8 Ocak 2017

KUR’ÂN’IN DİRİLERE DE ÖLÜLERE DE FAYDA VEREN ÇOK YÖNLÜ İLAHİ BİR MESAJ OLUŞU ÜZERİNE /Prof.Dr. Bahattin DARTMA

KUR’ÂN’IN DİRİLERE DE ÖLÜLERE DE FAYDA VEREN ÇOK YÖNLÜ İLAHİ BİR MESAJ OLUŞU ÜZERİNE·
                    Özet:
Kur’ân, bütün insanlığın hidâyeti için nazil olmuş son ilâhî mesajdır. Bu kutsal kitabın okunması, anlaşılması ve uygulanmasına yönelik tüm çabalara sevâp verilmektedir. Ancak son zamanlarda bazıları çeşitli gerekçelerle Kur’ân’ın, diriler için indirildiği, onu ölülere okumanın faydasız ve yersiz olduğu şeklinde birtakım görüşler serdetmektedirler. Bu tür iddiâların, toplumun bazı kesimleri tarafından benimsenip savunulduğu da görülmektedir. Ancak, âyet ve hadislerdeki veriler Kur’ân’ın, dirilere olduğu gibi ölülere de faydası olan çok yönlü mümtaz bir kitap olduğunu ortaya koyacak niteliktedirler.
İşte biz bu çalışmamızda, Kur’ân’ın ölülere okunmasının câiz ve mümkün olmadığını savunanların bu görüşlerinin yanlışlığını, onun ölülere de okunmasının doğru ve yararlı olduğunu, âyet ve hadislere dayanarak gâyet anlaşılır bir dil kullanmak suretiyle ortaya koymaya çalışacağız.
Anahtar kelimeler: Kur’ân, ölü, hatim, cenâze namazı, duâ, ecir/sevâp.

THE QUR'AN’S HAVİNG VERSATİLE, DİVİNE AND USEFUL MESSAGE FOR THE DEAD AND LİVİNG
Abstract:
The Qur'an, the last divine message, was sent to protect and regenerate all humanity. All efforts to read, understand and implement this holy book are regarded
as good deed. Yet some of the recent commentators claim that the Qur'an is sent for the living, not for the deads; they also claim that it is useless and baseless to read the Qur’an for the deads. Besides, it is seen that these types of claims are  adopted by some parts of the society. However, the data of Qur'an and the hadiths show that  the Qur'an has versatile, divine and useful messages for  the dead and living.
Here in this study we will reveal the falsity of those who claim that reading the Qur’an for the dead is not possible and useful. We will also show that it is also useful and possible to read it for the dead and living. This explanation is done in line with the Qur’anic verses and hadiths and by using an easy language to understand.
Key words: Qur'an, dead, hatim, funeral prayers, the prayers, good deed.

Giriş:
Evrensel değişmez değerler sistemi olan Kur’ân, bütünüyle insanlığı hidâyete erdirmek yani, insanoğluna en üst düzeyde dünya ve âhiret saâdetini, huzur ve refahını sağlamak için indirilmiştir. Bu öncelikli amacını pek çok âyetinde serdetmiştir:
İşte bu Kitâp, Allahın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği/getirdiği hidâyet rehberidir.”[1]
Bu Kurân, en doğru yola iletir.”[2]
Ancak Kur’ân’ın gösterdiği bu ideal hedefe ulaşmak için onun ihtivâ ettiği esasları dikkate almak lazımdır. Kısaca Kur’ân’ı, tam anlamıyla fert ve toplum hayatına yansıtmak, başka bir ifadeyle hayatı Kur’ân’a göre inşa etmek ve yapılandırmak gerekmektedir. Kur’ân, tam olarak insan ve toplum hayatına sokulursa işte o zaman onun ön gördüğü seviyeye ulaşılmış olunur. Ancak onu uygulamak için anlamak, anlamak için de okumak iktiza etmektedir. Yani Kur’ân’ı tatbik etmeden önce, onu okuma ve anlama safhalarını geçmek lazımdır. Zîrâ, Kur’ân’ın prensiplerini, talep ve tavsiyelerini hayata geçirmeden, onu sadece okumanın ve üzerinde tefekkür etmenin asıl istenen hedefe ulaşma açısından bir bakıma kayda değer bir tarafı olmasa gerektir. Çünkü Kur’ân’ı uygulamadan, sadece okumak ve düşünmek, sevâp kazanmak gibi kişisel bir takım faydalar sağlamaktan öteye geçmemektedir.
Şimdi sondan başa doğru bu safhaları sıralayalım:
A. Kur’ân’ı uygulamak
Kur’ân, bu asıl amacını açık bir şekilde ortaya koymuştur:
Toptan Allahın ipine sarılın, ayrılmayın...[3]
“Rabbinizden size indirilen[Kur’ân-ı Kerîm]e uyun…”[4]
Görüldüğü gibi âyetlerde, Kur’ân’a sarılmak ve itina ile uymak sarâhaten emredilmektedir.
Bu itibarla Sehl b. Abdillah, “andolsun size, içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitâp indirdik, aklınızı kullanmıyor musunuz?”[5] âyetinin “içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitâp kısmını, Kur’ân’ın uygulanması gerektiğini belirtmek için olmalı ki, “içinde hayatınızın olduğu şeylerle amel etmek[6] şeklinde yorumlamıştır.
Bu husus, hadislerde de açıkça yer almıştır:
Size iki şey bıraktım, bunlara sarıldığınız sürece sap[ıt]mazsınız, (çetin bir problem/ızdırap yaşamaz, sıkıntıya/zorluğa düşmez, çile/eziyet çekmezsiniz). Bunlardan biri Allahın kitâbı, diğeri ise Resûlullahın sünnetidir.”[7]
Hadiste kısaca, sapıtmamak, diğer bir ifadeyle hidâyetten ayrılmamak için Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın (sahih) sünnetine sıkıca sarılmaktan başka çarenin olmadığı ifade edilmiştir. Şu hadiste ise Kur’ân’a tutunmak başta olmak üzere onun bu hususta sahip olduğu çeşitli özelliklerinden bahsedilmektedir:
Allahın kitâbına sımsıkı sarılınız. Onda, sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meselelerin hükmü (çözümü/halli) ondadır. O, oyun-eğlence değil, doğru ile yanlışı/hak ile bâtılı birbirinden ayırandır. Onu büyüklenerek terk edene Allah öldürücü darbe vurur. Onun dışında hidâyet arayanı Allah saptırır. O, Allahın kopmaz-sağlam ipidir; hikmetle dolu zikir ve dosdoğru yoldur. O, kendisiyle (amel edildiği sürece) arzu ve isteklerin doğrudan sapmadığı, lisanların yanılmadığı, âlimlerin doy[uma ulaşa]madığı, çok oku[n]makla yıpranıp eskimeyen, incelikleri/sırları/nükteleri tükenmeyen bir kitâptır... Onu esas alarak konuşan doğru konuşmuş, onunla, amel eden sevâp kazanmış, tartışma yapan başarılı olmuş, karar veren doğru karar vermiş ve on[unl]a davet eden doğru yolu göstermiş olur...”[8]
Görüldüğü gibi hadiste, uygulandığı takdirde Allah’ın kitabının son derece müspet sonuçlara vesile olduğu anlatılmıştır.
Zîrâ Kur’ân’a sarılmak Allah’ın, kopması imkansız olan ipine yapışmaktır:
Kur’ân, bir ucu Allah’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan bir ip[mesabesinde]dir. Ona (sıkıca) sarılınız. İşte o zaman sap[ıt]maz ve helâk olmazsınız.[9]
Çünkü Kur’ân, deyim yerindeyse, insanların bütün problemlerini çözecek yegâne prospektüstür:
İlacın en hayırlısı Kurândır.”[10]
Bu itibarla olmalı ki, Kur’ân’ı yaşamaya çalışan biri gıpta edilmeye değer bulunmuştur:
Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir: Birisi, Allahın kendisine Kurân ihsan edip de gece-gündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de Allahın verdiği malı gece-gündüz fakirlere infak eden kimsedir.[11]
İşte bu hususun önemini kavramış olmalılar ki Ashâb-ı kirâm, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor ve pratik hayata yansıtmaya çalışıyorlardı. Meselâ, “Ömer b. el-Hattâb, Bakara sûresini on iki senede öğrenmiş, öğrendikten sonra da bir deve kurban etmiştir.[12]Abdullah b. Ömer, Bakara sûresini öğrenmek için üzerinde (tam) sekiz sene durmuştur.”[13]
Bu rivâyetlerden anlaşılıyor ki, Hz. Ömer ve oğlu Abdullah, söz konusu sûreyi sekiz-on yıldan fazla bir zaman zarfında okumuşlar, anlamışlar ve hayatlarına uygulamaya çalışmışlardır. Yoksa bu kadar uzun bir sürede onu sadece yüzünden okumak veya ezberlemekle yetinmemişlerdir.
Ayrıca o dönemde Kur’ân hâfızı olmak, günümüzde olduğu gibi Kur’ân’ı baştan sona hatasız ve eksiksiz olarak ezbere okumaktan ibaret değildi. Nitekim Ebû Ömer, Kur’ân hâfızını şöyle tavsif etmektedir:
Kurân hâfız[lar]ı, Kurânın hükümlerini, helâlini ve harâmını bilen ve onun içindekilerle amel edendir.”[14]
Abdullah b. Amr da Kur’ân hâfızında şu niteliklerin bulunması gerektiğini bildirmektedir:
Kurânın hükümlerini öğrenmesi, Allahın murâdını ve üzerine farz olanı anlaması, okuduğundan yararlanması, okuduğuyla amel etmesi gerekmektedir. Kurânın farzlarını ve hükümlerini ezberden okuyup da okuduğunu anlamaması ne kötü bir şeydir...”[15]
Bu bakımdan sahâbenin ileri gelen âlimlerinden biri olan Abdullah b. Mesûd’un şu sözleri oldukça anlamlıdır:
Bize, Kurânın lafızlarını ezberlemek zor, onunla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakilere Kurânı ezberlemek kolay, onunla amel etmek zor gelecek.”[16]Kurân, hükmüyle amel edilmek için nazil olmuş iken onlar, yalnız okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazı kimseler, Fâtihadan başlayarak hiç yanılmamak şartıyla Kurânı sonuna kadar okudukları halde hükmüyle amel etmemektedirler.”[17]
el-Hasenu’l-Basrî ise konuya ilişkin olarak oldukça karamsar, ancak gerçek olan şu tabloyu çizmektedir:
Önceleri insanlar Kurânı Allahın bir emri, fermanı bilir öyle davranırdı. Gece gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederdi. Şimdi siz onun harflerine, harekelerine çok dikkat ediyorsunuz, ama ilâhî emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hatta onları anlamıyorsunuz bile.”[18]
Görüldüğü gibi Abdullah b. Mesûd ve el-Hasenu’l-Basrî, günümüzün olumsuz manzarasını yıllar önce fotoğraflamışlardır.
Bu şıkkı Resûlullah’ın şu müjdeli sözleriyle bitirelim:
Kurânı okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyâmet günü parlaklığı dünyadaki güneşin parlaklığından daha fazla olan bir taç giydirilir. O halde Kurânı bizzat uygulayan hakkında ne düşünürsünüz? (Onun alacağı sevâbı siz takdir edin/ne giyeceğini siz düşünüp tahmin edin).”[19]
Dolayısı ile Kur’ân’ı asla elden bırakmamak lazımdır:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim, kavmim bu Kur’ân’ı (bütünüyle) terk etti!”[20]
Tabii ki Kur’ân’ı uygulamak için onu anlamak lazımdır. Şimdi bu safhaya kısaca temas edelim.
B. Kur’ân’ı anlamak
Şu âyetler, Kur’ân üzerinde düşünülmesi ve kafa yorulması gerektiğini sarâhaten ifade etmektedirler:
Kurânı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allahtan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.[21]
Kurânı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?”[22]
Resûlullah’ın Ebû Zerr’e hitâben söylediği şu, “oturup Allahın kitâbından bir âyeti anlaman, senin için yüz rekat (nâfile) namaz kılmandan daha hayırlıdır[23] rafine sözleri, Kur’ân’ı anlamanın önemini vurgulaması açısından oldukça manidardır.
Çünkü önemli olan Kur’ân’ı, hızlı bir şekilde kısa sürede okuyup bitirmek değil, anlayarak, tefekkür ederek okumaktır. Bu nedenle olmalı ki Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Kurânı üç günden az bir sürede okuyan onu[n manasını] anlayamaz.”[24]
Ebû Hamza, Abdullah b. Abbâs’a şöyle demiştir: “Ben Kur’ân’ı çok hızlı okuyorum; (meselâ) Kur’ân’ı, üç günde hatmediyorum (bitiriyorum).” İbn Abbâs ise ona şu anlamlı karşılığı vermiştir:
Bakara sûresini düşünerek tertîl ile bir gecede okumam bana, senin okuduğun şekilde[ki tilâvette]n daha doğru görünüyor.”[25]
Bu bakımdan Ebû Abdirrahmân es-Sülemî’nin şu sözü oldukça manidar görünmektedir:
Biz Resûlullah’tan Kurândan on âyet öğrenince, onun içeriğini, (yani) helâlini-harâmını, emrini-nehyini öğrenmeden başka bir on âyete geçmezdik.”[26]
Süleymân Dârânî de bu konudaki görüşünü şu sözleriyle serdetmiştir:
Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başka bir âyete geçmem.”[27]
Bu durum batılıların bile dikkatini çekmiştir. Meselâ bunlardan Edvard Barvn konuya dair tecrübesini şöyle dile getirmektedir:
Kur’ân’ı teemmül ettikçe (düşündükçe) ve manalarını derinden derine tetkik ettikçe, ona karşı hürmetim, ta’zîmim (saygım, hürmetim, onu büyük/ulu saymam) tazâyüd etmektedir (artmaktadır)…”[28]
Ancak, Kur’ân’ı anlamak için onu okumak gerekmektedir.
C. Kur’ân’ı okumak
Kur’ân okumak, şüphesiz ki en sevâplı amellerden biridir:
“Ümmetimin ibâdetinin en fazîletlisi Kur’ân okumaktır.”[29]
“Allah’ın rızasını isteyerek Kur’ân okuyana, her harfe karşılık, on hasene/sevâp verilir ve on günahı bağışlanır.”[30]
Hatta Kur’ân’ı zorlanarak okuyana iki kat sevâp takdir edilmektedir:
Kurân’[okuma]da mâhir olan, sefere denilen kerîm ve itâatkar meleklerle beraberdir. (Kur’ân-ı Kerîm’i) güçlük çekerek/kekeleyerek okuyana ise iki kat ecir vardır.[31]
Kur’ân okumanın pek çok faydasının olduğu konusu izahtan varestedir:
Allahın evlerinden (herhangi) bir evde, Allahın Kitâbı’nı okuyan, aralarında mutâla’a eden kavme sekînet iner; onları, rahmet bürür, melekler kuşatır ve bu kimseleri Allah kendi katındakiler arasında zikreder.”[32]
Evlerinizi namaz ve Kur’ân [okumak sureti] ile nurlandırınız.[33]
Hatta onu dinlemenin bile faydası vardır:
Kurân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.[34]
Kur’ân’ın bu hususiyeti, batılıların bile dikkatinden kaçmamıştır. Meselâ bunlardan Blachere konuya ilişkin görüşünü şu sözleriyle serdetmektedir:
Vahyedilen Allah kelâmının yüksek bir sesle okunması, dinleyenleri mucizevî bir tesir altında bırakır.”[35]
Bell de Kur’ân’ın bu özelliğini şöyle ifadeye koymuştur: “İnsan ruhu üzerinde Kur’ân-ı Kerîmden daha derin izler bırakan başka bir kitap yoktur.”[36]
Kur’ân’ın bu tesirini hissetmek için Arapça bilmek gerekmemektedir. Konuyla ilgili olarak John Davenport şöyle demektedir: “Arapça bilmeyen bir kimse Kurânı dinlese, onun Arapça eserlere olan üstünlüğünü derhal anlar...”[37]
Yeri gelmişken burada şu “Müslüman olan bir kimse, manasını anlamadan da Kur’ân okusa, bu tilâvetinden dolayı sevâp alır mı?” sorusunu cevaplamamız yerinde olur. Bunun mümkün olduğuna dair şunları söyleyebiliriz:
I. Kur’ân’ın tilâvetini teşvik eden âyet ve (sahih) hadislerde okunan Kur’ân’dan sevâp almak için, ‘onun manasının anlaşılması gerektiği’ şart koşulmamıştır. Buna göre Kur’ân, manası anlaşılmadan da okunsa takdir edilen sevâp alınmaktadır diyebiliriz.
II. Yukarıda zikredilen, “(Kur’ân’ı) güçlük çekerek/kekeleyerek okuyana iki kat ecir vardır” hadisinden, manasını anlamadan Kur’ân okuyana sevâp verildiği anlaşılmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ı güçlükle/kekeleyerek okuyan bir kimseye, onun manasını anlamayı şart koşmak, güç yetirilemeyecek derecede bir külfet yüklemek olur. Böyle bir yükümlülük ise doğru görünmemektedir. Zîrâ Yüce Allah Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:
“Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur.”[38]
Her ne kadar makalenin hacmine göre biraz uzun olsa da, konuya hazırlık olması için verdiğimiz bu bilgilerden sonra şimdi asıl incelemek istediğimiz, Kur’ân’ın ölülere okunup okunamayacağı meselesine geçelim.
Ancak, konuya başlamadan önce şunu belirtmemiz gerekmektedir ki bu çalışmamızda, adlarına Kur’ân okunan ölülerden kastımız Müslüman/mümin olan ölülerdir.
Ölülere Kur’ân okumanın fayda vermeyeceğini, dolayısı ile onlara Kur’ân okunamayacağını ileri sürenlerin gerekçeleri kısaca şöyledir:
Kur’ân, ölülere hitâp etmez; ölülere okunan Kur’ân, onlara yönelik değildir. Ölülerin, Kur’ân’ın taleplerine cevap verme, tavsiyelerine uyma imkânları yoktur.
Bu görüşte olanların, iddiâlarını delillendirmek için zikrettikleri âyetler de şunlardır:
a. “Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor musun, yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?”[39]
b. “Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.”[40]
c. “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!”[41]
d. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[42]
e. “Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.”[43]
f. “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir.”[44]
Şimdi, önce bu itirazları cevaplayalım, sonra da onların dayandıkları âyetlerin ifade ettikleri manalara değinelim:
Görüldüğü gibi yukarıdaki iddiâlarda özetle “Kur’ân’ın, ölüleri muhâtap almadığı, Zîrâ onların, Kur’ân’ın taleplerini yerine getirme imkânlarının bulunmadığı” ileri sürülmüştü.
Şunu öncelikle belirtelim ki ölülere Kur’ân okumaktan asıl gayenin, ölülerin Kur’ân’ın, emir, yasak ve tavsiyelerinin muhâtabı yani, onlarla mükellef olup olmadıklarına, onlar tarafından anlaşılıp anlaşılmadığına, uygulanıp uygulanmadığına bakılmaksızın, o (Kur’ân) okunduğu zaman elde edilen ecrin ölülere bağışlanması olduğunu düşünmekteyiz.
Şimdi bu görüşümüzün delil ve gerekçelerini sıralayalım:
1. Yüce Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır:
“Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma/duâ etme! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.”[45]
Müfessirlere göre âyette Resûlullah’ın, inkâr eden ve fâsık olarak ölenlere, cenâze namazı kılması ve kabirleri başında durup duâ etmesi yasaklanmıştır;[46] buna mukâbil, Müslüman/mümin olarak ölen bir kimse için cenâze namazı kılmak, duâ etmek ve onun bağışlanmasını istemek ise gerekli olmaktadır.[47] Çünkü âyetten, ‘Resûlullah’ın cenâze namazlarını kılmak ve kabirleri başında durup duâ etmek istediği kimseler eğer Müslüman olsalardı, o (Resûlullah) menedilmezdi’ anlamını çıkarmak mümkündür (mefhûm-u muhâlefet).
Durum böyle olunca, içinde pek çok hayır duâ, rahmet ve istiğfar âyetlerinin bulunduğu Kur’ân’ın, Müslüman/mümin olarak vefât edenlere okunması neden mümkün ve câiz olmasın? İşte, yukarıdaki âyete göre bu soruya, “mümkündür/câizdir” cevabı vermekten başka çarenin olmadığı görülmektedir.
2. Vefât eden bir Müslüman’a kılınan cenâze namazı, onun için bir duâ ve istiğfardan ibaret olup farz-ı kifâyedir.[48]
Zîrâ Resûlullah (sav) ölülere namaz kılınmasını sarâhaten emretmiştir:
“Ölülerinize, gece ve gündüz (cenâze) namazı kılınız.”[49]
Ayrıca cenâze namazının faziletli olduğunu[50] ve kılana büyük ecir verileceğini de haber vermiştir:
“Kim cenâze namazı kılarsa ona bir kırat (sevâp) vardır… Resûlullah’a kırat nedir, dediler. Resûlullah, “büyük bir dağ gibi[ecir]dir” buyurdu.”[51]
Öte yandan Resûlullah (sav), cenâze namazında Fatiha sûresinin okunmasını istemiştir. Bu konuda Ümmü Şerik el-Ensariyye şöyle demektedir: “Resûlullah bize, cenâze[namazın]da Fatiha’yı okumamızı emretti”.[52] İbn Abbas da “Resûlullah’ın, cenâze[namazın]da Fatiha sûresini okuduğunu”[53] nakletmektedir.
Kılınan bu cenâze namazının vefat edene bir hayli yararı da vardır:
Bir zenci kadın (veya bir genç) mescidi süpürürdü. Bir gün Resûlullah onu göremedi. Ve onu sordu. Sahâbîler, “o öldü” dediler. Bu cevap üzerine Resûlullah onlara şöyle dedi: Bana vefâtını haber vermeli değil miydiniz? Sahâbîler sanki onu küçümsemişler, hafife almışlardı. Resûlullah, “onun kabrini bana gösteriniz” buyurdu. O kişinin kabrini Resûlullah’a gösterdiler. Resûlullah bu kişinin kabri üzerine namaz kıldıktan sonra şöyle buyurdu: Şu kabirlerin içi kabir sahiplerine (işkence olacak seviyede) zulmetle doludur. Yüce Allah, üzerlerine kılacağım namaz ile onlar için kabirleri aydınlık yapar.[54]
Üzerine yüz Müslüman’ın (cenâze) namazı kıldığı kişi[nin günahları] bağışlanır.”[55]
Üzerine (Müslümanlardan oluşan) üç saffın (cenâze) namazı kıldığı kişiye (Allah rahmetini, mağfiretini...) vâcip kılar.[56]
Nakledilen bu verilerden, ölüye Kur’ân okunamayacağı değil, tam aksine okunması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Şöyle ki, esâsen duâ ve istiğfardan ibaret olup ölüye faydası dokunan cenâze namazı kılmak farz-ı kifâye ve bu namazda, ölülere hitâp etmeyen Fâtiha sûresinin okunması gerekmekte ise, ölüye Kur’ân okumak da gerekmektedir.
3. Bir hadisinde Resûlullah şöyle demektedir:
Ölülerinize Yâsîn (sûresini) okuyunuz.[57]
Halbuki bu sûrede Kur’ân’ın, dirilerin uyarılması için indirildiği açıkça ifadeye konmuştur:
(Bu Kur’ân, Muhammed’e vahyedilmiştir) ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azap) söz[ü] hak olsun.[58]
Dikkat edilirse ölülere Kur’ân okunamayacağını savunanlara göre bu hadis, mezkûr âyetle çelişmektedir. Çünkü bir taraftan hadiste, ölmüş veya ölmek üzere olan kişilere Yâsîn sûresinin okunması istenmekte, diğer taraftan söz konusu sûrenin yukarıda zikredilen 70. âyetinde Kur’ân’ın dirileri uyarmak için nazil olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Yâsîn sûresinde ölülere hitâp eden yani onları, birtakım yaptırımlarla mükellef tutan başka bir âyet de bulunmamaktadır.
Halbuki mezkûr hadisle âyet arasında herhangi bir tenâkuz olmamalıdır. Zîrâ, ölüye Yâsîn sûresini okumaktan maksat, ölülerin bu sûrede yer alan hususları yerine getirmekle mükellef tutulmaları değil, adı geçen sûrenin okunmasından dolayı Yüce Allah tarafından verilen ecrin ölülere hibe edilmesi olmalıdır. İşte böyle kabul edilirse ancak âyetle hadis arasındaki çelişki ortadan kalkar. Aksi halde, mezkûr âyetle hadisin birbirleriyle çelişmesini izale etmek mümkün olmaz.
 Konuya ilişkin olarak Hz. Ebû Bekir tarafından nakledilen, “kim, ebeveyninin (anne ve babasının) veya o ikisinden birinin kabrini Cuma günü ziyaret ederek (orada) Yâsîn sûresini okursa o (kabirde olan Allah tarafından) bağışlanır”[59] hadisi de yukarıdaki görüşümüzü destekler mâhiyettedir.
Anlaşılan o ki, ölen bir kimse adına okunan Yâsîn sûresi, ölenin bağışlanmasına vesile olmaktadır.
Çünkü âhiret âlemi, teklîf (mükellef tutma) değil, iyilik veya kötülük olarak mücâzat yani, dünyada iken yapılan iyi veya kötü işlerin, sevâp veya ıkâb olarak karşılıklarının verileceği daimi bir yerdir:
“Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür…”[60]
“İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur.”[61]
“O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.”[62]
Önemine binâen burada şu hususu belirtelim ki Kur’ân, kendisinin tamamına dendiği gibi herhangi bir sûresine veya bir âyetine de (Kur’ân) denmektedir.[63] Bu nedenle ölüye Yâsîn sûresinin okunması istenince, bu aynı zamanda Kur’ân’ın tamamının (hatim) ya da herhangi bir sûre veya âyetinin de okunabileceği anlamına gelmektedir.
4. Kur’ân’da, hayatta olanların, vefât etmiş olan müminler için duâ edip Allah’tan mağfiret diledikleri açıkça yer almaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla!..”[64]
Bu âyetin muhtevasına uygun olarak bir hadisinde Resûlullah şunları söylemektedir:
İnsan ölünce, üç şeyi dışında (kendisine sevâp kazandıracak) ameli kesilir: Sürekli (sevâp kaynağı) olan sadaka, faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir çocuk.[65]
Bu hadisi te’yid eder mâhiyette başka bir hadiste de Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Bir adamın derecesi yükseltilir. O, bu nasıl oldu? der. Bunun üzerine ona, “çocuğunun senin affını dilemesi/istemesi ile oldu” denilir.[66]
Hadislerde kısaca çocuğun, ölmüş olan anne ve babası için yaptığı duânın kabul edildiği ve edileceği haber verilmiştir.
Ayrıca Resûlullah’ın ölülere duâ ettiği pek çok hadiste yer almaktadır.[67]
Burada şöyle bir husus da akla gelmektedir: Çocuk, maddi ve manevi olarak çeşitli nedenlerden dolayı anne ve babasına, diğer insanlardan daha yakın, duyarlı, şefkatli ve merhametlidir… Bu açılardan çocuğun anne ve babasına duâ etmesi gâyet tabiîdir; hatta ebeveynin, çocuk üzerindeki emek ve hakları dikkate alındığında bu çocuğun onlara dua etmesinin gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Buradan, üzerindeki hakları nedeniyle çocuğun anne ve babasına dua etmesi gerekli olunca, üzerlerinde, bu anne-babaya ait herhangi bir hak ve emek bulunmayan başkaları tarafından söz konusu ebeveyne yapılan duânın, daha fazla kabûle şâyân olabileceği sonucuna varılabilir.
İşte yukarıdaki verilerden, ölü adına Kur’ân okumanın câiz ve hatta yararlı olduğu neticesini çıkarmak mümkündür. Zîrâ, vefât eden müminlere duâ etmek, onların bağışlanmalarını istemek câiz ise, onlar için, içinde pek duâ, merhamet, mağfiret ve istiğfar âyetinin bulunduğu Kur’ân’ı okumak neden mümkün olmasın?
5. Hadis kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır:
“Resûlullah’a bir kadın gelerek, “Yâ Resûlallah, annemin üzerinde bir ay oruç borcu vardı, onun namına ben bu orucu tutabilir miyim?” diye sordu. Resûlullah, “onun namına oruç tut” buyurdu. Kadın, “annem hiç hac yapmadı, onun namına ben hac yapabilir miyim?” dedi. Resûlullah, “onun namına hac yap” buyurdu”.[68]
Şimdi, ölen bir Müslüman’ın adına farz olan orucu tutmak[69] ve haccı yapmak[70] câiz ise yani bu ibâdetlerin, ölü adına başkası tarafından îfasıyla elde edilen sevâp ölüye gidiyorsa, Kur’ân’ın okunmasıyla hâsıl olan ecir, bağışlandığı takdirde neden vefât edene ulaşmasın/gitmesin? Tabii ki bu soruya da “ulaşır/gider” demekten başka çare yok gibi görünmektedir. Zîrâ, farz olan oruç ve haccın îfasıyla kazanılan sevâp, Kur’ân okumakla elde edilen sevâptan daha fazladır. Yani, sevâbın fazlası ölüye giderse, -gayet tabii olarak- azı da gider diyebiliriz.
6. Ölülere Kur’ân okumanın mümkün olmadığını savunanların öne sürdükleri gerekçelere göre, hiç fâiz alıp vermeyenin fâizi[71], zinâ yapmayanın zinâyı[72], içki içmeyenin içkiyi[73], Allah’a şirk koymayanın şirki[74], Allah’ı inkâr etmeyenin inkârı[75] ve zulmetmeyenin de zulmü yasaklayan/tasvip etmeyen âyetleri[76] okuduğu zaman bu âyetlerden hiç sevâp almaması gerekir.[77] Çünkü böyle bir Müslüman/mümin zaten, söz konusu yasakları hiçbir zaman ihlal etmemiştir. Yani, o şahıs bu tür günahları ve hataları hiç işlemediği için bu konularda Kur’ân onu hedef almamakta/sorumlu tutmamakta, başka bir ifadeyle ona herhangi bir müeyyide veya yaptırım ön görmemektedir.
Demek ki, ‘ölülere Kur’ân okunamayacağı’ görüşü doğruyu yansıtmamaktadır. Kur’ân okuyan bir Müslüman’a, okuduğu âyetlerin konusu ne olursa olsun sevâp/ecir verilmektedir/verilecektir. Çünkü bu hususta, yukarıya kaydettiğimiz âyet ve hadislerde herhangi bir ayırım yapılmamıştır.
Şimdi de ölülere okunan Kur’ân’ın kendilerine fayda vermeyeceğini, dolayısı ile onlara Kur’ân okunmaması gerektiğini savunanların delil olarak kullandıkları âyetlerden maksadın neler olduğuna kısaca değinelim:
a. “Biz onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi onlardan hiçbirini duyuyor musun, yahut onların gizli bir sesini işitiyor musun?”[78]
Âyette, duyulmayan ve fısıltı halindeki sesleri dahi işitilmeyenlerden maksat, inanmadıkları için helak edilen insanlardır.[79]
b. “Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin.”[80]
Bu âyetlerde zikredilen insanlardan murâd ise, küfre sapanlardır. Burada kâfirler, ölülere benzetilmişlerdir; ölülerin herhangi bir çağrıyı/sesi duymadıkları gibi kâfirlerin de hak daveti/tebliği duymadıkları anlatılmak istenmiştir.[81]
c. “Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!”[82]
Mezkûr âyette sözü edilen ölülerden maksat da kâfirlerdir. Aynı şekilde burada da küfre sapanlar ölülere benzetilmişlerdir.[83]
Demek ki, yukarıya kaydettiğimiz âyetlerde, ilahî tebliği duymayanlardan ve sağırlardan maksat, hak dîne inanmayan ve bu nedenle ölülere benzetilmiş insanlar olup Müslümanlar/müminler değillerdir. Dolayısı ile söz konusu âyetler, ölülere Kur’ân okunmaması gerektiğini ileri sürenlere herhangi bir delil teşkil etmemektedirler.
Öte yandan, Müslüman olarak ölenlerin kendilerine yapılan hitâpları ve diğer sesleri duydukları hadislerle sâbittir:
Resûlullah Medine’nin mezarlarına uğradı ve yüzünü onlara doğru çevirerek şöyle buyurdu: Allah’ın selamı üzerinize olsun ey kabirlerin ehli! Yüce Allah hem bizi ve hem de sizi afvetsin. Siz bizim selefimizsiniz/önceden gidenlerimizsiniz, bir de arkanızdan geliyoruz.[84]
“(Mümin) bir kul, kabre konulup onun arkadaşları (oradan) geri dönüp ayrıldıklarında –ki ölü, onlar yürürken ayakkabılarının sesini muhakkak işitir- ona iki melek gelir…[85]
Esâsen bizim iddiâmızın, ölülere yapılan hitâbın onlar tarafından duyulup duyulmaması ile bir ilgisi yoktur. Çünkü biz, okunan Kur’ân’dan dolayı verilen ecrin onlara bağışlanmasının câiz ve hatta yararlı olduğunu savunuyoruz. Bu bağış ölülerin, okunan Kur’ân’ı duymamaları halinde de gerçekleşmektedir.
d. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[86]
Bu âyet, siyak ve sibakı ile birlikte değerlendirildiğinde bir çok anlama gelmekle beraber konumuzla ilgili olarak şu manaları da ihtivâ etmektedir:
Âyetler, sorumluluğun bireyselliği prensibini ortaya koymaktadırlar. Herkesin kendi vebâlini ve günahını yine kendisinin çekeceğini bildirmektedirler. Bu, Hıristiyanlıkta yer alan, Adem’in bütün insanlığa geçtiği kabul edilen ezeli günah telakkisini de reddetmektedir. Çünkü hiç kimse, kendisinin neden olmadığı bir günahtan/suçtan sorumlu tutulamaz; günah ve sevâp, kötülük ve iyilik şahsidir, insanın kendisine aittir, verasetle bir başkasına geçmez.[87]
Dikkat edilirse âyet[ler]de, Kur’ân okuyan bir kişinin elde ettiği ecri, Müslüman olarak ölen başka birine hibe etmesi yasaklanmamıştır. Dolayısı ile söz konusu âyet, ölülere Kur’ân okunmasının mümkün olmadığını savunanlara bir delil teşkil etmemektedir.
e. “Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.”[88]
f. “Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir.”[89]
Yukarıdaki âyette (Necm/39) olduğu gibi, hemen hemen aynı anlamları ihtivâ eden bu âyetlerde de kısaca, yapılan iyiliklerin sevâbının ve kötülüklerin günahının şahsî yani, onları bizzat yapanlara/fiilen işleyenlere ait oldukları bildirilmiştir.[90] Ayrıca bu beyanlarda, Kur’ân okuyanın elde ettiği ecri, Müslüman/mümin olarak vefât eden başka bir kişiye bağışlamasına engel teşkil edecek hiçbir işaret yoktur. Dolayısı ile bu âyetlerin de ‘ölülere Kur’ân okunmaz’ iddiâsında bulunanlara delil olması mümkün görünmemektedir.
Sonuç:
Çeşitli nedenlere binâen zaman zaman tartışılan ölülere Kur’ân okunup okunamayacağı meselesi, son günlerde tekrar gündeme gelmiş bulunmaktadır.
Esâsen tatbik edilmek için indirilen Kur’ân’ın, tefekkürü, tilâveti ve hatta dinlenmesine bile sevâp verilmektedir. Bu konuda herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. İhtilaf, Kur’ân’ın ölülere okunup okunamayacağı meselesindedir. Bazıları, bir takım gerekçelere dayanarak ölülere Kur’ân okunamayacağını ileri sürmektedirler. Ancak ilgili âyet ve hadisler, ölülere de Kur’ân okumanın câiz ve hatta faydasının bulunduğunu ortaya koyacak mâhiyettedirler.
Ölülere Kur’ân okumanın mümkün olduğunun delilleri, bunun imkansız ve faydasının olmadığını savunanların gerekçelerinden daha sağlam ve kuvvetli görünmektedir.
Önemine binâen son olarak bir kez daha vurgulayalım ki, biz ölülere Kur’ân okumanın doğru ve faydası olduğunu ileri sürerken Kur’ân’ın, ölülere hitâp ettiğini, diğer bir ifadeyle onları mükellef tuttuğunu iddiâ etmiyoruz. Bizim görüşümüz, esâsen yaşanmak için indirilen Kur’ân’ın, bu temel amacına ilâveten onun tamâmı (hatim) veya herhangi bir sûresi ya da âyeti okunduğunda elde edilen ecrin, vefât eden başka bir Müslüman kişiye hibe edilmesinin/bağışlanmasının dînen mümkün/câiz ve faydasının olduğu şeklindedir.

Bibliyografya
Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat.
Ateşmen, Mustafa, Avrupalı Gözüyle İslâm, İstanbul, 1971.
Beyhekî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn, Şuabu’l-Îmân, (tahkik, Ebû Hêcir Muhammed es-Sa’îd b. Besyûnî Zeğlûl), 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990/1410.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul, 1973.
Buhârî, Muhammed b. İsmâ’îl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, 1981.
Bulaç, Ali, “Kur’ân Tarih ve Tarihsellik”, Yeni Ümit, 58. sayı, Ekim-Kasım-Aralık 2002.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, 5. baskı, Ankara, 1985.
Danişmend, İsmail Hâmi, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. baskı, İstanbul, Ekim 1978.
Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân b. el-Fazl b. Behrâm, Sünenu’d-Dârimî, İstanbul, 1981.
Ebû Dâvud, Süleymân b. el-Eş’as, Sünenu Ebî Dâvud, İstanbul, 1981.
Eşref Edip, Kur’ân (Garb Mütefekkirlerine Göre), 2. baskı (tab’), İstanbul, 1958/1378.
Ğazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmid-Dîn, Mektebetü Mısır/Dâru Mısr li’t-Tıbâ’a.
İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdu’l-Hak b. Ğalib, el-Muharraru’l-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, (tahkik, Abdusselam Abduşşafi Muhammed), 1. baskı, Beyrut, 1993.
İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fî’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâr, (tahkik, Se’îd Muhammed el-Lahhâm), Dâru’l-Fikr, 1. baskı, Beyrut, 1409/1989.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbn Mâce, İstanbul, 1981.
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed b. Cafer, Kitâbu’l-Mevzû’ât mine’l-Ehâdîsi’l-Merfû’ât, (tahkik, Nureddin b. Şükri b. Ali Bûyâcîlâr), 1. baskı, Riyad/Beyrut, 1997.
-----, Zâdu’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsir, 4. baskı, Beyrut, 1987.
Kandehlevî, Muhammed Zekeriyyâ’, Fezâ’il-i ‘Amâl, (terceme, Yusuf Karaca), İstanbul, 1997.
el-Kanûcî, Ebu’t-Tayyib Sıddîk b. Hasan b. Ali el-Huseyni, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’ân, (haşiyeleri ilave eden, İbrahim Şemseddin), 1. baskı, Beyrut, 1999.
Kâsimî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinu’t-Te’vîl, 2. baskı, Beyrut, 1978.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut.
Mâlik b. Enes, el-Muvatta, (tahkik, Dr. Beşşâr ‘Avvâd Ma’rûf, Mahmûd Muhammed Halîl), 1. baskı, Beyrût, 1992/1412.
Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, 9. baskı, Beyrut, 1982.
Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, İstanbul, 1981.
Nesâ’î, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâ’î, İstanbul, 1981.
en-Nisâburi, Nizamuddin el-Hasen b. Muhammed b. Huseyn el-Kummi, Ğaraibu’l-Kur’ân ve Rağâibu’l-Furkan, 1. baskı, Beyrut, 1996.
Semerkandi, Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim, Bahrul-Ulûm, (tahkik, Ali Muhammed Muavvaz – Adil Ahmed Abdulmevcud – Zekeriyya Abdulmecid en-Nûtî), 1. baskı, Beyrut, 1993.
Serahsi, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl, el-Mebsût, Daru’l-marife, Beyrut, 1989.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr el-Cami Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsir, Daru’l-hayr, 1. baskı, Beyrut.
et-Taberânî, Ebû’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mucemu’l-Evsat, (tahkik, Târık b. ‘Ivezullah b. Muhammed - Abdulmuhsin b. İbrahim el-Huseynî), Daru’l-Haremeyn, Kahire, 1995/1415.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevrate, Sünenu’t-Tirmizî, İstanbul, 1981.
ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1. baskı, Beyrut, 1995.




· Bahattin DARTMA (Prof. Dr.),  Üniversitesi, VAN. e-mail: bahagani@gmail.com
[1]. Zümer/39, 23.
[2]. İsrâ’/17, 9. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ bkz., Bakara/2, 97, 185; En’âm/6, 157; İsrâ’/17, 82; Lokmân/31, 3; Şûrâ/42, 52; Câsiye/45, 11, 20; Necm/53, 23.
[3]. ‘Âl-i ‘İmrân/3, 103.
[4] Araf/7, 3. Başka âyetler için meselâ bkz., En’âm/6, 153, 155; Nahl/16, 44; Sad/38, 29; Zühruf/43, 43; Kamer/54, 17.
[5]. Enbiyâ’/21, 10.
[6]. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, XI, 273.
[7]. Mâlik b. Enes, el-Muvatta, (tahkik, Dr. Beşşâr ‘Avvâd Ma’rûf, Mahmûd Muhammed Halîl), 1. baskı, Beyrût, 1992/1412, Kader, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982, III, 26; Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevrate, Sünenu’t-Tirmizî, İstanbul, 1981, Menâkıb, 31.
[8]. Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân b. el-Fazl b. Behrâm, Sünenu’d-Dârimî, İstanbul, 1981, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 1; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 14. Kur’ân’ı okuyup uygulamanın fazileti ve önemi hakkında bkz., İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbn Mâce, İstanbul, 1981, Mukaddime, 16; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 2, 13.
[9]. İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fî’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâr, (tahkik, Se’îd Muhammed el-Lahhâm), Dâru’l-Fikr, 1. baskı, Beyrut, 1409/1989, Kitâbu Fezâ’ili’l-Kur’ân (26), 16, (cilt, VII, sayfa, 164); Beyhekî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn, Şuabu’l-Îmân, (tahkik, Ebû Hêcir Muhammed es-Sa’îd b. Besyûnî Zeğlûl), 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990/1410, II, 352.
[10]. İbn Mâce, Tıb, 38, 41.
[11]. Müslim, Ebû’l-Huseyn Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, İstanbul, 1981, Salâtu’l-müsâfirîn ve Kasruhâ, 266, 267.
[12]. Beyhekî, Şuabu’l-Îmân, II, 331; Kurtubî, el-Câmi, I, 40.
[13]. Mâlik, Muvatta, Kur’ân, 11.
[14]. Kurtubî, el-Câmi, I, 26.
[15]. Kurtubî, el-Câmi, I, 21.
[16]. Kurtubî, el-Câmi, I, 40.
[17]. Ğazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmid-Dîn, Mektebetü Mısır/Dâru Mısr li’t-Tıbâ’a, I, 275.
[18]. Kandehlevî, Muhammed Zekeriyyâ’, Fezâ’il-i ‘Amâl, (terceme, Yusuf Karaca), İstanbul, 1997, s. 383.
[19]. Ahmed b. Hanbel, III, 440; Ebû Dâvud, Süleymân b. el-Eş’as, Sünenu Ebî Dâvud, İstanbul, 1981, Vitr, 14.
[20]. Furkân/25, 30.
[21]. Nisâ’/4, 82.
[22]. Muhammed/47, 24. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ bkz., Yûsuf/12, 2; İsra/17, 41; Zühruf/43, 3.
[23]. İbn Mâce, Mukaddime, 16.
[24]. Ahmed b. Hanbel, II, 164, 165, 189; İbn Mâce, İkâmetu’s-salât, 178.
[25]. Beyhekî, Şuabu’l-Îmân, II, 360; Ğazâlî, İhyâ’, I, 282.
[26]. Beyhekî, Şuabu’l-Îmân, II, 331; Kurtubî, el-Câmi, I, 39.
[27]. Ğazâlî, İhyâ’, I, 277.
[28]. Eşref Edip, Kur’ân (Garb Mütefekkirlerine Göre), 2. baskı (tab’), İstanbul, 1958/1378, s. 48-49.
[29]. Beyhekî, Şuabu’l-Îmân, II, 354.
[30] İbn Ebî Şeybe, Kitâbu Fezâ’ili’l-Kur’ân (26), 3, (cilt, VII, sayfa, 153). Benzer anlamda başka bir hadis için meselâ bkz., Dârimî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 1; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 16. Konuya ilişkin başka hadisler için bkz., Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 6, 25.
[31]. Müslim, Salâtu’l-müsâfirîn, 244; İbn Mâce, Edeb, 52; Ebû Dâvud, Salât, 349.
[32]. Ebû Dâvud, Salât, 349; et-Taberânî, Ebû’l-Kâsım Süleyman b. Ahmed, el-Mucemu’l-Evsat, (tahkik, Târık b. ‘Ivezullah b. Muhammed - Abdulmuhsin b. İbrahim el-Huseynî), Daru’l-Haremeyn, Kahire, 1995 m./1415 h., IV, 126 (hadîs no., 3780).
[33]. Beyhekî, Şuabu’l-Îmân, II. 358.
[34]. ‘Arâf/7, 204.
[35]. Danişmend, İsmail Hâmi, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. baskı, İstanbul, Ekim 1978, s. 58. (Blachere’nin bu sözü, “Le Coran” adlı eserinin 1957 tarihli baskısının 200. sayfasının 4. dipnotundan alınmıştır).
[36]. Bulaç, Ali, “Kur’ân Tarih ve Tarihsellik”, Yeni Ümit, 58. sayı, Ekim-Kasım-Aralık 2002, s. 54.
[37]. Ateşmen, Mustafa, Avrupalı Gözüyle İslâm, İstanbul, 1971, s. 133.
[38] Bakara/2, 233. Konuya ilişkin başka âyetler için bkz., Bakara/2, 286; Enâm/6, 152; Araf/7, 42; Mü’minûn/23, 62.
[39] Meryem/19, 98.
[40] Neml/27, 80; Rum/30, 52.
[41] Fatır/35, 22.
[42] Necm/53, 39.
[43] Bakara/2, 286.
[44] Fussilet/41, 46. Benzer anlam ifade eden başka bir âyet için meselâ bkz., İsra/17, 7.
[45] Tevbe/9, 84.
[46] en-Nisâburi, Nizamuddin el-Hasen b. Muhammed b. Huseyn el-Kummi, Ğaraibu’l-Kur’ân ve Rağâibu’l-Furkan, 1. baskı, Beyrut, 1996, III, 513; Kâsimî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinu’t-Te’vîl, 2. baskı, Beyrut, 1978, VIII, 285.
[47] Kâsimî, Mehâsinu’t-Te’vil, VIII, 286. Ayrıca bkz., Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr el-Cami Beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsir, Daru’l-hayr, 1. baskı, Beyrut, V, 132.
[48] Serahsi, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl, el-Mebsût, Daru’l-marife, Beyrut, 1989, II, 126; Kâsimî, Mehâsinu’t-Te’vîl, VIII, 285.
[49] İbn Mâce, Cenâiz, 30.
[50] Tirmizî, Cenâiz, 49.
[51] Buhârî, Muhammed b. İsmâ’îl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, 1981, Cenâiz, 59; Müslim, Cenâiz, 17/52, 53, 54, 57; Ebû Dâvud, Cenâiz, 40, 41; İbn Mâce, Cenâiz, 34.
[52] Tirmizî, Cenâiz, 39; İbn Mâce, Cenâiz, 22.
[53] Buhârî, Cenâiz, 64; İbn Mâce, Cenâiz, 22; Tirmizî, Cenâiz, 38.
[54] Müslim, Cenâiz, 23/71; Ebû Dâvud, Cenâiz, 55, 57; İbn Mâce, Cenâiz, 32; Nesâ’î, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şu’ayb, Sünenu’n-Nesâ’î, İstanbul, 1981, Cenâiz, 94.
[55] İbn Mâce, Cenâiz, 19.
[56] Tirmizî, Cenâiz, 40; İbn Mâce, Cenâiz, 19.
[57] Ahmed b. Hanbel, V, 26; Ebû Dâvud, Cenâiz, 19, 20; İbn Mâce, Cenâiz, 4. Bu hadisin bazı rivâyetlerinde, “ölmek üzere/hasta döşeğinde/son nefeste olan kişi” gibi ifadeler yer almaktadır. Ölmek üzere olan kişinin de Kur’ân’ın taleplerine cevap verme imkânı yoktur. Dolayısı ile bu tür farklı ifadeler bizim görüşümüze herhangi bir halel getirmemektedir. Çünkü biz, çalışmamızın metninde de önemine binâen birkaç kez işaret edildiği gibi ölülere Kur’ân okumaktan maksadın, ‘ölülerin okunan Kur’ân’ın ihtivâ ettiği emir ve yasaklarla mükellef tutulmaları değil, verilen ecrin onlara hibe edilmesi olduğunu’ savunuyoruz.
[58] Yâsîn/36, 70.
[59] İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed b. Cafer, Kitâbu’l-Mevzû’ât mine’l-Ehâdîsi’l-Merfû’ât, (tahkik, Nureddin b. Şükri b. Ali Bûyâcîlâr), 1. baskı, Riyad/Beyrut, 1997, Kitâbu’l-Kubûr/46, 11 (1784), (cilt, III, sayfa, 555).
[60] Mümin/40, 40.
[61] Zühruf/43, 72.
[62] Yâsîn/36, 54. Benzer anlamda başka bir âyet için meselâ bkz., Âl-i İmrân/3, 185.
[63] ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilu’l-İrfân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1. baskı, Beyrut, 1995, I, 22; Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, İstanbul, 1973, I, 10; Mennâu’l-Kattân, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’ân, 9. baskı, Beyrut, 1982, s. 20; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, 5. baskı, Ankara, 1985, s. 34.
[64] Haşr/59, 10. Konuya ilişkin başka âyetler için meselâ bkz., İbrahim/14, 41; Muhammed/47, 19.
[65] Müslim, Vasiyet, 3/14.
[66] İbn Mâce, Edeb, 1.
[67] Meselâ bkz., Müslim, Cenâiz, 4/7, 35/102; Ebû Dâvud, Cenâiz, 14, 15, 16, 17; İbn Mâce, Cenâiz, 23; Tirmizî, Cenâiz, 7, 38, 59; Nesâ’î, Cenâiz, 103.
[68] Müslim, Sıyam, 27/157. Konuya ilişkin başka hadisler için meselâ bkz., Buhârî, el-İhtisâr ve Cezâu’s-Sayd, 33, 34, 35.
[69] Bakara/2, 183, 187.
[70] Bakara/2, 196; Âl-i İmran/3, 97.
[71] Meselâ bkz., Bakara/2, 275, 276; Âl-i İmran/3, 130; Nisa/4, 161; Rum/30, 39.
[72] Meselâ bkz., İsra/17, 32; Nur/24, 33; Furkan/25, 68.
[73] Meselâ bkz., Bakara/2, 219; Maide/5, 90-91.
[74] Meselâ bkz., Nisa/4, 36; Enam/6, 151; Araf/7, 33; İsra/17, 22, 39; Kehf/18, 110; Hac/22, 31; Şuara/26, 213; Lokman/31, 13.
[75] Meselâ bkz., Bakara/2, 39, 108, 126, 161; Âl-i İmran/3, 4, 19, 70, 90-91, 98, 101, 106, 156; Nisa/4, 56, 136, 167-168; Maide/5, 5, 10, 12, 86, 115; Enam/6, 30; Enfal/8, 35, 52; Tevbe/9, 90; Yunus/10, 4; Hud/11, 17; Nahl/16, 88; Kehf/18, 106; Hac/22, 19, 57, 72; Nur/24, 55; Rum/30, 16; Fatır/35, 36; Yâsîn/36, 64; Zümer/39, 63; Casiye/45, 11; Muhammed/47, 34; Hadid/57, 19; Teğabün/64, 10; Mülk/67, 6.
[76] Meselâ bkz., Bakara/2, 59; Nisa/4, 168; Araf/7, 9, 162, 165; Tevbe/9, 36; Yunus/10, 13, 52; Hud/11, 94, 101, 113, 116; Kehf/18, 59, 87; Şuara/26, 227; Sebe/34, 42; Zümer/39, 51; Tur/52, 47.
[77] Bu yasakları çoğaltmak mümkündür. Biz burada, Kur’ân’da yer alan yasaklardan -örnek olarak- sadece bir kısmını zikrettik.
[78] Meryem/19, 98.
[79] el-Kanûcî, Ebu’t-Tayyib Sıddîk b. Hasan b. Ali el-Huseyni, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’ân, (haşiyeleri ilave eden, İbrahim Şemseddin), 1. baskı, Beyrut, 1999, IV, 323; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, V, 403-404.
[80] Neml/27, 80; Rum/30, 52.
[81] Semerkandi, Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim, Bahrul-Ulûm, (tahkik, Ali Muhammed Muavvaz – Adil Ahmed Abdulmevcud – Zekeriyya Abdulmecid en-Nûtî), 1. baskı, Beyrut, 1993, III, 16; İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemaluddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Zâdu’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsir, 4. baskı, Beyrut, 1987, VI, 189.
[82] Fatır/35, 22.
[83] Semerkandi, Bahr, III, 484; İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdu’l-Hak b. Ğalib, el-Muharraru’l-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, (tahkik, Abdusselam Abduşşafi Muhammed), 1. baskı, Beyrut, 1993, IV, 436; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, VI, 484.
[84] Tirmizî, Cenâiz, 59; Nesâ’î, Cenâiz, 103. Bu konuda pek çok hadis vardır. Meselâ bkz., Müslim, Cenâiz, 35/102; Ebû Dâvud, Cenâiz, 77, 79; İbn Mâce, Cenâiz, 36.
[85] Buhârî, Cenâiz, 66.
[86] Necm/53, 39.
[87] Ateş, Çağdaş Tefsir, IX, 133-134.
[88] Bakara/2, 286.
[89] Fussilet/41, 46.
[90] Bkz., Ateş, Çağdaş Tefsir, I, 506, VIII, 146-147.
**********Sitemizde yayınlanan yazı, fotoğraf ve dokümanlar başka bir site ya da dergi-gazetede yayınlanacaksa önceden yazılı izin gerektirir. Sitelerimizde yayınlanan diğer doküman veya belgeler , kaynak gösterilmek ve sitesinin ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.Bekir AKKAYA **********

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...