözüne kadar yaklaştırsan onu göremezsin. Ama biraz uzaklaştırırsan onun ayrıntısını, çizgilerini falan görürsün. Sanatın içine daldığında kendinin ne halde olduğunu anlayamazsın. Sen artık bir âlemin içinde olursun ve dışarıda olup bitenlerden bir şey anlamazsın icabında.
Köyde çocuktum. Mısır gömleği üzerine yazı yazmaya çalışıyordum. Fakat o zamanlar kalem yok. Resmi yazışmalar olduğunda bile ancak yazısı silinmeyen sabit kalemler kullanılırdı. Mürekkep olmadığında o kalemi yarıp içindeki mürekkebi suya koyarlar ve öyle yazarlardı. Devlet görevlileri için bile durum böyle olunca ben nerede bulacağım o kalemi! Kaldı ki kalem alacak para da yok! On kuruş nasıl bir şey diye uzaktan babamızın parasına bakardık. Etrafımızdaki dağlarda İstiklâl Harbi’nden kalma mermi çekirdekleri vardı. Onları alır ateşe koyar, onun içindeki lehimi ateşte eritirdik. Bir tahtanın üzerine çizgi çekip onları çizgiye dökerdik ve kalem olarak (dökme kalem) kullanırdık. Böylece mısır koçanının gömleğindeki sert damarlar üzerine camilerdeki hat yazılarını resmetmeye çalışırdım. O zamanlar Kur’an’ı henüz yeni okumaya başlıyordum. İstanbul’a gelip görev yaparken İskele Camii’nin kubbe hizasının altına yatar, elime bir kalem kağıt alıp oradaki yazıları takliden yazmaya çalışırdım.
Askerlik sonrası memlekete gidip valideyi getireyim dedim. Bu arada 1960 ihtilali oldu ve babam beni İstanbul’a göndermedi. O zamanlar Nasuhi Camii’ndeki hocaların maaşı mütevelli heyeti tarafından ödendiği için 90 lira idi. Mazbut (resmi) camiler ise 150 lira idi. İhtilalle birlikte vakıfların maaşını da kestiler ve vakıftan maaş alan camilerin görevlileri de böylece oralardan ayrılmışlardı.


İstanbul’a ilk gelişim ilim tahsili içindi. Kur’an’ı daha iyi okumak istiyordum. 1954’te Karagümrük’te Üçbaş Medresesi’nde okudum. Orada Kesikbacak İsmail efendiye talim okumaya giderdim. Sırtımızda doğru dürüst ceket, ayaklarımızda işe yarar ayakkabı yoktu. İyi bir yağmur yağdığında ayaklarımız ve üstümüz başımız hep ıslanırdı. Orada ayaklı kütüphane denilen biri vardı. Bir şeyler yazardı. Benim ilkokul tahsilim bile olmadığı için onun yanına sokulup hat yazısı öğrenmeye cesaretim olamadı. Tabi benim o zamanlar maksadım talim okumaktı. Talime başladığımda zaman içinde herkes Subhanekeyi okuyup geçerken ben kırkbeş gün devam etmiştim. Hattat Halim beyde altı ay kadar çalışmıştım. Ondan önce ise Hamid beyden iki yıl çalıştım. Baktım ki Hamid bey hep aynı dersi veriyor. İyi bir talebe dersi altı ayda geçer ben ise iki yıldır aynı derse, sübhaneke yazmaya devam ediyorum. Ben kötünün de kötüsüyüm dedim kendi kendime. Nihayet hocama, ben gidiyorum dedim. Hayrola nereye gidiyorsun, dedi. Meğer benden önce hocaya, disiplinsiz, ayda bir defalığına ya uğrayan ya uğramayan talebe türünden nice talebe gelip gitmiş. O da beni öyle biri zannetmişti. Ben şimdi hocayı daha iyi anlıyorum. Benim rahlemden de en az beşyüz kişi geçmiştir. Tabi ben iki yıl boyunca her hafta Cumartesi günleri hocaya giderdim. O zamanlar din görevlileri için haftalık izin de yoktu. Kayıklar veya arabalı vapurlarla Beşiktaş’a geçerdim. Oradan Sirkeci’de Babıali Camii’nin alt yanına gelirdim. Kışın vakit dar olduğundan benim için zor olurdu. Biz iki müezzin bir imam idik görev yaptığımız camide. Bir gün vapuru kaçırdığım için darlanmıştım. Telefon da yok. Kabataş’a gelip taksiye binsem para yok. Bereket ki, camideki görev aksamadan yürümüş. Müftü, murakıp gelip takibat yapabilirdi. Sonra Hamid bey bana yeni bir ders yazdı da böylece yeni dersime geçmiş oldum.

Hasılı sanat insanı rûhen olgunlaştırır elbette. Bunun için azim ve sabır gerekir. Mesela yazı yazdığın esnada yazılan metinler kişiye çok şey kazandırır. Kişi bazen derinlere dalar, kendini kaybeder, vecd hali yaşar. Saatlerin nasıl geçtiği anlaşılmaz olur. Tıpkı fezaya giden kozmonotlar için nasıl ki saat, yön, mekan ortadan kalkar ve kişinin ayağı yerden kesilirse bu işe dalan kişinin de ayakları yerden kesilir! İnsan, ayetleri hadisleri düşündüğünde o yazı ve yazının manalarıyla haşir neşir olur.


Çapku: Bir yerde şunu diyorsunuz: Bir talebem benden hat meşkedip rûhen ve kalemen olgun hale gelince ona icazet veririm. Meşk usulüyle iyi yazmayı öğrenmiş olmayı anlıyorum ama rûhen olgunlaşma ne manaya gelir? (bkz. Hattın Çelebisi -Hasan Çelebi-, İstanbul 2003, Tarih ve Tabiat Vakfı Yay., sf. 13).
Çelebi: Bu hat konusunda öğrendiğimi şöyle anlatayım: Diyelim Kartal’a, Maltepe’ye gideceksiniz. İşte şuradan gidilir. Fakat ne ile gidilir? Vasıta ile mi yaya mı? Hocamın bana yaptığı iyilik, şuradan gideceksin, şeklinde olmuştur. Onun ayrıntısını ben kendi çalışmalarımla yola koymuşumdur. Kendisi meşk yoluyla gelmemiş olduğu için o yöntemi pek bilmezdi. Bugün benim talebelerime söyleyip öğrettiklerim ise duyup yaşayarak edindiğim kendi ihtiraımdır, yaşantımdır. Bizim Uğur Derman bey vardır. Noksanım varsa bana söyleyin derim. O ise yok der. Talebe önce meşk yazar. Sonra satır meşkine geçiş yapar. Sonra örneği kaldırıp bir ayet bir hadis verilir. Talebe onu yazmaya başlar. Bazen dış ülkelerden gelen talebeler var. Önüne bir örnek veriyorsunuz onu aynen fotoğraf gibi yazıyor. Haydi kendin yaz dediğinizde tıkanıp kalıyor. Meşk etmemiş. “Ve izâ azleme aleyhim gâmû”: Işık olmayınca tıkanıp kalıyor! (Bakara Suresi, 2/20).

Bizde hat sanatının geçerli olduğu yerler İslam ülkeleridir. Dolayısıyla dış ülkeden buraya hat sanatı öğrenmeye gelenler harfleri, gazeteleri görüp muarefe kazanıyorlar. Elleri de uygun onların. Bizde ise talebe sıfırdan başlıyor. Ruhi hayatın gelişimine gelince talebenin yazısından anlaşılıyor o durum. İyi bir aşçının yemeği ile aceminin yemeği anlaşılır ya. Ruhen olgunlaşmış talebenin yazısının kıvraklığı ile henüz olgunlaşmamışın yazısı kendini gösterir. Hocası onu anlar. Bu arada bizdeki klasik sanatlarda usta çırak ilişkisi yani meşk usûlü denilen bu usûlün aslında hemen bütün sanatlarda geçerli olduğunu hatırda tutmak gerekir.




Çapku: Hat sanatıyla ilgilenirken herhalde onun vecd boyutunu da yaşıyor olmalısınız?
Çelebi: Elbette. Özellikle eski hat eserlerimize dair bu soru sorulur hep. Niçin bunda daha bir ehemmiyet var diye. Eskiler Kur’an’ın şanına şerefine layık olsun diye ibadet şuuru içinde hat sanatına ehemmiyet vermiştir. Şimdi bile hat sanatına gelip bizde çalışanların birçoğu dış ülkeden olmasına rağmen abdestli olarak çalışıyor ve yazıyorlar. Ecdat hat sanatını zirveye yaklaştırmış. Zirve neresidir ve var mıdır? Onu bilmiyoruz. Yüz dört sene yaşamış Şeyh Hamdullah var. Yüz seneyi geçmiş biri olmasına rağmen âhir ömründe yeni bir şeyler aramış. Aslında sanat insanın kendini aramasıdır. Kamil Efendi 93 yıl yaşamış o da aynı şekilde arayış içinde imiş. Onlar bile hâlâ ileriye götürmeye niyetlenmişler. Onun için onlar bunu zirveye yaklaştırmışlar diyebiliyoruz. Harf inkilabıyla birlikte hat sanatı epey terfi kaybına uğramış. Biz ise bugün o geriye kaymasın diye takoz koymaya çalışıyoruz. Esasen bizden sonra gelenler bunu ileriye taşırlar.

Japonya, Sibirya, ABD, Malezya, Endonezya, Güney Afrika hudutları içinde emeğimiz geçen insanlar var. Bunu söylerken de korkarak, bende kibir olur mu diye endişe ederek söylüyorum. Allah rızası için öğrenmek niyetiyle gelenlere öğretiyorum.


Çapku: Denilir ki, Kur’an Mekke’de nazil oldu, İstanbul’da yazıldı, Mısır’da okundu. Bu deyiş doğru mudur?
Çelebi: Kur’an İstanbul’da hem okundu hem yazıldı. Araplarla cedelleştiğim iki konudan biri budur. Birincisi Hurûf-i Arabiyye değil Hurûf-i İslamiyye tabiri. Kuran Arapçadır ama harfleri Arapça değildir. Harfler Keldani, Asuri ve Nebati denilen kavimlerin aralarındaki alış verişler için geliştirdikleri harflerdir. Onsekiz harftir. Nebati yazı da oradan gelir. Onlar bunu geliştirdi. Araplar onlardan alıp geliştirerek yirmi dokuz harfe çıkardılar. Bu harfler bugün yetmiş sekiz harf oldu İslam ülkelerinde. Her ülke birkaç ilavede bulunmuş. Biz buna Hurûf-i İslamiyye (İslam harfleri) diyoruz. Bu tabir daha umumidir aynı zamanda. Türkiye, Mısır, İran, Endülüs, Malezya, Mağrib, Cezayir gibi ülkeler bu harflerin gelişimine katkıda bulunmuş. Dikkat edilirse bu adını saydığımız ülkelerin hiçbiri Arap ülkeleri değildir. Eğer Hurûf-i Arabiyye dersek bunu Ceziretül-Arab’a sıkıştırmış ve diğerlerinin emeğine yazık etmiş oluruz. Kur’an’da innâ enzelnâhü Kur’ânen harfen arabiyyen (Biz Kur’an’ı Arap harfleriyle indirdik) ibaresi yoktur. Varsa bulun gelin diyorum bulamıyorlar. Bilakis Arabiyyin mübîn diyor Kur’an’da mesela.

Kuveyt’e bu sene sergiye gitmiştik. Mısır’ın reisü’l-kurrası gelmiş. Dedi ki, Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Ona, hayır aynı zamanda İstanbul’da okundu, dedim. Bana itiraz etti. Ya şeyh dedim, kıraat iki çeşittir: Mısır tariki, İstanbul tariki. Ben böyle deyince adam sustu kaldı ve iş orada bitti! İstanbul, Mısır okuyuşunu icabında kabul etmemiş ve kendine göre bir tarik/(okuyuş tarzı) kabul etmiş. Yazı bugün de Türklerin elindedir. Bu da büyük bir hizmettir şüphesiz. Şimdilerde bu alanda gençler yetişti maşallah.

Hattat Halim Özyazıcı bey Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki gençlere, gelin size hat öğreteyim demiş ama oradan bir şey çıkmamış. Hamid beyden ben hat meşkettim. Şimdi bizim öğrettiğimiz nice gençler yetişti çok şükür. Bugün icazet alıp da İstanbul’da hattatlıkta iyi iş yapanlar var. Yarısı ülke içinde yarısı ülke dışında olmak üzere altmış kadar talebem var. Bugün bu iş belli bir mesafe aldı ve kurtuldu çok şükür!


Çapku: Bazı ilim adamlarında geleneğe karşı bir soğukluk var. Bu sanatlarda ise gelenek olmazsa olmaz gibi görünüyor.
Çelebi: Bazen fasit daire gibi dönüyoruz. Kraldan fazla kralcı kesilenler olabiliyor. Bizim zamanımızda bu işin kıymetini bize anlatan pek olmadı. Hat dersinin önemini mesela sanat tarihi derslerinizde size anlatan oldu mu hiç? Ben Şeyh Camii’nde hoca iken bazen karşıya İstanbul’a giderdim. Üsküdar’daki camilerin ekserisinde iki görevli olurdu. Bunlardan biri genelde talebe olurdu. İmamlık, hatiplik falan yapar orada yetişir aynı zamanda maişetini temin ederlerdi. Şöyle bir hatıramı anlatayım. Tanıdığım bir hoca vardı. Üsküdar’da Din Görevlileri Lokali’ne gelir arkadaşlarıyla sohbet ederlerdi. Kaç defa bana bırak şu hattatlık denilen boş işleri de dışarıdan imam hatip derslerini ver üniversiteye gir derdi. Ben ise bu bana daha kolay geliyor derdim. Aradan epey zaman geçti. Sene 1976 idi herhalde. O kişi nihayet Trabzon’da müftü vekili olmuştu. Abdullah Yazıcı, Üsküdar Müftüsü idi. Daireye gitmiştim. Abdullah hoca, orada bulunan o kişiye beni işaret ederek, bunu tanıyor musun, hattattır dedi. O kişi de, hocam onu bana ver. Trabzon’daki hocalar eskimez yazıyla yazı yazmayı öğrensinler istiyorum dedi. Ben de orada, boş işlerle uğraşan adamı ne yapacaksın dedim! O zamanlar buna bakış buydu. Şimdi tabi epey gelişme oldu bu alanda.

Güzel sanatların kimisi zirveye gelmiş ve artık fasit dairede dönüyor gibi. Geçende Cezayir’e gittik. Orada Roma’dan kalma heykeller var. Sanat bu işte dedim! Heykeldeki adamın bütün vücut hatları o kadar net ki, adama bağırsan ses verecek sanki! Şimdi yeni gelen heykeltıraş ne yapacak? Sanat sürekli bir arayıştır şüphesiz fakat o noktada daha nereye gidebilir sanatçı? Bu sefer yeni heykeltıraş bir sütuna yeni şeyler yeni şekiller verir ve o da anlamsız olur icabında. Bazıları henüz o zirveye gelmemiştir. Hat sanatı için henüz zirve olmamış. Yüz sene yaşayanlar bile bunun henüz zirvesine ulaşamadıklarını söyler. Kamil efendinin oğlu Şeref Akdik efendi vardır. İyi bir ressamdır. Dedi ki, babamdan yazı istedim. Herkese yazıyorsun bana da birkaç yazı ver dedim. Yaşı o zamanlar seksen altı falandı. Biraz daha bekle dedi. Üç dört sene sonra dedi ki, oğlum al bunları herhalde daha iyisini yazamayacağım. Demek ki, daha kemal noktasını arıyor. Tahayyül ettiği şeyler var ki daha yapamıyor. Hat sanatının hali ise budur.


Çapku: Mescid-i Nebi, Kuba ve Kıbleteyn mescidlerinde yazılarınız var değil mi?
Çelebi: Mescid-i Nebi benim için en büyük nimet ve mazhariyettir.[2] 1982’de tamiratı vardı Mescid-i Nebi’nin. Bizi istediler. Ben de izin için başvurdum fakat izin vermediler. Nihayet dokuz ay sonra bakanlar kurulundan izin çıktı. Gittim ve orada iki buçuk ay kadar kaldım fakat bana iş vermediler. Ben de geri döndüm. Daha sonra nasib oldu. Bu sefer Kuba Mescidi için gittim. Onun yazıları ile Kıbleteyn’in yazılarını yazdım. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ali mescidlerinin yazılarını yazdım. Cizan diye Yemen hududunda bir yerde yazı yazdım. Epey işler yapmak nasip oldu. Sonra da Mescid-i Nebi’nin tevsii yapılıyordu. Orada da yazdım. Medine’de Mescid-i Nebi’de cemaat namazdan çıkınca Haremde hem çalışır hem de oradan istifade ederdim.


Çapku: Sanata devlet müdahelesi olursa sanat değerinden kaybeder diyorlar. Ne dersiniz?
Çelebi: Üniversitelerin çoğunda güzel sanatlar fakültesi var bugün. Buna rağmen sanatçı denilmeye layık kişilerin hemen hepsi usta çırak ilişkisiyle yetişenlerdir. Bu iş iki saatlik dersle falan olmaz. İyi bir hattat olabilmek için kişi günde otuz saat çalışmalıdır! Kazasker Mustafa İzzet efendinin vecizesidir; Cumartesi yazısını tanırım, diyor. O zamanlar Cuma günü tatil imiş. Cuma günü kalemle haşir neşir olmadığı için Cumartesi yazdığı yazılar biraz acemice oluyormuş. Onu tanırım diyor. Kalem elden düştü mü, yeniden sıcaklık kazanana kadar bir gün geçer. Bu durum diğer sanatlar için de geçerlidir. Ancak hat yazısı daha hassastır. Hocam hep şu mısrayı terennüm ederdi: “Kalem der ben şâh-i cihânem”. Sen bu tarafa dersin o başka tarafa gider.

Şimdilerde İstanbul Üniversitesi’nin girişinin üzerinde bir yazı var: Dâire-i Umûr-ı Askeriyye. Bu yazının bir hikayesi vardır. Onu Kazasker Mustafa İzzet efendinin çırağı Muhammed Şefik bey yazmış. Yazı kısa ancak mesafe uzun. Yazıda elif lam, vav gibi harfler yok ki uzatsın. Adam bir hafta uğraşmış ve öyle yazmış ki tam oturtturmuş yazıyı. Yazdıktan sonra getiriyor maliye nazırına. Parası verilecek. Altmış altın istiyor. Bir haftada yazdın ama altmış altın istiyorsun, bu para çok diyorlar. O da diyor ki, bir haftada değil altmış senede yazdım. Yani bir haftada yazılan yazının ardında altmış yıllık tecrübem var demek istiyor. Bize ait olan bu hikayeyi sanat tarihçisi biri alıp Avrupalı bir ressama uyarlıyor ve falan ressam böyle yapmış ve böyle demiş diyorlar. Ben bir yerde bu hikayeyi duydum da yakışmadı, bize ait bir hikayeyi Avrupalıya mal etmenin anlamı yok dedim! Hollanda’da mı yoksa Almanya’da mı yaşayan bir adam rahmetli Ali Ulvi Kurucu’ya şunu anlatmış ki bence bu bir hatıra değil bir hadisedir! Hocam diyor Ali Ulvi beye, Cenab-ı Hak insanları eğer ibadetlerinde muhtar/serbest bıraksaydı ben zaman zaman gelir o üniversitenin girişindeki yazıya bakar ve onu ibadetimden sayardım diyor. Almanya’dan gelince günümün yarısını orada o yazıyı seyretmekle geçirirdim diyor! Yani o yazıyı elin adamı takdir ediyor. Sanatın kendine mahsus bir dili yoktur ama lisan-ı hali vardır. Adamın dini imanı yok ama yazıyı beğenip alıyor. Estetik beni cezbetti diyor. Ezanı dinliyor ağlıyor. Süleymaniye’yi seyre doyamıyor. Sanat meselesi bu.


Çapku: Okullarımızda öğretilen sanat tarihi derslerine dair ne dersiniz?
Çelebi: Sanat insanı doğrudan olgunlaştıran bir ilimdir denilebilir. Esas itibariyle bu konuda ülkemizin eğitim sisteminin baştan itibaren ele alınması lazım. Ben okul sistemini bilmem. Zira okuldan okuyarak (örgün eğitimden) gelmiş değilim. Dışarıdan biri olmama rağmen bunu hissediyorsam eğitimle ilgilenenler nasıl rahat eder bilemem. Devlet bütün sanatkarlardan müteşekkil bir heyet seçip kurultay oluşturulmalı. Bana ne lazım diye karar vermeli. Bir heyet oluşturulup kendi sanatlarımızı tanıtmayı, öğretmeyi esas alan bir program ortaya konulmalı. Şöyle bir hatıramı anlatayım. 1982 yılında IRCICA (İslam Tarih Sanat ve Kültür Merkezi) beni Malezya’ya götürdü. İslam ülkeleri arasında çağdaş sanatların seviyesi adıyla bir sergi açmışlar. Kırk ülkeden oraya sanatçılar gelmiş. Ülkemizden de fotoğrafçı Sami Güner var. Topkapı Sarayından bazı eşyalar gönderilmiş sergi için. Ankara’dan bir üniversite bir ‘şey’ göndermiş. Bir şey diyorum. Orada sergi için uygun bulunmayıp sandıktan bile çıkarmadılar. 125’e 125 bir küp şeklinde. Yapılan şey çamurdan yapılmış kazık gibi bir sütun. Düz bir sütun. Onun muhtelif yanlarına bizim hoşaf kaselerinin içine çamuru doldurup fırında pişirmişler ve etrafına yapıştırmışlar. Onu da sanat eseri olarak oraya göndermişler. Oradaki kurul onu sergilemeye uygun bulmayıp geri gönderdiler. Ben çağdaş sanatçı değil klasik sanatçı olarak bulunuyordum orada. Otuzbeş tane levham vardı. Beni sergi alanında şöyle dipte bir yere verdiler. Kimse görmesin diye falan. Süleymaniye’nin resimleri de vardı. Nihayet başbakan Mahatmir Muhammed açılışa geldi. Başbakan doğruca bana tahsis edilen odaya geldi ve oradan açılışa başladı. Adam hiçbir yeri gezmedi. Onbeş yirmi kişiyle başımda durdu. Ben de ismini yazdım. Sonra kalktı ve çekip gitti. Oradaki sanatkarların hepsi hayal kırıklığına uğradı. Zaten onbeş dakikası varmış başbakanın. Onu da bana ayırdı. Bizim sefir efendi de orada. Bana kendini tanıtmadı. Ben de onu tanımıyordum. Bu arada oraya epey insan gelip gitti. Ekmel bey (Ekmeleddin İhsanoğlu) geldi. Ertesi gün Ekmel bey sefir beyi arayıp hatırını sorayım dedi. Fakat onlar telefonda başladılar atışmaya. Ekmel bey sonunda sefire; ben bu sanatçıyı sokaktan tutup getirmedim. O burada ülkemizi temsil ediyor. Sen kabul etmezsen ben ederim, dedi ve telefonu kapattı. O zamanlar ne konuştuklarını ben anlamamıştım. Sonradan anladım ki sefir efendi, niçin burada çağdaş sanat eseri yok da bunu getirdiniz, laiklik falan diye Ekmel beyle atışmış. Kuala Lumpur’a bu vesile ile sergi için dört defa gittim. Çağdaş sanat denilen şey sandıktan çıkmadan geri geldi. Bizim diyebileceğimiz klasik sanat ise oradaki insanları kendine cezbetti. Onun için dışarıya götüreceğiniz şey bizi temsil etmeli.




Çapku: Hat sanatının diğer sanatları tetiklediği ve bu açıdan onun merkezî bir konumda olduğu söylenebilir mi?
Çelebi: İslamî ilimlerin ve sanatların merkezinde Kur’ân vardır. Bu açıdan hat sanatının Kur’an’la doğrudan ilgisi var. Allah Rasûlü, “Sin’i uzat, mim’im gözünü kapatma” diyor. “Mimim gözünü kör etmeden yazan cennete girer” diyor mesela. Hat, ebru, minyatür gibi sanatlara baktığımızda hattın, tezhibi tetiklediği söylenebilir. Kur’an’da sûre başlıkları, duraklar gibi yerlerde buna ihtiyaç duyulmuş. Özellikle onaltıncı yüzyılda bu iş zirve noktasına varmış. Daha sonra yenilikler aranmaya başlanmış. Matbaa çıkınca el sanatlarını bir ölçüde zayıflatmış. Aynı durum hat sanatı için de geçerlidir. Ne kadar yeni gelişme olsa da insanların hat sanatına olan iştiyakı hep var olmuştur. Belli ölçüde zenginleşme ile birlikte insanlar artık hat sanatı eserlerinden satın alıyorlar. Bu da dış ülkelerden ziyade ülkemize has bir hal. Hat sanatıyla ilgili olarak tezhib ve ebru sanatları bize İran üzerinden geçmiş. İlk dönem din dilimiz de orasıyla ilgilidir. Tabi sanatın din ayırımı yok. Sanatın dilinden anlayan herkes o konuda anlaşabilir.

Hat sanatının yol arkadaşı mesabesinde bulunan tezhib ve ebru sanatlarına gelince bunların hat sanatında bir elbise, kisve gibi olduğunu söyleyebiliriz. Giydirilince güzel olur. Onlar komplike olduğu için bakan kişi hemen şurada bir hata var diyemez. Uzun bir tetkik ister. Tezhibin kimi çiçeklerinin büyük küçük olması hata değildir. Ama hat sanatında bir harf büyük, diğeri pirenin bacağı kadar küçük olsa hatadır. Tezhib sanatkarı sanatını biraz bıraksa ve yeniden başlasa yine bir şeyler yapar. Hat sanatını bırakan kişi bir gün bile bıraksa bu fasıla hemen kendini hissettirir yazıda. Ebru sanatında kitre ve öd ayarı boyalar için önemlidir. Kendine göre su üzerinde bir çizim ve şekil veriliyor.

Çapku: İslam sanatları, kişiye kibirden ziyade tevazu mu kazandırıyor? Ya da bu durum kişiye özgü bir hal midir?
Çelebi: Sanat, insanı olgunlaştırır, tevazu ehli eder. Tabi kimileri kibre bürünebilir, şöhret sahibi de olabilir. Kimileri bu işe para kazancı gözüyle ticari meta olarak bakabilir. Eğer kişi Allah’a teslim olmuşsa sanat onu eritip bitirir. Kimileri ise hakkını verdiği sanatta sanatından taviz vermediği sürece bu işi meta için yapıyorsa eh ona da ne denilebilir.


Çapku: Sanatın siyasetle ilgisi var mıdır?
Çelebi: Aslında sanatın siyasetle ilgisi olmamalı ama insanlar bunu bir şekilde siyasetle ilgilendiriyorlar. Peygamberlerin hepsi de bir sanatı olan insanlardır. Osmanlı padişahları da bunu düstur edinerek devletin maaşına bağlanmamak için sanat öğrenmiştir. Ehl-i hiref defterleri vardır. Bir talebem bu konuda doktora yapıyor. Bana öyle vesikalar getirdi ki insan şaşakalıyor! Falanca padişah diyelim ava çıkıyor. Hazineden ne aldıysa onu deftere işliyorlar. Avda iken devlet adına fakire, muhtaca, kime ne verdi ise onu kaydediyorlar. Geriye kalanı da akşam hazineye teslim ediyorlar. Bir kuruşun bile hesabını yapmışlar. Akşam onu veriyor ki ölürsem üzerimde devlet malı kalmasın diye. Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Camii’nde yaptığı sağda ve solda cumbalar vardır. Yıldız Sarayı’ndaki yemek masası ve takımı da hâlâ durur, onun elinden çıkmıştır. Selanik’e sürgüne giderken elindeki torbayı almak istediklerinde, bunu ben alnımın teriyle kazandım bunu alamazsınız diyor! Devlet hazinesinden bir şey almadan gitmiş sürgüne.

Çapku: Usta çırak ilişkisi yanında bir üstadın geleneğini devam ettirebilecek bir yakınının olması önemlidir değil mi?
Çelebi: Sanatta bunu pek göremeyiz. Kimi tanıdıklarım vardır çocuklarına eski üstatların adlarını vermişler. Ancak isimle falan olan bir şey değil bu. Bu durum ilimde babadan oğula bir şekilde geçer. Lakin sanat mevhibe-i ilahidir diyebiliriz. Babanın çektiği zahmeti gören çocuk herhalde sanata yanaşmıyor!

Çapku: Sanatla ilgili bu kadar tecrübe yanında hoş rüyalarınız da var mı?
Çelebi: Bir hat yazmıştım. Hamid beyi gördüm rüyamda. Kalemini biraz kalınlaştır diyerek benim dikkatimi yazıdaki bir konuya çekti. Yazıyı yazdığımda anlıyorum ki, bir yerde bir şey yanlış gidiyor ama nerede? Hamid beyin dediğini yapınca iş düzeldi. Bir de Halim beyi gördüm. Yazdığı bir harfi tenkit etmiştim. Gece rüyamda gördüğümde bana, beni Sami efendi ile kıyaslama, dedi. Ben onun he’sini Sami efendininkine kıyaslamıştım hani.

Çapku: Kim iyi bir çığır açarsa ardından gelenlerin sevabından ona da yazılır buyurulur.
Çelebi: Ben kendimi bir çığır açan kişi olarak görmem. Aksine gaybubeti melhuz olmaya yüz tutmuş bir sanatı yeniden gün yüzüne çıkarmada katkım olmuşsa ne âlâ. Hamid beyi ben bu konuda şöyle görürüm: “Yuhricu’l-hayya mine’l-meyyiti” ayetini (Âl-i İmran, 3/27) ben onun hakkında böyle yorumlarım. Allah Teâlâ bu sanatı mesela mutasavvıf biri eliyle değil de Hamid bey vasıtasıyla yeniden diriltti diyebiliriz. Artık bitti gitti denilen bir sanata o yeniden ruh üfledi. Ben hocama derse birkaç sene geç gitseydim yaşlılığı sebebiyle yanına beni muhtemelen talebe olarak kabul etmezdi. Allah bu millete acıyor, merhamet ediyor. Mevdudi, Hızır’la Musa’yı iki mutekid çocuk için hizmetkar eden Allah İslam’a altıyüz sene hizmet eden bu milleti mahrum etmez, demiş tefsirinde Sure-i Kehf’in sonunda. Allah bu sanatı bu millete nasip etmiş ve dünyaya buradan yayılıyor. Seksen iki yaşında bir Mısırlı geldi ve benden icazet altı. Osmanlının bu sanatını ben kendi ülkeme yayacağım dedi. Böyle bir şey bu.

Çapku: Bu sahaya adım atmak isteyenlere tavsiyeniz neler olur?
Çelebi: İyi bir üstattan, ben hariç tabi [!], sabırla bu işi meşk etmeliler. Başta rızâ-i Bârî şarttır. Bilhassa hat sanatı için şunu demek isterim ki, bunu bir ibadet aşkıyla abdestli olarak yapmalılar. İyi bir üstattan iyi bir malzeme kullanarak iyice öğrenmeliler. İkinci tavsiyem ihtisas sahibi olmalarıdır. Kimileri her yazıyı yazıyor ama iyi bir şey ortaya koyamıyor. Rakım efendi mesela bizim imamımızdır. Yazılarımızı ona benzetmeye çalışırız. Onun nesihi, taliki yoktur. Yazamamış değil yazmamış. Tuğrada, celi sülüste meşhur olmuş. Sami efendi celide, talik celisi ve sülüs celisinde meşhur olmuş. Ama bir sülüs yazmamış. Diyelim sülüs’te yazdıklarını beğenmediği için onları bir taşa bağlar denize atarmış. Sami efendi bunu yazdı demesinler diye. O kadar hassas! Bu hali ona bir nakisa getirmemiş. Hepsini yazayım diye her sahada kalem oynatmak gerekmez. Uzun zaman ister hat sanatı. Sabırla devam etmeli talebe. Kur’an’a hizmet edenin ecrini Allah verir, zayi etmez.

Çapku: Hat sanatının geliştirilmesi adına bir projeniz var mı?
Çelebi: Bir ara bazı bakanlarla şu konuyu görüştük. Güzel Sanatlar Fakültesinden mezun ve bu sanata kabiliyeti olan gençlere biz, bu sanatı öğretelim. Bunun için önerimiz şudur: Açılan bir merkezde klasik sanatlarımızdan hat, ebru, tezhib, minyatür ve cilt sanatı olarak beş dalda sanat öğretilsin. Hoca talebe ilişkisi çerçevesinde diyelim ki talebe hangi hocadan ders aldı ise bu durum onun diplomasına işlensin. Burada sınıf geçme değil ders geçme sistemi uygulansın. Devletimiz de bu uygulamayı hat diplomasına kaydetsin istedik. Bir proje olarak bunu dile getirdik ancak kabul görmedi. Hayırlısı.

Çapku: Hocam çok teşekkürler.
Çelebi: Bil-mukabele.


Ahmet Çapku
30.10.2009
Çengelköy / Üsküdar


[1] Abdurrahim Abdulkadiroğlu beyin verdiği bilgiye göre Batanay hoca demir hafız olduğu için herhangi bir yere gidip gelirken sürekli hatim okur, böylece boş vaktini Kur’ân okumakla değerlendirirmiş.
[2] Bu konuda Hasan Çelebi ile yapılmış bir röportaj için bkz. www.sonpeygamber.info

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...