KUR’ÂN’IN DİRİLERE DE ÖLÜLERE DE FAYDA VEREN ÇOK YÖNLÜ
İLAHİ BİR MESAJ OLUŞU ÜZERİNE·
Özet:
Kur’ân, bütün insanlığın hidâyeti için nazil olmuş son
ilâhî mesajdır. Bu kutsal kitabın okunması, anlaşılması ve uygulanmasına
yönelik tüm çabalara sevâp verilmektedir. Ancak son zamanlarda bazıları çeşitli
gerekçelerle Kur’ân’ın, diriler için indirildiği, onu ölülere okumanın faydasız
ve yersiz olduğu şeklinde birtakım görüşler serdetmektedirler. Bu tür iddiâların,
toplumun bazı kesimleri tarafından benimsenip savunulduğu da görülmektedir.
Ancak, âyet ve hadislerdeki veriler Kur’ân’ın, dirilere olduğu gibi ölülere de
faydası olan çok yönlü mümtaz bir kitap olduğunu ortaya koyacak
niteliktedirler.
İşte biz bu çalışmamızda, Kur’ân’ın ölülere
okunmasının câiz ve mümkün olmadığını savunanların bu görüşlerinin yanlışlığını,
onun ölülere de okunmasının doğru ve yararlı olduğunu, âyet ve hadislere
dayanarak gâyet anlaşılır bir dil kullanmak suretiyle ortaya koymaya
çalışacağız.
Anahtar kelimeler: Kur’ân, ölü, hatim, cenâze
namazı, duâ, ecir/sevâp.
THE QUR'AN’S HAVİNG VERSATİLE, DİVİNE
AND USEFUL MESSAGE FOR THE DEAD AND LİVİNG
Abstract:
The Qur'an, the last divine message, was sent to
protect and regenerate all humanity. All efforts to read, understand and
implement this holy book are regarded
as good deed. Yet some of the recent
commentators claim that the Qur'an is sent for the living, not for the deads;
they also claim that it is useless and baseless to read the Qur’an for the
deads. Besides, it is seen that these types of claims are adopted by some parts of the society.
However, the data of Qur'an and the hadiths show that the Qur'an has versatile, divine and useful
messages for the dead and living.
Here in this study we will reveal the falsity of those
who claim that reading the Qur’an for the dead is not possible and useful. We
will also show that it is also useful and possible to read it for the dead and
living. This explanation is done in line with the Qur’anic verses and hadiths
and by using an easy language to understand.
Key words: Qur'an, dead, hatim, funeral
prayers, the prayers, good deed.
Giriş:
Evrensel değişmez değerler sistemi olan Kur’ân,
bütünüyle insanlığı hidâyete erdirmek yani, insanoğluna en üst düzeyde dünya ve
âhiret saâdetini, huzur ve refahını sağlamak için indirilmiştir. Bu öncelikli amacını
pek çok âyetinde serdetmiştir:
“İşte bu Kitâp, Allah’ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği/getirdiği hidâyet
rehberidir.”[1]
“Bu Kur’ân, en
doğru yola iletir.”[2]
Ancak Kur’ân’ın gösterdiği bu ideal hedefe ulaşmak
için onun ihtivâ ettiği esasları dikkate almak lazımdır. Kısaca Kur’ân’ı, tam
anlamıyla fert ve toplum hayatına yansıtmak, başka bir ifadeyle hayatı Kur’ân’a
göre inşa etmek ve yapılandırmak gerekmektedir. Kur’ân, tam olarak insan ve
toplum hayatına sokulursa işte o zaman onun ön gördüğü seviyeye ulaşılmış olunur.
Ancak onu uygulamak için anlamak, anlamak için de okumak iktiza etmektedir.
Yani Kur’ân’ı tatbik etmeden önce, onu okuma ve anlama safhalarını
geçmek lazımdır. Zîrâ, Kur’ân’ın prensiplerini, talep ve tavsiyelerini hayata
geçirmeden, onu sadece okumanın ve üzerinde tefekkür etmenin asıl istenen
hedefe ulaşma açısından bir bakıma kayda değer bir tarafı olmasa gerektir.
Çünkü Kur’ân’ı uygulamadan, sadece okumak ve düşünmek, sevâp kazanmak gibi
kişisel bir takım faydalar sağlamaktan öteye geçmemektedir.
Şimdi sondan başa doğru bu safhaları sıralayalım:
A. Kur’ân’ı uygulamak
Kur’ân, bu asıl amacını açık bir şekilde ortaya
koymuştur:
“Toptan
Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın...”[3]
“Rabbinizden size indirilen[Kur’ân-ı Kerîm]e uyun…”[4]
Görüldüğü gibi âyetlerde, Kur’ân’a
sarılmak ve itina ile uymak sarâhaten emredilmektedir.
Bu itibarla Sehl b. Abdillah, “andolsun size, içinde
şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitâp indirdik, aklınızı kullanmıyor musunuz?”[5]
âyetinin “içinde şanınız/şerefiniz
bulunan bir Kitâp” kısmını, Kur’ân’ın
uygulanması gerektiğini belirtmek için olmalı ki, “içinde hayatınızın olduğu şeylerle amel etmek”[6]
şeklinde yorumlamıştır.
Bu husus, hadislerde de açıkça yer almıştır:
“Size iki şey bıraktım, bunlara sarıldığınız sürece sap[ıt]mazsınız, (çetin bir problem/ızdırap yaşamaz, sıkıntıya/zorluğa düşmez,
çile/eziyet çekmezsiniz). Bunlardan biri
Allah’ın kitâbı, diğeri ise Resûlullah’ın sünnetidir.”[7]
Hadiste
kısaca, sapıtmamak, diğer bir ifadeyle hidâyetten ayrılmamak için Allah’ın
kitabına ve Resûlullah’ın (sahih) sünnetine sıkıca sarılmaktan başka çarenin
olmadığı ifade edilmiştir. Şu hadiste ise Kur’ân’a tutunmak başta olmak üzere
onun bu hususta sahip olduğu çeşitli özelliklerinden bahsedilmektedir:
“Allah’ın kitâbına sımsıkı sarılınız.
Onda, sizden öncekilerin ve sizden
sonrakilerin haberleri vardır.
Aranızdaki meselelerin hükmü (çözümü/halli) ondadır. O, oyun-eğlence değil, doğru ile yanlışı/hak ile bâtılı birbirinden ayırandır. Onu büyüklenerek terk edene Allah öldürücü darbe vurur. Onun dışında hidâyet arayanı Allah
saptırır. O, Allah’ın kopmaz-sağlam
ipidir; hikmetle dolu zikir ve
dosdoğru yoldur. O, kendisiyle (amel edildiği sürece) arzu ve isteklerin doğrudan sapmadığı, lisanların yanılmadığı, âlimlerin doy[uma ulaşa]madığı, çok oku[n]makla yıpranıp
eskimeyen, incelikleri/sırları/nükteleri
tükenmeyen bir kitâptır... Onu esas
alarak konuşan doğru konuşmuş,
onunla, amel eden sevâp kazanmış, tartışma yapan başarılı olmuş, karar veren doğru karar vermiş ve on[unl]a davet eden doğru yolu göstermiş olur...”[8]
Görüldüğü gibi hadiste, uygulandığı takdirde Allah’ın
kitabının son derece müspet sonuçlara vesile olduğu anlatılmıştır.
Zîrâ Kur’ân’a sarılmak Allah’ın, kopması imkansız olan
ipine yapışmaktır:
“Kur’ân, bir ucu Allah’ın, diğer
ucu da sizin elinizde olan bir ip[mesabesinde]dir. Ona (sıkıca) sarılınız.
İşte o zaman sap[ıt]maz ve helâk
olmazsınız.”[9]
Çünkü Kur’ân, deyim yerindeyse, insanların bütün
problemlerini çözecek yegâne prospektüstür:
“İlacın en
hayırlısı Kur’ân’dır.”[10]
Bu itibarla olmalı ki, Kur’ân’ı yaşamaya çalışan biri
gıpta edilmeye değer bulunmuştur:
“Ancak iki kişi gıpta edilmeye
değerdir: Birisi, Allah’ın kendisine Kur’ân ihsan edip de gece-gündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de Allah’ın verdiği malı gece-gündüz fakirlere infak eden kimsedir.”[11]
İşte bu hususun önemini kavramış olmalılar ki Ashâb-ı
kirâm, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor ve pratik hayata yansıtmaya çalışıyorlardı. Meselâ,
“Ömer b. el-Hattâb, Bakara sûresini on
iki senede öğrenmiş, öğrendikten sonra da bir deve kurban etmiştir.”[12] “Abdullah b. Ömer, Bakara sûresini öğrenmek için üzerinde (tam) sekiz sene durmuştur.”[13]
Bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki, Hz. Ömer ve oğlu
Abdullah, söz konusu sûreyi sekiz-on yıldan fazla bir zaman zarfında okumuşlar,
anlamışlar ve hayatlarına uygulamaya çalışmışlardır. Yoksa bu kadar uzun bir
sürede onu sadece yüzünden okumak veya ezberlemekle yetinmemişlerdir.
Ayrıca o dönemde Kur’ân hâfızı olmak, günümüzde olduğu
gibi Kur’ân’ı baştan sona hatasız ve eksiksiz olarak ezbere okumaktan ibaret
değildi. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle tavsif etmektedir:
“Kur’ân hâfız[lar]ı, Kur’ân’ın
hükümlerini, helâlini ve harâmını
bilen ve onun içindekilerle amel edendir.”[14]
Abdullah b. Amr da Kur’ân hâfızında şu niteliklerin bulunması
gerektiğini bildirmektedir:
“Kur’ân’ın
hükümlerini öğrenmesi, Allah’ın murâdını ve üzerine farz olanı anlaması, okuduğundan yararlanması, okuduğuyla amel etmesi gerekmektedir. Kur’ân’ın farzlarını ve
hükümlerini ezberden okuyup da okuduğunu anlamaması ne kötü bir şeydir...”[15]
Bu bakımdan sahâbenin ileri gelen âlimlerinden biri
olan Abdullah b. Mesûd’un şu sözleri oldukça anlamlıdır:
“Bize, Kur’ân’ın lafızlarını ezberlemek
zor, onunla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakilere Kur’ân’ı
ezberlemek kolay, onunla amel etmek
zor gelecek.”[16] “Kur’ân, hükmüyle amel edilmek
için nazil olmuş iken onlar, yalnız
okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazı kimseler, Fâtiha’dan başlayarak hiç yanılmamak şartıyla Kur’ân’ı
sonuna kadar okudukları halde hükmüyle amel etmemektedirler.”[17]
el-Hasenu’l-Basrî ise konuya ilişkin olarak oldukça
karamsar, ancak gerçek olan şu tabloyu çizmektedir:
“Önceleri
insanlar Kur’ân’ı Allah’ın bir emri, fermanı bilir
öyle davranırdı. Gece gündüz onun
üzerinde titizlik gösterir, onu
gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederdi. Şimdi siz onun harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dikkat
etmiyorsunuz. Hatta onları
anlamıyorsunuz bile.”[18]
Görüldüğü gibi Abdullah b. Mesûd ve el-Hasenu’l-Basrî,
günümüzün olumsuz manzarasını yıllar önce fotoğraflamışlardır.
Bu şıkkı
Resûlullah’ın şu müjdeli sözleriyle bitirelim:
“Kur’ân’ı okuyan ve hükümleriyle
amel edenin anne ve babasına kıyâmet günü parlaklığı dünyadaki güneşin
parlaklığından daha fazla olan bir taç giydirilir. O halde Kur’ân’ı bizzat uygulayan hakkında ne düşünürsünüz? (Onun alacağı sevâbı siz takdir
edin/ne giyeceğini siz düşünüp tahmin edin).”[19]
Dolayısı
ile Kur’ân’ı asla elden bırakmamak lazımdır:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim, kavmim bu Kur’ân’ı
(bütünüyle) terk etti!”[20]
Tabii ki Kur’ân’ı uygulamak için onu anlamak lazımdır.
Şimdi bu safhaya kısaca temas edelim.
B. Kur’ân’ı anlamak
Şu âyetler, Kur’ân üzerinde düşünülmesi ve kafa
yorulması gerektiğini sarâhaten ifade etmektedirler:
“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”[21]
“Kur’ân’ı
düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin
üzerinde kilitler mi var?”[22]
Resûlullah’ın Ebû Zerr’e hitâben söylediği şu, “oturup Allah’ın kitâbından bir âyeti anlaman, senin için yüz rekat (nâfile)
namaz kılmandan daha hayırlıdır”[23]
rafine sözleri, Kur’ân’ı anlamanın önemini vurgulaması açısından oldukça
manidardır.
Çünkü önemli olan Kur’ân’ı, hızlı bir şekilde kısa
sürede okuyup bitirmek değil, anlayarak, tefekkür ederek okumaktır. Bu nedenle
olmalı ki Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Kur’ân’ı
üç günden az bir sürede okuyan onu[n manasını] anlayamaz.”[24]
Ebû Hamza, Abdullah b. Abbâs’a şöyle demiştir: “Ben Kur’ân’ı çok hızlı okuyorum; (meselâ) Kur’ân’ı, üç günde hatmediyorum (bitiriyorum).” İbn Abbâs ise ona şu
anlamlı karşılığı vermiştir:
“Bakara
sûresini düşünerek tertîl ile bir gecede okumam bana, senin okuduğun şekilde[ki
tilâvette]n daha doğru görünüyor.”[25]
Bu bakımdan Ebû Abdirrahmân es-Sülemî’nin şu sözü
oldukça manidar görünmektedir:
“Biz Resûlullah’tan
Kur’ân’dan on âyet öğrenince, onun
içeriğini, (yani) helâlini-harâmını, emrini-nehyini öğrenmeden başka bir on
âyete geçmezdik.”[26]
Süleymân Dârânî de bu konudaki görüşünü şu sözleriyle
serdetmiştir:
“Ben bir âyet
okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem.”[27]
Bu durum batılıların bile dikkatini çekmiştir. Meselâ
bunlardan Edvard Barvn konuya dair tecrübesini şöyle dile getirmektedir:
“Kur’ân’ı
teemmül ettikçe (düşündükçe) ve
manalarını derinden derine tetkik ettikçe, ona karşı hürmetim, ta’zîmim (saygım,
hürmetim, onu büyük/ulu saymam) tazâyüd
etmektedir (artmaktadır)…”[28]
Ancak, Kur’ân’ı anlamak için onu okumak gerekmektedir.
C. Kur’ân’ı okumak
Kur’ân okumak, şüphesiz ki en sevâplı amellerden
biridir:
“Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur’ân okumaktır.”[29]
“Allah’ın rızasını isteyerek Kur’ân okuyana, her harfe karşılık, on
hasene/sevâp verilir ve on günahı bağışlanır.”[30]
Hatta Kur’ân’ı zorlanarak okuyana iki kat sevâp takdir
edilmektedir:
“Kur’ân’[okuma]da mâhir olan, sefere denilen kerîm ve itâatkar
meleklerle beraberdir. (Kur’ân-ı
Kerîm’i) güçlük çekerek/kekeleyerek
okuyana ise iki kat ecir vardır.”[31]
Kur’ân
okumanın pek çok faydasının olduğu konusu izahtan varestedir:
“Allah’ın evlerinden (herhangi) bir
evde, Allah’ın Kitâbı’nı okuyan,
aralarında mutâla’a eden kavme sekînet iner; onları, rahmet bürür, melekler kuşatır ve bu kimseleri Allah
kendi katındakiler arasında zikreder.”[32]
“Evlerinizi
namaz ve Kur’ân [okumak sureti] ile
nurlandırınız.”[33]
Hatta onu dinlemenin bile faydası vardır:
“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.”[34]
Kur’ân’ın bu hususiyeti, batılıların bile dikkatinden
kaçmamıştır. Meselâ bunlardan Blachere konuya ilişkin görüşünü şu sözleriyle serdetmektedir:
“Vahyedilen
Allah kelâmının yüksek bir sesle okunması, dinleyenleri mu’cizevî bir
tesir altında bırakır.”[35]
Bell de Kur’ân’ın bu özelliğini şöyle ifadeye
koymuştur: “İnsan ruhu üzerinde Kur’ân-ı
Kerîm’den daha derin izler bırakan
başka bir kitap yoktur.”[36]
Kur’ân’ın bu tesirini hissetmek için Arapça bilmek
gerekmemektedir. Konuyla ilgili olarak John Davenport şöyle demektedir: “Arapça bilmeyen bir kimse Kur’ân’ı
dinlese, onun Arapça eserlere olan
üstünlüğünü derhal anlar...”[37]
Yeri gelmişken burada şu “Müslüman
olan bir kimse, manasını anlamadan da Kur’ân okusa, bu tilâvetinden dolayı sevâp
alır mı?” sorusunu cevaplamamız yerinde olur. Bunun mümkün olduğuna
dair şunları söyleyebiliriz:
I. Kur’ân’ın tilâvetini teşvik eden
âyet ve (sahih) hadislerde okunan Kur’ân’dan sevâp almak için, ‘onun manasının
anlaşılması gerektiği’ şart koşulmamıştır. Buna göre Kur’ân, manası
anlaşılmadan da okunsa takdir edilen sevâp alınmaktadır diyebiliriz.
II. Yukarıda zikredilen, “(Kur’ân’ı) güçlük çekerek/kekeleyerek okuyana iki kat
ecir vardır” hadisinden, manasını anlamadan Kur’ân okuyana sevâp verildiği
anlaşılmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ı güçlükle/kekeleyerek okuyan bir kimseye, onun
manasını anlamayı şart koşmak, güç yetirilemeyecek derecede bir külfet yüklemek
olur. Böyle bir yükümlülük ise doğru görünmemektedir. Zîrâ Yüce Allah Kur’ân’da
şöyle buyurmaktadır:
“Bir insan ancak gücü yettiğinden
sorumlu tutulur.”[38]
Her ne kadar makalenin hacmine göre biraz uzun olsa da,
konuya hazırlık olması için verdiğimiz bu bilgilerden sonra şimdi asıl
incelemek istediğimiz, Kur’ân’ın ölülere okunup okunamayacağı meselesine geçelim.
Ancak, konuya başlamadan önce şunu belirtmemiz
gerekmektedir ki bu çalışmamızda, adlarına Kur’ân okunan ölülerden kastımız Müslüman/mümin
olan ölülerdir.
Ölülere Kur’ân okumanın fayda vermeyeceğini, dolayısı
ile onlara Kur’ân okunamayacağını ileri sürenlerin gerekçeleri kısaca şöyledir:
Kur’ân, ölülere hitâp etmez; ölülere okunan Kur’ân,
onlara yönelik değildir. Ölülerin, Kur’ân’ın taleplerine cevap verme,
tavsiyelerine uyma imkânları yoktur.
Bu görüşte olanların, iddiâlarını delillendirmek için
zikrettikleri âyetler de şunlardır:
a. “Biz onlardan önce
nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor musun, yahut
onların gizli bir sesini işitiyor musun?”[39]
b. “Sen ölülere
duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı
işittiremezsin.”[40]
c. “Dirilerle
ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere
işittiremezsin!”[41]
d. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[42]
e. “Herkesin kazandığı (hayır) kendine,
yapacağı (şer) de kendinedir.”[43]
f. “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa
aleyhinedir.”[44]
Şimdi, önce bu itirazları cevaplayalım, sonra da
onların dayandıkları âyetlerin ifade ettikleri manalara değinelim:
Görüldüğü gibi yukarıdaki iddiâlarda özetle “Kur’ân’ın,
ölüleri muhâtap almadığı, Zîrâ onların, Kur’ân’ın taleplerini yerine getirme imkânlarının
bulunmadığı” ileri sürülmüştü.
Şunu öncelikle belirtelim ki ölülere Kur’ân okumaktan
asıl gayenin, ölülerin Kur’ân’ın, emir, yasak ve tavsiyelerinin muhâtabı yani,
onlarla mükellef olup olmadıklarına, onlar tarafından anlaşılıp
anlaşılmadığına, uygulanıp uygulanmadığına bakılmaksızın, o (Kur’ân) okunduğu
zaman elde edilen ecrin ölülere bağışlanması olduğunu düşünmekteyiz.
Şimdi bu görüşümüzün delil ve gerekçelerini
sıralayalım:
1. Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da
durma/duâ etme! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak
öldüler.”[45]
Müfessirlere göre âyette Resûlullah’ın, inkâr eden ve
fâsık olarak ölenlere, cenâze namazı kılması ve kabirleri başında durup duâ
etmesi yasaklanmıştır;[46] buna
mukâbil, Müslüman/mümin olarak ölen bir kimse için cenâze namazı kılmak, duâ
etmek ve onun bağışlanmasını istemek ise gerekli olmaktadır.[47] Çünkü
âyetten, ‘Resûlullah’ın cenâze namazlarını kılmak ve kabirleri başında durup duâ
etmek istediği kimseler eğer Müslüman olsalardı, o (Resûlullah) menedilmezdi’
anlamını çıkarmak mümkündür (mefhûm-u muhâlefet).
Durum böyle olunca, içinde pek çok hayır duâ, rahmet
ve istiğfar âyetlerinin bulunduğu Kur’ân’ın, Müslüman/mümin olarak vefât edenlere
okunması neden mümkün ve câiz olmasın? İşte, yukarıdaki âyete göre bu soruya,
“mümkündür/câizdir” cevabı vermekten başka çarenin olmadığı görülmektedir.
2. Vefât eden bir Müslüman’a kılınan cenâze
namazı, onun için bir duâ ve istiğfardan ibaret olup farz-ı kifâyedir.[48]
Zîrâ Resûlullah (sav) ölülere namaz kılınmasını sarâhaten
emretmiştir:
“Ölülerinize, gece ve gündüz (cenâze) namazı
kılınız.”[49]
Ayrıca cenâze namazının faziletli olduğunu[50] ve
kılana büyük ecir verileceğini de haber vermiştir:
“Kim cenâze namazı kılarsa ona bir kırat (sevâp) vardır… Resûlullah’a
kırat nedir, dediler. Resûlullah, “büyük bir dağ gibi[ecir]dir”
buyurdu.”[51]
Öte yandan Resûlullah (sav), cenâze namazında Fatiha sûresinin
okunmasını istemiştir. Bu konuda Ümmü Şerik el-Ensariyye şöyle demektedir: “Resûlullah
bize, cenâze[namazın]da Fatiha’yı okumamızı emretti”.[52] İbn
Abbas da “Resûlullah’ın, cenâze[namazın]da Fatiha sûresini okuduğunu”[53] nakletmektedir.
Kılınan bu cenâze namazının vefat edene bir hayli
yararı da vardır:
“Bir zenci kadın (veya bir genç) mescidi süpürürdü. Bir gün Resûlullah
onu göremedi. Ve onu sordu. Sahâbîler, “o öldü” dediler. Bu cevap üzerine Resûlullah
onlara şöyle dedi: Bana vefâtını haber vermeli değil miydiniz? Sahâbîler sanki
onu küçümsemişler, hafife almışlardı. Resûlullah, “onun kabrini bana gösteriniz”
buyurdu. O kişinin kabrini Resûlullah’a gösterdiler. Resûlullah bu kişinin
kabri üzerine namaz kıldıktan sonra şöyle buyurdu: Şu kabirlerin içi kabir
sahiplerine (işkence olacak seviyede) zulmetle doludur. Yüce Allah,
üzerlerine kılacağım namaz ile onlar için kabirleri aydınlık yapar.”[54]
“Üzerine yüz Müslüman’ın (cenâze) namazı
kıldığı kişi[nin günahları] bağışlanır.”[55]
“Üzerine (Müslümanlardan oluşan) üç saffın (cenâze)
namazı kıldığı kişiye (Allah rahmetini, mağfiretini...) vâcip kılar.”[56]
Nakledilen bu verilerden, ölüye Kur’ân okunamayacağı
değil, tam aksine okunması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Şöyle ki, esâsen duâ
ve istiğfardan ibaret olup ölüye faydası dokunan cenâze namazı kılmak farz-ı
kifâye ve bu namazda, ölülere hitâp etmeyen Fâtiha sûresinin okunması
gerekmekte ise, ölüye Kur’ân okumak da gerekmektedir.
3. Bir hadisinde Resûlullah şöyle demektedir:
“Ölülerinize Yâsîn (sûresini) okuyunuz.”[57]
Halbuki bu sûrede Kur’ân’ın, dirilerin uyarılması için
indirildiği açıkça ifadeye konmuştur:
“(Bu Kur’ân, Muhammed’e
vahyedilmiştir) ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap)
söz[ü] hak olsun.”[58]
Dikkat edilirse ölülere Kur’ân okunamayacağını
savunanlara göre bu hadis, mezkûr âyetle çelişmektedir. Çünkü bir taraftan
hadiste, ölmüş veya ölmek üzere olan kişilere Yâsîn sûresinin okunması
istenmekte, diğer taraftan söz konusu sûrenin yukarıda zikredilen 70. âyetinde
Kur’ân’ın dirileri uyarmak için nazil olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Yâsîn
sûresinde ölülere hitâp eden yani onları, birtakım yaptırımlarla mükellef tutan
başka bir âyet de bulunmamaktadır.
Halbuki mezkûr hadisle âyet arasında herhangi bir
tenâkuz olmamalıdır. Zîrâ, ölüye Yâsîn sûresini okumaktan maksat, ölülerin bu
sûrede yer alan hususları yerine getirmekle mükellef tutulmaları değil, adı
geçen sûrenin okunmasından dolayı Yüce Allah tarafından verilen ecrin ölülere
hibe edilmesi olmalıdır. İşte böyle kabul edilirse ancak âyetle hadis
arasındaki çelişki ortadan kalkar. Aksi halde, mezkûr âyetle hadisin
birbirleriyle çelişmesini izale etmek mümkün olmaz.
Konuya ilişkin
olarak Hz. Ebû Bekir tarafından nakledilen, “kim, ebeveyninin (anne ve babasının)
veya o ikisinden birinin kabrini Cuma günü ziyaret ederek (orada) Yâsîn
sûresini okursa o (kabirde olan Allah tarafından) bağışlanır”[59]
hadisi de yukarıdaki görüşümüzü destekler mâhiyettedir.
Anlaşılan o ki, ölen bir kimse adına okunan Yâsîn
sûresi, ölenin bağışlanmasına vesile olmaktadır.
Çünkü âhiret âlemi, teklîf (mükellef tutma) değil,
iyilik veya kötülük olarak mücâzat yani, dünyada iken yapılan iyi veya kötü
işlerin, sevâp veya ıkâb olarak karşılıklarının verileceği daimi bir yerdir:
“Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür…”[60]
“İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.”[61]
“O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak
yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.”[62]
Önemine binâen burada şu hususu belirtelim ki Kur’ân,
kendisinin tamamına dendiği gibi herhangi bir sûresine veya bir âyetine de (Kur’ân)
denmektedir.[63] Bu nedenle ölüye Yâsîn
sûresinin okunması istenince, bu aynı zamanda Kur’ân’ın tamamının (hatim) ya da
herhangi bir sûre veya âyetinin de okunabileceği anlamına gelmektedir.
4. Kur’ân’da, hayatta
olanların, vefât etmiş olan müminler için duâ edip Allah’tan mağfiret
diledikleri açıkça yer almaktadır:
“Bunların
arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş
imanlı kardeşlerimizi bağışla!..”[64]
Bu âyetin muhtevasına uygun olarak bir hadisinde Resûlullah
şunları söylemektedir:
“İnsan ölünce, üç şeyi dışında (kendisine sevâp kazandıracak)
ameli kesilir: Sürekli (sevâp kaynağı) olan sadaka, faydalanılan ilim ve
kendisine duâ eden sâlih bir çocuk.”[65]
Bu hadisi te’yid eder mâhiyette başka bir hadiste de Resûlullah
şöyle buyurmuştur:
“Bir adamın derecesi yükseltilir. O, bu nasıl oldu? der. Bunun üzerine
ona, “çocuğunun senin affını dilemesi/istemesi ile oldu” denilir.[66]
Hadislerde
kısaca çocuğun, ölmüş olan anne ve babası için yaptığı duânın kabul edildiği ve
edileceği haber verilmiştir.
Ayrıca
Resûlullah’ın ölülere duâ ettiği pek çok hadiste yer almaktadır.[67]
Burada
şöyle bir husus da akla gelmektedir: Çocuk, maddi ve manevi olarak çeşitli
nedenlerden dolayı anne ve babasına, diğer insanlardan daha yakın, duyarlı,
şefkatli ve merhametlidir… Bu açılardan çocuğun anne ve babasına duâ etmesi
gâyet tabiîdir; hatta ebeveynin, çocuk üzerindeki emek ve hakları dikkate
alındığında bu çocuğun onlara dua etmesinin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Buradan,
üzerindeki hakları nedeniyle çocuğun anne ve babasına dua etmesi gerekli
olunca, üzerlerinde, bu anne-babaya ait herhangi bir hak ve emek bulunmayan
başkaları tarafından söz konusu ebeveyne yapılan duânın, daha fazla kabûle
şâyân olabileceği sonucuna varılabilir.
İşte
yukarıdaki verilerden, ölü adına Kur’ân okumanın câiz ve hatta yararlı olduğu
neticesini çıkarmak mümkündür. Zîrâ, vefât eden müminlere duâ etmek, onların
bağışlanmalarını istemek câiz ise, onlar için, içinde pek duâ, merhamet,
mağfiret ve istiğfar âyetinin bulunduğu Kur’ân’ı okumak neden mümkün olmasın?
5.
Hadis
kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır:
“Resûlullah’a
bir kadın gelerek, “Yâ Resûlallah, annemin üzerinde bir ay oruç borcu vardı,
onun namına ben bu orucu tutabilir miyim?” diye sordu. Resûlullah, “onun namına
oruç tut” buyurdu. Kadın, “annem hiç hac yapmadı, onun namına ben hac yapabilir
miyim?” dedi. Resûlullah, “onun namına hac yap” buyurdu”.[68]
Şimdi,
ölen bir Müslüman’ın adına farz olan orucu tutmak[69]
ve haccı yapmak[70] câiz ise yani bu ibâdetlerin,
ölü adına başkası tarafından îfasıyla elde edilen sevâp ölüye gidiyorsa, Kur’ân’ın
okunmasıyla hâsıl olan ecir, bağışlandığı takdirde neden vefât edene ulaşmasın/gitmesin?
Tabii ki bu soruya da “ulaşır/gider” demekten başka çare yok gibi
görünmektedir. Zîrâ, farz olan oruç ve haccın îfasıyla kazanılan sevâp, Kur’ân
okumakla elde edilen sevâptan daha fazladır. Yani, sevâbın fazlası ölüye giderse,
-gayet tabii olarak- azı da gider diyebiliriz.
6. Ölülere Kur’ân okumanın
mümkün olmadığını savunanların öne sürdükleri gerekçelere göre, hiç fâiz alıp
vermeyenin fâizi[71], zinâ yapmayanın zinâyı[72],
içki içmeyenin içkiyi[73], Allah’a
şirk koymayanın şirki[74],
Allah’ı inkâr etmeyenin inkârı[75]
ve zulmetmeyenin de zulmü yasaklayan/tasvip etmeyen âyetleri[76]
okuduğu zaman bu âyetlerden hiç sevâp almaması gerekir.[77]
Çünkü böyle bir Müslüman/mümin zaten, söz konusu yasakları hiçbir zaman ihlal
etmemiştir. Yani, o şahıs bu tür günahları ve hataları hiç işlemediği için bu konularda
Kur’ân onu hedef almamakta/sorumlu tutmamakta, başka bir ifadeyle ona herhangi
bir müeyyide veya yaptırım ön görmemektedir.
Demek
ki, ‘ölülere Kur’ân okunamayacağı’ görüşü doğruyu yansıtmamaktadır. Kur’ân
okuyan bir Müslüman’a, okuduğu âyetlerin konusu ne olursa olsun sevâp/ecir verilmektedir/verilecektir.
Çünkü bu hususta, yukarıya kaydettiğimiz âyet ve hadislerde herhangi bir ayırım
yapılmamıştır.
Şimdi de ölülere okunan Kur’ân’ın kendilerine fayda
vermeyeceğini, dolayısı ile onlara Kur’ân okunmaması gerektiğini savunanların
delil olarak kullandıkları âyetlerden maksadın neler olduğuna kısaca değinelim:
a. “Biz onlardan önce
nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor musun, yahut
onların gizli bir sesini işitiyor musun?”[78]
Âyette, duyulmayan ve fısıltı halindeki sesleri dahi
işitilmeyenlerden maksat, inanmadıkları için helak edilen insanlardır.[79]
b. “Sen ölülere
duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı
işittiremezsin.”[80]
Bu
âyetlerde zikredilen insanlardan murâd ise, küfre sapanlardır. Burada kâfirler,
ölülere benzetilmişlerdir; ölülerin herhangi bir çağrıyı/sesi duymadıkları gibi
kâfirlerin de hak daveti/tebliği duymadıkları anlatılmak istenmiştir.[81]
c. “Dirilerle
ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere
işittiremezsin!”[82]
Mezkûr âyette sözü edilen ölülerden maksat da kâfirlerdir.
Aynı şekilde burada da küfre sapanlar ölülere benzetilmişlerdir.[83]
Demek ki, yukarıya kaydettiğimiz âyetlerde, ilahî tebliği
duymayanlardan ve sağırlardan maksat, hak dîne inanmayan ve bu nedenle ölülere
benzetilmiş insanlar olup Müslümanlar/müminler değillerdir. Dolayısı ile söz
konusu âyetler, ölülere Kur’ân okunmaması gerektiğini ileri sürenlere herhangi
bir delil teşkil etmemektedirler.
Öte yandan, Müslüman olarak ölenlerin kendilerine
yapılan hitâpları ve diğer sesleri duydukları hadislerle sâbittir:
“Resûlullah Medine’nin mezarlarına uğradı ve yüzünü onlara doğru
çevirerek şöyle buyurdu: Allah’ın selamı üzerinize olsun ey kabirlerin ehli!
Yüce Allah hem bizi ve hem de sizi afvetsin. Siz bizim selefimizsiniz/önceden
gidenlerimizsiniz, bir de arkanızdan geliyoruz.”[84]
“(Mümin) bir kul, kabre konulup onun arkadaşları (oradan) geri
dönüp ayrıldıklarında –ki ölü, onlar yürürken ayakkabılarının sesini muhakkak
işitir- ona iki melek gelir…”[85]
Esâsen bizim iddiâmızın, ölülere yapılan hitâbın onlar
tarafından duyulup duyulmaması ile bir ilgisi yoktur. Çünkü biz, okunan Kur’ân’dan
dolayı verilen ecrin onlara bağışlanmasının câiz ve hatta yararlı olduğunu
savunuyoruz. Bu bağış ölülerin, okunan Kur’ân’ı duymamaları halinde de gerçekleşmektedir.
d. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[86]
Bu âyet, siyak ve sibakı ile birlikte değerlendirildiğinde
bir çok anlama gelmekle beraber konumuzla ilgili olarak şu manaları da ihtivâ
etmektedir:
Âyetler, sorumluluğun bireyselliği prensibini ortaya
koymaktadırlar. Herkesin kendi vebâlini ve günahını yine kendisinin çekeceğini bildirmektedirler.
Bu, Hıristiyanlıkta yer alan, Adem’in bütün insanlığa geçtiği kabul edilen
ezeli günah telakkisini de reddetmektedir. Çünkü hiç kimse, kendisinin neden
olmadığı bir günahtan/suçtan sorumlu tutulamaz; günah ve sevâp, kötülük ve
iyilik şahsidir, insanın kendisine aittir, verasetle bir başkasına geçmez.[87]
Dikkat edilirse âyet[ler]de, Kur’ân okuyan bir kişinin
elde ettiği ecri, Müslüman olarak ölen başka birine hibe etmesi
yasaklanmamıştır. Dolayısı ile söz konusu âyet, ölülere Kur’ân okunmasının
mümkün olmadığını savunanlara bir delil teşkil etmemektedir.
e. “Herkesin kazandığı (hayır) kendine,
yapacağı (şer) de kendinedir.”[88]
f. “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa
aleyhinedir.”[89]
Yukarıdaki âyette (Necm/39) olduğu gibi, hemen hemen
aynı anlamları ihtivâ eden bu âyetlerde de kısaca, yapılan iyiliklerin sevâbının
ve kötülüklerin günahının şahsî yani, onları bizzat yapanlara/fiilen
işleyenlere ait oldukları bildirilmiştir.[90]
Ayrıca bu beyanlarda, Kur’ân okuyanın elde ettiği ecri, Müslüman/mümin olarak vefât
eden başka bir kişiye bağışlamasına engel teşkil edecek hiçbir işaret yoktur. Dolayısı
ile bu âyetlerin de ‘ölülere Kur’ân okunmaz’ iddiâsında bulunanlara delil olması
mümkün görünmemektedir.
Sonuç:
Çeşitli nedenlere binâen zaman zaman tartışılan ölülere
Kur’ân okunup okunamayacağı meselesi, son günlerde tekrar gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Esâsen tatbik edilmek için indirilen Kur’ân’ın,
tefekkürü, tilâveti ve hatta dinlenmesine bile sevâp verilmektedir. Bu konuda
herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. İhtilaf, Kur’ân’ın ölülere okunup
okunamayacağı meselesindedir. Bazıları, bir takım gerekçelere dayanarak ölülere
Kur’ân okunamayacağını ileri sürmektedirler. Ancak ilgili âyet ve hadisler,
ölülere de Kur’ân okumanın câiz ve hatta faydasının bulunduğunu ortaya koyacak mâhiyettedirler.
Ölülere Kur’ân okumanın mümkün olduğunun delilleri,
bunun imkansız ve faydasının olmadığını savunanların gerekçelerinden daha
sağlam ve kuvvetli görünmektedir.
Önemine binâen son olarak bir kez daha vurgulayalım
ki, biz ölülere Kur’ân okumanın doğru ve faydası olduğunu ileri sürerken Kur’ân’ın,
ölülere hitâp ettiğini, diğer bir ifadeyle onları mükellef tuttuğunu iddiâ etmiyoruz.
Bizim görüşümüz, “esâsen yaşanmak için indirilen Kur’ân’ın, bu temel
amacına ilâveten onun tamâmı (hatim) veya herhangi bir sûresi ya da âyeti
okunduğunda elde edilen ecrin, vefât eden başka bir Müslüman kişiye hibe
edilmesinin/bağışlanmasının dînen mümkün/câiz ve faydasının olduğu”
şeklindedir.
Bibliyografya
Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş
Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat.
Ateşmen, Mustafa, Avrupalı Gözüyle İslâm,
İstanbul, 1971.
Beyhekî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn, Şu’abu’l-Îmân,
(tahkik, Ebû Hêcir Muhammed es-Sa’îd b. Besyûnî Zeğlûl), 1. baskı,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990/1410.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi,
İstanbul, 1973.
Buhârî, Muhammed b. İsmâ’îl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul,
1981.
Bulaç, Ali, “Kur’ân Tarih ve Tarihsellik”, Yeni Ümit, 58. sayı,
Ekim-Kasım-Aralık 2002.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, 5.
baskı, Ankara, 1985.
Danişmend, İsmail Hâmi, Garb İlminin
Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. baskı, İstanbul, Ekim 1978.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b.
Abdirrahmân b. el-Fazl b. Behrâm, Sünenu’d-Dârimî,
İstanbul, 1981.
Ebû
Dâvud, Süleymân b. el-Eş’as, Sünenu Ebî Dâvud, İstanbul, 1981.
Eşref
Edip, Kur’ân
(Garb Mütefekkirlerine Göre), 2. baskı (tab’), İstanbul, 1958/1378.
Ğazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, Mektebetü
Mısır/Dâru Mısr li’t-Tıbâ’a.
İbn
Atiyye, Ebu Muhammed
Abdu’l-Hak b. Ğalib, el-Muharraru’l-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz,
(tahkik, Abdusselam Abduşşafi Muhammed), 1. baskı, Beyrut, 1993.
İbn
Ebî Şeybe, Abdullah
b. Muhammed, el-Musannef fî’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâr, (tahkik, Se’îd Muhammed
el-Lahhâm), Dâru’l-Fikr, 1. baskı, Beyrut, 1409/1989.
İbn
Mâce, Ebû Abdillah
Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbn Mâce,
İstanbul, 1981.
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed b. Cafer, Kitâbu’l-Mevzû’ât
mine’l-Ehâdîsi’l-Merfû’ât, (tahkik, Nureddin b. Şükri b. Ali Bûyâcîlâr), 1.
baskı, Riyad/Beyrut, 1997.
-----,
Zâdu’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsir, 4. baskı, Beyrut, 1987.
Kandehlevî, Muhammed Zekeriyyâ’, Fezâ’il-i
‘Amâl, (terceme, Yusuf Karaca), İstanbul, 1997.
el-Kanûcî, Ebu’t-Tayyib Sıddîk b. Hasan b. Ali
el-Huseyni, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’ân, (haşiyeleri ilave eden,
İbrahim Şemseddin), 1. baskı, Beyrut, 1999.
Kâsimî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinu’t-Te’vîl,
2. baskı, Beyrut, 1978.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi
li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut.
Mâlik b. Enes, el-Muvatta, (tahkik, Dr. Beşşâr ‘Avvâd Ma’rûf, Mahmûd Muhammed
Halîl), 1. baskı, Beyrût, 1992/1412.
Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân,
9. baskı, Beyrut, 1982.
Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu
Müslim, İstanbul, 1981.
Nesâ’î, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâ’î, İstanbul,
1981.
en-Nisâburi, Nizamuddin el-Hasen b. Muhammed b.
Huseyn el-Kummi, Ğaraibu’l-Kur’ân ve Rağâibu’l-Furkan, 1. baskı, Beyrut,
1996.
Semerkandi, Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b.
Ahmed b. İbrahim, Bahru’l-Ulûm, (tahkik, Ali Muhammed Muavvaz –
Adil Ahmed Abdulmevcud – Zekeriyya Abdulmecid en-Nûtî), 1. baskı, Beyrut, 1993.
Serahsi, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebi
Sehl, el-Mebsût, Daru’l-marife, Beyrut, 1989.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr
el-Cami Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsir, Daru’l-hayr,
1. baskı, Beyrut.
et-Taberânî, Ebû’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemu’l-Evsat,
(tahkik, Târık b. ‘Ivezullah b. Muhammed - Abdulmuhsin b. İbrahim el-Huseynî),
Daru’l-Haremeyn, Kahire, 1995/1415.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevrate, Sünenu’t-Tirmizî,
İstanbul, 1981.
ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân
fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1. baskı, Beyrut, 1995.
· Bahattin DARTMA (Prof. Dr.), Üniversitesi, VAN. e-mail: bahagani@gmail.com
[1]. Zümer/39, 23.
[2]. İsrâ’/17, 9. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ
bkz., Bakara/2, 97, 185; En’âm/6, 157; İsrâ’/17, 82; Lokmân/31, 3; Şûrâ/42, 52;
Câsiye/45, 11, 20; Necm/53, 23.
[3]. ‘Âl-i ‘İmrân/3,
103.
[4] Araf/7, 3. Başka
âyetler için meselâ bkz., En’âm/6, 153, 155; Nahl/16, 44; Sad/38, 29;
Zühruf/43, 43; Kamer/54, 17.
[5]. Enbiyâ’/21, 10.
[6]. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi
li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, XI, 273.
[7]. Mâlik b.
Enes, el-Muvatta, (tahkik, Dr.
Beşşâr ‘Avvâd Ma’rûf, Mahmûd Muhammed Halîl), 1. baskı, Beyrût, 1992/1412,
Kader, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982, III, 26; Tirmizî,
Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b.
Sevrate, Sünenu’t-Tirmizî, İstanbul, 1981, Menâkıb, 31.
[8]. Dârimî,
Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân b. el-Fazl b. Behrâm, Sünenu’d-Dârimî, İstanbul, 1981, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 1; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 14.
Kur’ân’ı okuyup uygulamanın fazileti ve önemi hakkında bkz., İbn Mâce,
Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd
el-Kazvînî, Sünenu İbn Mâce, İstanbul, 1981, Mukaddime, 16; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 2, 13.
[9]. İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef
fî’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâr, (tahkik, Se’îd Muhammed el-Lahhâm), Dâru’l-Fikr, 1.
baskı, Beyrut, 1409/1989, Kitâbu Fezâ’ili’l-Kur’ân (26), 16, (cilt, VII, sayfa,
164); Beyhekî, Ebû Bekr Ahmed b.
el-Huseyn, Şu’abu’l-Îmân, (tahkik, Ebû Hêcir Muhammed es-Sa’îd b. Besyûnî
Zeğlûl), 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990/1410, II, 352.
[10]. İbn Mâce,
Tıb, 38, 41.
[11]. Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu
Müslim, İstanbul, 1981, Salâtu’l-müsâfirîn ve Kasruhâ, 266, 267.
[12]. Beyhekî, Şu’abu’l-Îmân,
II, 331; Kurtubî, el-Câmi, I, 40.
[13]. Mâlik,
Muvatta, Kur’ân, 11.
[14]. Kurtubî, el-Câmi, I, 26.
[15]. Kurtubî, el-Câmi, I, 21.
[16]. Kurtubî, el-Câmi, I, 40.
[17]. Ğazâlî,
Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn, Mektebetü Mısır/Dâru Mısr li’t-Tıbâ’a, I, 275.
[18]. Kandehlevî, Muhammed Zekeriyyâ’, Fezâ’il-i ‘Amâl,
(terceme, Yusuf Karaca), İstanbul, 1997, s. 383.
[19]. Ahmed b. Hanbel, III, 440; Ebû Dâvud, Süleymân b. el-Eş’as, Sünenu
Ebî Dâvud, İstanbul, 1981, Vitr, 14.
[20]. Furkân/25, 30.
[21]. Nisâ’/4, 82.
[22]. Muhammed/47, 24. Konuya ilişkin başka âyetler için
meselâ bkz., Yûsuf/12, 2; İsra/17, 41; Zühruf/43, 3.
[23]. İbn Mâce,
Mukaddime, 16.
[24]. Ahmed b. Hanbel, II, 164, 165, 189; İbn Mâce, İkâmetu’s-salât, 178.
[25]. Beyhekî, Şu’abu’l-Îmân,
II, 360; Ğazâlî, İhyâ’, I, 282.
[26]. Beyhekî, Şu’abu’l-Îmân,
II, 331; Kurtubî, el-Câmi, I, 39.
[27]. Ğazâlî, İhyâ’, I, 277.
[28]. Eşref Edip, Kur’ân (Garb
Mütefekkirlerine Göre), 2. baskı (tab’), İstanbul, 1958/1378, s. 48-49.
[29]. Beyhekî, Şu’abu’l-Îmân,
II, 354.
[30] İbn Ebî Şeybe, Kitâbu Fezâ’ili’l-Kur’ân (26),
3, (cilt, VII, sayfa, 153). Benzer anlamda başka bir hadis için meselâ bkz., Dârimî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 1; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 16. Konuya
ilişkin başka hadisler için bkz., Tirmizî,
Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 6, 25.
[32]. Ebû Dâvud,
Salât, 349; et-Taberânî, Ebû’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemu’l-Evsat,
(tahkik, Târık b. ‘Ivezullah b. Muhammed - Abdulmuhsin b. İbrahim el-Huseynî),
Daru’l-Haremeyn, Kahire, 1995
m ./1415 h., IV, 126 (hadîs no., 3780).
[33]. Beyhekî, Şu’abu’l-Îmân,
II. 358.
[34]. ‘Arâf/7, 204.
[35]. Danişmend, İsmail Hâmi, Garb İlminin
Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. baskı, İstanbul, Ekim 1978,
s. 58. (Blachere’nin bu sözü, “Le Coran” adlı eserinin 1957 tarihli baskısının
200. sayfasının 4. dipnotundan alınmıştır).
[36]. Bulaç,
Ali, “Kur’ân Tarih ve Tarihsellik”,
Yeni Ümit, 58. sayı, Ekim-Kasım-Aralık 2002, s. 54.
[37]. Ateşmen, Mustafa, Avrupalı Gözüyle İslâm,
İstanbul, 1971, s. 133.
[38] Bakara/2, 233. Konuya ilişkin başka âyetler için bkz.,
Bakara/2, 286; Enâm/6, 152; Araf/7, 42; Mü’minûn/23, 62.
[39] Meryem/19, 98.
[40] Neml/27, 80; Rum/30, 52.
[41] Fatır/35, 22.
[42] Necm/53, 39.
[43] Bakara/2, 286.
[44] Fussilet/41, 46. Benzer anlam ifade eden başka bir
âyet için meselâ bkz., İsra/17, 7.
[45] Tevbe/9, 84.
[46] en-Nisâburi, Nizamuddin el-Hasen b. Muhammed b.
Huseyn el-Kummi, Ğaraibu’l-Kur’ân ve Rağâibu’l-Furkan, 1. baskı, Beyrut,
1996, III, 513; Kâsimî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinu’t-Te’vîl,
2. baskı, Beyrut, 1978, VIII, 285.
[47] Kâsimî, Mehâsinu’t-Te’vil, VIII, 286.
Ayrıca bkz., Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr
el-Cami Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsir,
Daru’l-hayr, 1. baskı, Beyrut, V, 132.
[48] Serahsi, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebi
Sehl, el-Mebsût, Daru’l-marife, Beyrut, 1989, II, 126; Kâsimî, Mehâsinu’t-Te’vîl,
VIII, 285.
[50] Tirmizî, Cenâiz, 49.
[51] Buhârî, Muhammed b. İsmâ’îl, Sahîhu’l-Buhârî,
İstanbul, 1981, Cenâiz, 59; Müslim, Cenâiz, 17/52, 53, 54, 57; Ebû
Dâvud, Cenâiz, 40, 41; İbn Mâce, Cenâiz, 34.
[52] Tirmizî, Cenâiz, 39; İbn Mâce, Cenâiz,
22.
[53] Buhârî, Cenâiz, 64; İbn Mâce, Cenâiz,
22; Tirmizî, Cenâiz, 38.
[54] Müslim, Cenâiz, 23/71; Ebû Dâvud,
Cenâiz, 55, 57; İbn Mâce, Cenâiz, 32; Nesâ’î, Ebû Abdirrahman
Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâ’î, İstanbul, 1981, Cenâiz, 94.
[55] İbn Mâce, Cenâiz, 19.
[56] Tirmizî, Cenâiz, 40; İbn Mâce, Cenâiz,
19.
[57] Ahmed b. Hanbel, V, 26; Ebû Dâvud,
Cenâiz, 19, 20; İbn Mâce, Cenâiz, 4. Bu hadisin bazı rivâyetlerinde, “ölmek
üzere/hasta döşeğinde/son nefeste olan kişi” gibi ifadeler yer almaktadır.
Ölmek üzere olan kişinin de Kur’ân’ın taleplerine cevap verme imkânı yoktur.
Dolayısı ile bu tür farklı ifadeler bizim görüşümüze herhangi bir halel
getirmemektedir. Çünkü biz, çalışmamızın metninde de önemine binâen birkaç kez
işaret edildiği gibi ölülere Kur’ân okumaktan maksadın, ‘ölülerin okunan
Kur’ân’ın ihtivâ ettiği emir ve yasaklarla mükellef tutulmaları değil, verilen
ecrin onlara hibe edilmesi olduğunu’ savunuyoruz.
[58] Yâsîn/36, 70.
[59] İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b.
Muhammed b. Cafer, Kitâbu’l-Mevzû’ât mine’l-Ehâdîsi’l-Merfû’ât, (tahkik,
Nureddin b. Şükri b. Ali Bûyâcîlâr), 1. baskı, Riyad/Beyrut, 1997,
Kitâbu’l-Kubûr/46, 11 (1784), (cilt, III, sayfa, 555).
[60] Mümin/40, 40.
[61] Zühruf/43, 72.
[62] Yâsîn/36, 54. Benzer anlamda başka bir âyet için
meselâ bkz., Âl-i İmrân/3, 185.
[63] ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân
fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1. baskı, Beyrut, 1995, I, 22; Bilmen, Ömer
Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul, 1973, I, 10; Mennâu’l-Kattân,
Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, 9. baskı, Beyrut, 1982, s. 20; Cerrahoğlu,
İsmail, Tefsir Usulü, 5. baskı, Ankara, 1985, s. 34.
[64] Haşr/59, 10. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ
bkz., İbrahim/14, 41; Muhammed/47, 19.
[65] Müslim, Vasiyet, 3/14.
[66] İbn Mâce, Edeb, 1.
[67] Meselâ bkz., Müslim, Cenâiz, 4/7, 35/102; Ebû
Dâvud, Cenâiz, 14, 15, 16, 17; İbn Mâce, Cenâiz, 23; Tirmizî,
Cenâiz, 7, 38, 59; Nesâ’î, Cenâiz, 103.
[68] Müslim, Sıyam, 27/157. Konuya ilişkin başka
hadisler için meselâ bkz., Buhârî, el-İhtisâr ve Cezâu’s-Sayd, 33, 34,
35.
[69] Bakara/2, 183, 187.
[70] Bakara/2, 196; Âl-i İmran/3, 97.
[71] Meselâ bkz., Bakara/2, 275, 276; Âl-i İmran/3, 130;
Nisa/4, 161; Rum/30, 39.
[72] Meselâ bkz., İsra/17, 32; Nur/24, 33; Furkan/25, 68.
[73] Meselâ bkz., Bakara/2, 219; Maide/5, 90-91.
[74] Meselâ bkz., Nisa/4, 36; Enam/6, 151; Araf/7, 33;
İsra/17, 22, 39; Kehf/18, 110; Hac/22, 31; Şuara/26, 213; Lokman/31, 13.
[75] Meselâ bkz., Bakara/2, 39, 108, 126, 161; Âl-i
İmran/3, 4, 19, 70, 90-91, 98, 101, 106, 156; Nisa/4, 56, 136, 167-168;
Maide/5, 5, 10, 12, 86, 115; Enam/6, 30; Enfal/8, 35, 52; Tevbe/9, 90;
Yunus/10, 4; Hud/11, 17; Nahl/16, 88; Kehf/18, 106; Hac/22, 19, 57, 72; Nur/24,
55; Rum/30, 16; Fatır/35, 36; Yâsîn/36, 64; Zümer/39, 63; Casiye/45, 11;
Muhammed/47, 34; Hadid/57, 19; Teğabün/64, 10; Mülk/67, 6.
[76] Meselâ bkz., Bakara/2, 59; Nisa/4, 168; Araf/7, 9,
162, 165; Tevbe/9, 36; Yunus/10, 13, 52; Hud/11, 94, 101, 113, 116; Kehf/18,
59, 87; Şuara/26, 227; Sebe/34, 42; Zümer/39, 51; Tur/52, 47.
[77] Bu yasakları çoğaltmak mümkündür. Biz burada,
Kur’ân’da yer alan yasaklardan -örnek olarak- sadece bir kısmını zikrettik.
[78] Meryem/19, 98.
[79] el-Kanûcî, Ebu’t-Tayyib Sıddîk b. Hasan b. Ali
el-Huseyni, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’ân, (haşiyeleri ilave eden,
İbrahim Şemseddin), 1. baskı, Beyrut, 1999, IV, 323; Ateş, Süleyman, Yüce
Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, V, 403-404.
[80] Neml/27, 80; Rum/30, 52.
[81] Semerkandi, Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b.
Ahmed b. İbrahim, Bahru’l-Ulûm, (tahkik, Ali Muhammed Muavvaz –
Adil Ahmed Abdulmevcud – Zekeriyya Abdulmecid en-Nûtî), 1. baskı, Beyrut, 1993,
III, 16; İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemaluddin Abdurrahman b. Ali b.
Muhammed, Zâdu’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsir, 4. baskı, Beyrut, 1987, VI,
189.
[82] Fatır/35, 22.
[83] Semerkandi, Bahr, III, 484; İbn
Atiyye, Ebu Muhammed Abdu’l-Hak b. Ğalib, el-Muharraru’l-Vecîz fi
Tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, (tahkik, Abdusselam Abduşşafi Muhammed), 1. baskı,
Beyrut, 1993, IV, 436; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, VI, 484.
[84] Tirmizî, Cenâiz, 59; Nesâ’î, Cenâiz,
103. Bu konuda pek çok hadis vardır. Meselâ bkz., Müslim, Cenâiz,
35/102; Ebû Dâvud, Cenâiz, 77, 79; İbn Mâce, Cenâiz, 36.
[85] Buhârî, Cenâiz, 66.
[86] Necm/53, 39.
[87] Ateş, Çağdaş Tefsir, IX, 133-134.
[88] Bakara/2, 286.
[89] Fussilet/41, 46.
[90] Bkz., Ateş, Çağdaş Tefsir, I, 506, VIII,
146-147.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...