Kur’ân Nezdinde Hadîsin Teşrî’ Değeri Üzerine Bir İnceleme
Özet:
Hadîsin teşrî’i meselesi, öteden beri hakkında pek çok görüşün
serdedildiği ihtilaflı bir konudur. İslâm âlimlerinin ekseriyetine göre Hadîs, Kur’ân’dan
sonra ikinci teşrî’ kaynağıdır. Bununla beraber teşrî’ meselesinde aşırı gidip
Sünneti tamamen işlevsiz halde bırakanlar olduğu gibi onu Kur’ân’la aynı seviyede
kabul edenler de vardır.
Âcizâne kanaatimize göre teşrî’ meselesinde ne sünneti tamamen dışlamak,
ne de ona, Kur’ân’a eşdeğer teşrî’ yetkisi vermek doğrudur. İslâm Dini’nin
omurgasını teşkil eden konularda Hadîsin müstakil olarak hüküm koyması mümkün
olmasa gerektir. Dinin ana yapısını oluşturan esasların dışındaki meselelerde hadîsin
müstakil olarak hüküm koyması mümkündür.
Bu çalışmamızda konuyu Resûlullah(sav)’in, örnek olarak aldığımız bir hadîsi
üzerinden işlemeye çalışacağız.
Anahtar kelimeler: Kur’ân, Hadîs/Sünnet, teşrî’
(hüküm/kanun koyma), müstakil (Kur’ân’dan bağımsız) olarak hüküm koyma.
A Study on Hadith’s Provision Value in the
Qur’an
Summary:
The provision matter of Hadith has long been a contentious
issue on which many views about it stated. According to most of the Islamic
scholars, Sunnah / Hadith is the second source of provision after the Qur'an.
However, some Islamic scholars ignore the Sunnah with respect to provision and
see them as dysfunctional and some others regard the Sunnah as the same level
with the Qur’an.
In our opinion, neither ignoring the Sunnah nor giving
much appreciation as the same level with the Qur’an about the provision is
right. About the main topics of the Islam Religion which constitute the
backbone of it the hadith itself should not judge by itself. It is possible for
the Hadith to put the provision on the matters outside of the principles of
religion which constitutes the main structure.
In this study, the topic will be explained by taking a
hadith from the Prophet Messenger.
Keywords: The Quran,
Hadith/Sunnah, Islamic Religion, provision (judgement/enacting a law, judgement
apart from the Qur’an.
Giriş
Gerek ictimâî hayatı tanzim etmek ve gerekse toplumu oluşturan fertler
arasındaki hukûkî ilişkileri adâlet ve eşitlik prensibine göre düzenleyerek
onların problemsiz bir şekilde yaşam sürdürmelerini sağlamak için ihdas edilen
hukûkun hayâtî bir fonksiyon icrâ ettiği akl-ı selîm sahibi olan hemen herkesin
kabûlüdür. Bu sebeple hemen her toplumun belli bir hukuk sistemi bulunmaktadır.
Ve bu hukuk sistemleri toplumdan topluma değişiklik arzetmektedir. Bu
değişikliğin temelinde her şeyden önce söz konusu hukukî sistemlere kaynaklık
eden referansların farklı oluşu yatmaktadır. Dolayısıyla hukuk normları da toplumdan
topluma az veya çok farklılık göstermektedirler.
Hukûk sistemleri arasında en mümtaz yere sahip olan İslâm hukûkunun da çeşitli
kaynak ve referansları bulunmaktadır. Ve bu hukuk sistemi gücünü dayandığı kaynaklardan
almaktadır. Söz konusu kaynaklar, önem sırasına veya kuvvet derecesine göre Kur’ân,
Sünnet, icmâ’, kıyâs, istihsân, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi’, örf, sahâbî
sözü, eski dinlerden gelen hükümler ve istishâb[1] şeklinde sıralanmaktadır.
Bunlar arasında ilk ve en kuvvetli kaynak tartışmasız Kur’ân-ı Kerîm, ikincisi
ise Sünnettir; diğer kaynaklar bunlardan sonra gelmektedir. Biz bu çalışmada
konuyu bütün yönleriyle ele almayacak, sadece, ‘Kur’ân’ın nezdinde Sünnetin hüküm
koyup koyamama, eğer koyarsa bunun yeri ve sınırı ne olmalıdır’ meselesi üzerinde
durmaya çalışacağız. Meselâ Sünnetin Kur’ân’ı beyan edici yönüne
değinmeyeceğiz.
Bu kısa girişten sonra şimdi konuyla ilgili görüşleri özetleyelim:
Hadîsin Teşrî’ Fonksiyonu
Hadîsin,[2] Kur’ân’ın
nezdinde hüküm koyma meselesine dair İslâm âlimleri farklı görüşler serdetmişlerdir.
Bu görüşleri iki grupta toplamak mümkündür:
I. “Sünnet
müstakil olarak hüküm koyma/teşrî’ fonksiyonu icra edemez” diyenler. Bu
görüşü savunanlara göre Sünnet, Kur’ân’da bulunmayan bir konuda müstakil olarak
hüküm koyamaz. Söz konusu görüşte olanların dayandıkları delillerden bazıları
şunlardır:
1. Yüce Allah, “insanlara, kendilerine indirileni
açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'an'ı indirdik”[3] buyurmuştur.
Buna göre Hz. Peygamber’in kendisine indirileni sadece “tebyin/açıklama” görevi
vardır, yeni bir hüküm koyma yetkisi yoktur. Sünnet sadece Kur’ân’daki
mücmelleri beyan, mutlakları takyid, âmmları tahsis edebilir.
2. Kur’ân’da, “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık”[4] denmektedir.
Bunlara göre Kur’ân’da her şey açıklanmıştır. Bu bakımdan başka bir delilin
varlığını kabul etmek, Kur’ân’ın açıklayıcı rolüne halel getirmek olur.
3. Yüce Allah Kur’ân’da, “bugün size dininizi ikmal ettim,
üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim”[5] buyurmaktadır.
Bu görüşte olanlara göre Yüce Allah her şeyi Kur’ân’da açıklamış ve bütün emir
ve yasakları Kur’ân’la belirlemiştir. Durum böyle olunca Sünnet de dâhil olmak
üzere Kur’ân’a ilave edilebilecek başka bir kaynak yoktur.
4. Resûlullah(sav)’in söz, fiil
ve takrirlerinin tamamının kaynağı Kur’ân’dır. Nitekim Yüce Allah, “şüphesiz
ki sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin”[6] buyurmuştur.
Hz. Âişe, Resulallah’ın ahlakı(nın kaynağı) hakkında bilgi ver diyen birine, “O’nun
ahlakı Kur’ân’dı” demiştir.[7] Hz. Âişe bu
sözüyle Resullah’ın bütün söz, fiil ve takrirlerinin Kur’ân’ı yaşamak ve
açıklamaktan ibaret olduğunu belirtmiş olmaktadır.
5. Sünnetin Kur’ân’a arzını öngören şu haber de bu
görüşte olanların öne sürdükleri delillerden biridir:
“Benden size geleni Allah’ın
kitabına arzediniz. Eğer o Allah’ın kitabına muvâfık ise onu ben söylemişimdir,
eğer Allah’ın kitabına muhâlif olursa/mavâfık değilse onu ben söylememişimdir.
Ben ancak Allah’ın kitabına muvâfakat ederim ve Allah beni onunla doğruya iletmiştir”.[8]
II. “Sünnet müstakil
olarak hüküm koyma/teşrî’ fonksiyonu icra eder” diyenler. Bu görüşü
savunanları da iki gruba ayırmak mümkündür:
1. Hüküm koyma hususunda Sünnetin Kur’ân’dan sonra ikinci müstakil
kaynak olduğunu kabul edenler. Ehl-i sünnete mensup İslâm âlimlerinin
ekseriyeti bu görüştedirler. Bu âlimler, Sünnetin müstakil olarak teşrî’ini
yani, hüküm koyduğunu kabul etmekle birlikte hiçbir şekilde Sünneti Kur’ân’ın
önüne geçirmemişlerdir. Başka bir ifade ile Sünnet, hüküm koyma ve delil olma
açısından Kur’ân’dan sonra ikinci sırada yer almaktadır.
Bu görüşü benimseyenlerin öne sürdükleri delillerden bazıları şunlardır:
a. Sünnetin Kur’ân’dan sonra gelmesinin en önemli sebeplerinden birisi,
Sünnetin sübûtunun zannî, Kitabın sübûtunun ise kat’î oluşudur.
b. “Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin. Peygamber'e ve
sizden olan ülü’l-emre (idarecilere) de itâat edin. Eğer bir hususta
anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a
ve Resûl'e götürün (onların emir ve talimâtına göre halledin); bu hem hayırlı,
hem de netice bakımından daha güzeldir.”[9]
c. “Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında
çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe îmân
etmiş olmazlar.”[10]
d. “Allah ve Resûlü herhangi bir meselede hüküm
bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin o konuda başka bir tercihte
bulunma hakları yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur.”[11]
2. Hüküm koyma konusunda Sünnetin Kur’ân’la aynı seviyede/eşdeğer
olduğunu savunanlar. Bazı âlimler, hüküm koyma meselesinde sünnetin Kur’ân’a
denk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu fikri savunanların en önemli delili, Sünnetin
de Kur’ân gibi vahiy kaynaklı olduğunu kabul etmeleridir.[12]
Buraya kadar konuyla ilgili görüşlerle dayandıkları gerekçeleri
anlaşılır bir üslupla özetlemeye çalıştık ve söz konusu görüşleri tenkide tabi
tutmayı yersiz bulduk.
Görüldüğü gibi
müstakil olarak teşrî’ konusunda Sünneti Kur’ân’la eşitleyenler olduğu gibi,
sayıları az da olsa onun Kur’ân’dan ayrı olarak hüküm koymasının mümkün
olmadığını iddia edenler vardır. Bu iki yaklaşımın uçlarda yer aldığını/aşırı
olduğunu söylemek mümkündür. Zirâ müstakil teşrî’ konusunda ne
Sünneti tamamen devre dışı bırakmak, ne de onu Kur’ân’la eşdeğer kabul etmek
doğrudur.
Sünneti ikinci
kaynak olarak kabul eden yukarıdaki yaklaşımın bazı kapalı noktalarının
bulunduğu kanâatindeyiz. Dolayısı ile söz konusu yaklaşımın bu kapalı noktalarını
açmak için ona bazı katkılar sağlamak gerekli görünmektedir.
Bu kısa değerlendirmeden sonra şimdi söz konusu görüşümüzü netleştirmeye
çalışalım.
Kur’ân nezdinde Hadîsin hüküm koyabileceğini kabul etmekte, ancak bunun şu
şekillerde olabileceğini düşünmekteyiz:
I. Sünnetin, Kur’ân’da yer alan ve İslâm Dini’nin temelini oluşturan
umde mâhiyetindeki vecîbeler ayarında müstakil olarak teşrî’ yetki ve
selâhiyeti olmasa gerektir.
Burada “umde mâhiyetindeki
vecîbeler”den maksadımız, örnek olarak ele aldığımız Resûlulah(sav)’in şu
sözünde yer alan hususlar gibi İslâm Dîni’nin itikâdât, ibâdât ve muâmelât (ki
ukûbât da muâmelâta dâhildir) alanlarına ait temel unsurlarla bunların derecesinde
olan diğer esaslardır[13]:
بُنِيَ الْإِسْلَامُ عَلَى خَمْسٍ إِيمَانٍ بِاللَّهِ
وَرَسُولِهِ وَالصَّلَاةِ الْخَمْسِ وَصِيَامِ رَمَضَانَ وَأَدَاءِ الزَّكَاةِ
وَحَجِّ الْبَيْتِ
“İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’a ve Resûlü’ne inanmak, beş
vakit namaz kılmak, Ramazan (ayında bir ay) orucu tutmak, zekât vermek, (Allah’ın)
evi (olan Ka’be’yi) hacc (ziyaret) etmek.”[14]
Görüldüğü gibi hadîste, İslâm Dîni’nin üzerine bina edildiği bazı esaslar
tâdât edilmiştir. Bunlar Kur’ân’ın pek çok yerinde geçmektedir. Şimdi hadîste
geçen hususları incelemeye çalışalım:
Allah’a şeksiz ve şirksiz olarak inanmak, İslâm Dîni’nin mihverini
teşkil eden en temel akîde ilkesidir. Kur’ân’da, gerek Allah’a inanılmasına ve
gerekse îmân edilmesi zorunlu olan diğer hususlara dair çok sayıda âyet
bulunmaktadır. Ancak, “Allah’a ve Resûlune îmân” konusu itikâda dair bir husus
olduğu için onun, bu çalışmamızda ele alacağımız “Sünnetin hüküm koyup
koyamama” meselesi ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Dolayısı ile buna dair örnek
bir âyet zikrederek yetinmek istiyoruz:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتابِ الَّذِى نَزَّلَ عَلىٰ رَسُولِهِ وَالْكِتابِ الَّذِى أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالا بَعِيدًا
“Ey
iman edenler! Allah'a, Resûlüne, Resûlüne indirdiği Kitab'a ve daha önce
indirdiği kitaba iman(da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse o tam manasıyle sapıtmıştır.”[16]
Demek ki, Allah’a îmân, hem İslâm’ın ve hem de îmânın olmazsa olmaz ilk
şartıdır.
2. Namazın kılınmasını emreden âyetler:
فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلوٰةَ فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيامًا وَقُعُودًا وَعَلىٰ جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلوٰةَ إِنَّ الصَّلوٰةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتابًا مَوْقُوتًا
“Namazı
bitirince ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah'ı anın.
Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz mü’minler üzerine
vakitleri belli bir farzdır.”[17]
3. Orucun tutulmasını emreden âyetler:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey iman
edenler! Oruç, sizden önce
gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki
korunursunuz.”[18]
4. Zekâtın verilmesini emreden âyetler:
فَأَقِيمُوا الصَّلَوٰةَ وَآتُوا الزَّكَوٰةَ وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Namazı
kılın, zekâtı verin Allah'a ve Resûlü’ne itâat edin. Allah yaptıklarınızdan
haberdardır.”[19]
5. Haccın yapılmasını emrereden âyetler:
وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا
Yukarıya kaydettiğimiz hadîsin, ibâdete dair bütün bu vb. âyetlerin bir
özeti mahiyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca Kur’ân’da, bu âyetlerde zikredilen
esaslar gibi, itikâdât, ibâdât ve muâmelât[21] konularında
aynı ayarda daha başka temel dînî farîzalar da yer almaktadır. Onları da hadîste
zikredilenler gibi temel unsurlar kapsamında görmek gerekmektedir. İşte burada Hadîsin,
Allah ve Resûlüne îmân, namaz, oruç, zekât, hacc ve bunlar gibi İslâm Dîni’nin omurgasını
teşkil eden dînî bir vecîbe koymasını kabul etmenin doğru olmaması gerektiğini
söylemek istiyoruz. Bu kabul, bazılarının iddia ettiği gibi Resûlullah(sav)’i,
Yüce Allah’ın yanında O’na denk bir şâri’ (kanun/hüküm koyucu) konumuna çıkarmayı
da ortadan kaldırmaktadır. Böylece bu konuda ortaya atılan önemli bir iddia
çürütülmüş olmaktadır. Zaten hadîs kaynaklarına bakıldığında Hz. Peygamber’in,
yukarıda zikrettiğimiz temel dînî farîzalara eşit olan bir farîza koyduğu
görülmemektedir.
II. Sünnetin, Kur’ân’da yer alan ve İslâm Dini’nin esasını teşkil eden
umde mesâbesindeki farîzaların –Yüce Allah tarafından kabül edilebilmesi için-
gereği gibi/usûlüne uygun yapılmasına ilişkin olarak hüküm koyması gerekir.
Birinci maddede görüldüğü gibi İslâm Dîni’nin temel unsurlarından
olan namaz, zekât, oruç ve hacc gibi vecîbeler
Kur’ân’da zikredilmiş, ancak, bunların Yüce Allah tarafından kabul edilebilmesi
için nasıl yapılacağına dair uyulması gereken şartlar, prensipler, yapılış
biçimleri, miktarları, zamanları vb. hususlar açıklanmamıştır. İşte söz konusu
farîzaların kabûlü için îfâsı gereken hususlar birer hüküm olarak Hadîs
tarafından ortaya konmuştur. Meseleyi, daha iyi anlamak için birinci maddedeki sırayı
takip ederek açmaya çalışalım:
1. Allah ve Resûlü’ne inanmayı emreden âyetler:
En önemli itikâdî ana konu olan bu meseleye, yukarıda kısaca değinildiği
için burada temas edilmeyecektir.
2. Namazın kılınmasını emreden âyetler:
Yukarıda namazın kılınması gerektiğini ifade eden bir âyet zikretmiştik.
Buna göre namazın farz olduğu hükmünü koyan Yüce Allah’tır. Ancak söz konusu ibâdetin,
kimlere farz olduğu, kılınış biçimi, vakitlerinin tespiti, rekatlarının sayısı
ve dağılımı, kabul edilmesi için uyulması gereken şartlar/prensipler vb.
hususlar hakkında hüküm koyan ise Hz. Peygamber’dir. Yani, namazın farz oluş
hükmünü veren Yüce Allah; onun Yüce Allah tarafından kabulü için icrâ edilmesi
gereken hükümleri koyan ise Resûlullah’tır.[22] Bu itibarla olmalı
ki konuya ilişkin olarak bir hadîsinde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:
صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِى أُصَلِّى
Demek ki namazın, farz olduğuna dair hüküm Yüce Allah’a, kılınış şekline
dair hususlar ise Resûlullah(sav)’e aittir.
3. Orucun tutulmasını emreden âyetler:
Yukarıda, temel bir ibâdet olan orucun Yüce Allah tarafından farz
kılındığına ilişkin bir âyet kaydetmiştik. Yani orucu farz kılan Yüce
Allah’tır. Ancak onun kimlere farz olduğu, başlangıç ve bitiş zamanı, orucu
bozan ve bozmayan haller, bu konudaki istisnâî durumlar vb. hususlar hakkında
hükümler ise Resûlullah (sav) tarafından vaz’ edilmiştir.
4. Zekâtın verilmesini emreden âyetler:
Kur’ân’da namazla birlikte zekâtın farz olduğuna ilişkin pek çok âyet
bulunmaktadır. Yani temel bir ibâdet olan zekât Yüce Allah tarafından farz
kılınmıştır. Fakat zekâtın nisâbı, farz olması için gerekli olan maddî meblağın
miktarı ve bu servetin zekâta tabi olması için üzerinden geçmesi gereken
zamanın tespiti vb. hususlara dair hükümler ise Hz. Paygamber tarafından düzenlenmiştir.
5. Haccın yapılmasını emreden âyetler:
Yine yukarıda, temel ibâdetlerden biri olan haccın farziyetine ilişkin
âyeti zikretmiştik. Hacc, imkânı olanlara Yüce Allah tarafından farz
kılınmıştır. Haccın, kimlere farz olduğu, çeşitleri, yapılış şekli, sıhhatini
engelleyen ve engellemeyen haller vb. konulara dair hükümeler ise Resûlullah
(sav) tarafından konmuştur. Bu münasebetle olmalı ki bir hadîsinde Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur:
Demek ki, haccın farziyeti hükmü Yüce Allah’a, söz konusu ibâdetin
kabulü için yapılması gereken iş(lem)lere dair hükümler ise Rasûlullah’a
aittir.
Şu olay, buraya kadar anlattıklarımızı destekler mahiyettedir:
Rivâyete göre İmrân b. Husayn bir mescidde şefaatten bahsetti.
Topluluktan biri İmrân’a: Ey Ebu Nüceyd! Siz bize birtakım hadîsler
naklediyorsunuz, fakat biz Kur’ân’da bunların aslına rastlamıyruz” deyince İmrân
kızdı ve adama şöyle dedi:
- Sen Kur’ân’ı okudun mu? Adam,
- Evet dedi.
- Onda yatsı namazının farzının dört, akşamınkinin üç, sabahınkinin iki,
öğle ve ikindininkinin de dörder rekat olduğunu buldun mu? Adam,
- Hayır dedi.
- O halde bunları kimden öğrendiniz? Bunları bizden, biz de
Resûlullah(sav)’den öğrenmedik mi?
- Kur’ân’da kırk koyundan bir koyun, bu kadar deveden bu kadar (deve) ve
şu kadar dirhemden şu kadar (dirhem) zekât düştüğünü gördünüz mü? Adam,
- Hayır, dedi.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bunları bizden, biz de
Resûlullah(sav)’den öğrenmedik mi?
- Keza Kur’ân’da “Eski Ev’i (Ka’be’yi) tavaf etsinler”[26] emrini okudunuz
mu? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf ediniz! makamın arkasında iki rekat
namaz kılınız! hükümlerini (emirlerini) buldunuz mu?...
- Allah’ın Kur’ân’da: “Resul size neyi verdiyse onu alınız ve sizi
neden sakındırdıysa ondan da sakınınız”[27] emrini
işitmediniz mi?
Devemla İmrân şöyle dedi: Biz Resûlullah(sav)’den sizin bilmediğiniz
(başka) şeyler (de) aldık.”[28]
Dikkat edilirse burada, İslâm Dini’nin ibâdât alanına giren temel esaslardan
namaz, zekât ve hacc ibâdetlerinin yapılış şekillerinin ve miktarlarının
Rasûlullah (sav) tarafından belirlendiği açıkça görülmektedir.
Bu kısmı nihâyete erdirmeden önce şu hususu da belirtmek lazımdır ki, İslâm
Dîni’nin omurgasını oluşturan farîzaların, Hadîs tarafından vaz’ edilen
hükümlere/esaslara göre yapılmadığı takdirde Yüce Allah tarafından kabul
edilmeyeceği düşünülürse, Resûlullah(sav)’in koyduğu bu şartların/hükümlerin
ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılmış olur. Âcizâne kanaatimize göre Resûlullah (sav)
bu tür hükümleri vahyin kontrolünde koymuştur. Dolayısı ile hangi amaca yönelik
olursa olsun Hadîsi Kur’ân’dan ayırmak, başka bir ifade ile ‘Kur’ân yeterlidir,
Hadîse ihtiyaç yoktur’ şeklindeki görüşler son derece sakıncalı ve
tehlikelidir.
III. Sünnet, hükmü Kur’ân’da olmayan ve İslâm Dini’nin omurgasını teşkil
etmeyen konularda müstakil olarak teşrî’ kaynağı olabilir.
İslâm âlimleri, hükümlerini Kur’ân’da bulamadıkları bir takım meselelerin
çözümünü hadîslere dayanarak gerçekleştirmişlerdir. Şimdi de bu hususa dair
bir-iki misâl vererek konuyu nihâyete erdirmeye çalışalım.
1. Misâl:
Kendileriyle evlenilmesi yasak olan bazı kadınlar hakkında Kur’ân’da
şöyle buyrulmaktadır:
وَلَا تَنكِحُوا مَا نَكَحَ آبَاؤُكُم مِّنَ النِّسَاءِ إِلَّا مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّهُ كَانَ فاحِشَةً وَمَقْتًا وَسَاءَ سَبِيلًا حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَأَخَواتُكُمْ وَعَمّاتُكُمْ وَخالاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْأَخِ وَبَنَاتُ الْأُخْتِ وَأُمَّهاتُكُمُ الّٰتِى أَرْضَعْنَكُمْ وَأَخَوَاتُكُم مِّنَ الرَّضاعَةِ وَأُمَّهاتُ نِسَائِكُمْ وَرَبائِبُكُمُ الّٰتِى فِى حُجُورِكُم مِّن نِّسَائِكُمُ الّٰتِى دَخَلْتُم بِهِنَّ فَإِن لَّمْ تَكُونُوا دَخَلْتُم بِهِنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ وَحَلائِلُ أَبْنَائِكُمُ الَّذِينَ مِنْ أَصْلابِكُمْ وَأَن تَجْمَعُوا بَيْنَ الْأُخْتَيْنِ إِلَّا مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا وَالْمُحْصَناتُ مِنَ النِّسَاءِ إِلَّا مَا مَلَكَتْ أَيْمانُكُمْ كِتابَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَأُحِلَّ لَكُم مَّا وَرَاءَ ذٰلِكُمْ أَن تَبْتَغُوا بِأَمْوالِكُم مُّحْصِنِينَ غَيْرَ مُسافِحِينَ...
“Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla
evlenmeyin; çünkü bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. Analarınız,
kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları,
kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt bacılarınız, eşlerinizin
anaları, kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey
kızlarınız size haram kılındı. Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz
birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur. Kendi sulbünüzden
olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram
kılındı; ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. (Harp
esiri olarak) sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlar da size haram
kılındı. Allah'ın size emri budur. Bunlardan başkasını, namuslu olmak ve zina
etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı...”[29]
Konuya ilişkin olarak Resûlullah (sav) bir hadîsinde şöyle demektedir:
Ebû Hureyre’den gelen bir rivâyete göre de Resûlullah (sav), “kadının halasının üzerine veya halanın
erkek kardeşinin kızı üzerine ya da kadının teyzesinin üzerine veyahut da teyzenin
kız kardeşinin kızı üzerine… nikâhlanmasını” yasaklamıştır.[31]
Dikkat edilirse Resûlallah (sav) burada İslâm Dini’nin omurgasını teşkil
eden temel bir hüküm koymuyor, Yüce Allah’ın vaz’ ettiği esas hükmün şâmil
olduğu -kendileriyle nikâhlanmaları câiz olmayan- kadınlara, âyetlerde geçmeyen
başka kadınları ilave ediyor. Dolayısı ile Resûlullah (sav) bu hadîsiyle
Kur’ân’da olmayan ve aynı zamanda İslâm Dini’nin omurgasını oluşturmayan bir
konuda müstakil olarak bir hüküm koyuyor.
Resûlullah(sav)’in bu hükmü, hangi illet veya gerekçelere dayanarak
verdiği konusunda kesin bir yargıda bulunmak mümkün değildir. Ancak yukarıya kaydettiğimiz
(Nisâ/22.) âyette geçen “hayâsızlık, iğrençlik ve kötü bir yola girmek”
illetlerinden hareketle böyle bir hüküm verdiğini söylemek mümkün gibi
görünmektedir.[32] Resûlallah (sav) bu tür hükümleri verirken bizim bilgi sınırlarımızı
aşan başka nedenlere de dayanmış olabilir.[33]
2. Misâl:
Kur’ân’ın şu âyetlerinde eti yenmeyen hayvanlar ve diğer bazı hususlar
zikredilmiştir:
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَن تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلامِ ذٰلِكُمْ فِسْقٌ
“Leş,
kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb.
ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş
(hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz
müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle
kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır.”[34]
Konuya ilişkin olarak Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
Dikkat edilirse burada da Resûlallah (sav) söz konusu hadîsiyle İslâm
Dini’nin esasını oluşturan temel bir hüküm vaz’ etmiyor, Yüce Allah’ın koyduğu
temel hükmün şâmil olduğu -eti yenmeyen- hayvanlara, âyetlerde geçmeyen başka hayvanları
ekliyor. Dolayısı ile Resûlullah (sav) burada Kur’ân’da bulunmayan ve aynı
zamanda İslâm Dini’nin omurgasını teşkil etmeyen bir konuda müstakil olarak bir
hüküm vaz’ ediyor.
Resûlullah(sav)’in bu hükmü de hangi sebep veya gerekçelere dayanarak
koyduğu hususunda kesin bir beyanda bulunma imkânı yoktur. Ancak aşağıdaki şu âyetle
buna benzer başka âyetlerin kendisine verdiği yetkiye dayanarak böyle bir hüküm
verdiğini söylemek mümkün gibi görünmektedir:
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِىَّ الْأُمِّىَّ الَّذِى يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِى التَّوْرىٰةِ وَالْإِنجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهىاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّباتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلالَ الَّتِى كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِى أُنزِلَ مَعَهُ أُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı
buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber
onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl,
pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O
Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte
gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”[36]
Görüldüğü gibi verilen bu misaller, İslâm Dini’nin temel yapısını meydana
getiren esaslardan değildirler; dolayısı ile Hadîs bu tür konularda müstakil
olarak hüküm koyabilir.
Burada, Kur’ân’ın ortaya koyduğu hükümlerin, Hadisin ortaya koyduğu hükümlerden
daha kavvetli olduğunu söylemek sakıncalı olmasa gerektir. Bu münasebetle
olmalı ki yukarıda zikrettiğimiz hadise göre, “köpek dişli yırtıcı hayvanlar”
oldukları için yenmemesi gereken sırtlan, tilki ve porsuk eti, Şâfiî mezhebine
göre yenmektedir/mübahtır.[37] Buna mukâbil
ilgili âyette geçen “domuz etinin haramlığı” konusunda ise mezhepler arasında
herhangi bir ihtilaf yoktur.[38] Bu durumun
da söz konusu görüşümüzü desteklediği söylenebilir.
Yukarıda verdiğimiz iki misalin dışında, ehlî eşek etlerini yemenin yasaklanması,[39] nesep
bakımından haram olanların süt emzirme yoluyla da haram olması[40] gibi Resûlullah
(sav) tarafından verilen diğer hükümlerin de bu şekilde değerlendirilmesi, Kur’ân
nezdinde hadîsin teşrî’i meselesinin çözümüne katkı sağlayabilecek bir yöntem
olarak görülebilir.
Konuyu sonlandırmadan önce şunu da ifade etmek gerekir ki, gerek İslâm
Dini’nin ana yapısını oluşturan temel unsurların gereği gibi îfâsına yönelik olanlar
olsun ve gerekse bu tür konuların dışında müstakil olarak koydukları olsun,
Resûlullah (sav) tarafından vaz’ edilen bütün hükümler bağlayıcıdır. Yukarıda
zikredilen şu âyeti bu kapsamda değerlendirmek mümkündür:
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلالًا مُبِينًا
“Allah ve
Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın
müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Her kim Allah ve Resûlü’ne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[41]
Bu husus hadîste de şu ifadelerle yer almıştır:
ألا وإنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ الله صلى الله عليه و سلم
مِثْلُ مَا حَرَّمَ اللهُ
Görüldüğü gibi âyet ve hadislerde hem Yüce Allah’ın ve hem de
Resûllah’ın hüküm koyduğuna dair ifadeler çok açık olarak yer almaktadır.
Dolayısı ile her iki kaynağın yani, hem Kur’ân’ın ve hem de Hadîsin koyduğu
hükümlerin yaptırım gücü/bağlayıcı hususiyeti vardır. Ancak, Yüce Allah’ın koyduğu
hükümleri, temel unsur niteliği taşıyanlara, Resûlullah(sav)’in verdiği
hükümleri ise, Allah’ın vaz’ ettiklerinin gereği gibi îfâsına ilişkin olanlar
ile ana yapı özelliği taşımayanlara hasretmek, meselenin çözümü bakımından
makul gibi görünmektedir.
Konuyu sonlandırırken şunu da ifade edelim ki, biz bu görüşümüzle, hüküm
koyma açısından ne hadisi devre dışı bırakıyor ve ne de onun alanını daraltıyoruz;
sedece yetki alanını ve sınırını belirlemeye çalışıyoruz.
Sonuç:
Kur’ân nezdinde sünnetin teşrî’i
meselesi âlimler arasında ciddî tartışmalara neden olmuş bir konudur. Ve bu
mevzû’ halen güncelliğini korumaktadır. Âlimlerin çoğunluğunu teşkil eden grup,
Hadîs’i Kur’ân’dan sonra ikinci teşrî’ kaynağı olarak kabul edenlerdir. Bununla
beraber müstakil teşrî’ meselesinde aşırı gidip Sünneti tamamen olumsuzlayanlar
olduğu gibi onu, Kur’ân’la aynı paralelde görenler de vardır. Aşırı olarak
telakki ettiğimiz bu iki grubun görüşlerini tasvip etmek mümkün
görünmemektedir.
Hadîs, Kur’ân’dan sonra gelen
ikinci teşrî’ kaynağıdır. Âcizâne kanaatimize göre dînin omurgası konumunda
olan hususlarda müstakil olarak teşrî’ kaynağı sadece Kur’ân olmalıdır. Kur’ân
tarafından vaz’ edilen temel dînî esasların usûlüne uygun olarak icrâ
edilmesine yönelik hususlarda Sünnet, gerekli olan hükümleri ve şartları koymalıdır.
Aksi halde söz konusu esasların Yüce Allah tarafından kabülü mümkün olmayacaktır.
Hadîs ise, dînin omurgası mesabesinde olmayan konularda ancak müstakil olarak teşrî’
kaynağı olabilir.
· Yüzüncü Yıl Üniv. İlahiyat Fak., Temel İslâm Bilimleri Bölümü,
Tefsir Ana Bilim Dalı. E-mail: bahagani@gmail.com
[1] Bu kavramlar hakkında geniş bilgi için bkz., Karaman, Hayreddin, Anahatlarıyla
İslâm Hukuku, İstanbul, 1984, I, 111-134.
[2] Bu çalışmamızda “Hadîs” ile “Sünnet” arasında herhangi bir ayırım
yapmadık, yani onları birbirlerinin yerine kullandık.
[3] Nahl (16), 44.
[4] En’âm (6), 38.
[5] Mâide (5), 3.
[6] Kalem (68), 4.
[7] Müslim, Ebû’l-Huseyn
Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, İstanbul, 1981, Salâtu’l-Müsâfirîn,
139.
[8] İbn Abdi’l-Berr, Ebu Ömer Yusuf
b. Abdillah b. Muhammed, Câmiu Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî, Tahkik,
Ebû’l-Eşbâl ez-Züheyrî, Dâru İbni’l-Cevzî, II, 1191.
[9] Nisâ (4); 59.
[10] Nisâ (4); 65.
[11] Ahzâb (33), 36.
[12]“Hadîsin
Teşrî’ Fonksiyonu” başlığından buraya kadar aktarılan bilgiler için bkz., Toksarı,
Ali, Delil Olma Yönünden Sünnet, Rey yayınları, Kayseri, 1994, s. 79-80,
86-87, 88. Ayrıca bkz., Abdulganiy Abdulhâlik, Hucciyyetü’s-Sünne, 1.
baskı, Daru’l-Kur’âni’l-Kerîm, Beyrut, 1986, s. 485 vdd; aynı müellif, Sünnet
ve Dindeki Yeri (Buhûs fi’s-Sünneti’l-Müşerrefe), çeviren, Mehmet
Erdoğan, 1. baskı, Koba yayınları, İstanbul, 1992, s. 28, 29, 31, 50 vdd.
[13] Önemine binâen burada şu hususu belirtmekte fayda mülâhaza ediyoruz ki, bu
çalışmanın asıl amacı, İslâm Dîni’nin itikâdât, ibâdât ve muâmelât alanlarına
dair temel esaslarını tespit edip ortaya koymak değildir. Zira böyle bir
çalışmanın bir makalenin sınırlarını fazlasıyla aşacağı ortadadır. Dolayısı ile
biz makalemizde hedefimize ulaşmak için söz konusu alanlara dair maksadımızı
ortaya koyacak kadar misal vermekle yetineceğiz.
[14] Buhârî, Muhammed b. İsmâ‘îl, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul,
1981, Tefsir (Bakara Sûresi), 30, Îmân, 1;
Müslim, Îmân, 21-22.
[15] Dikkat edilirse hadîste geçen maddeleri sıralarken onlara dair birer âyet
zikretmemize rağmen onu “âyetler” şeklinde çoğul olarak kullandık. Bunun
nedeni, ilgili konuya dair başka âyetlerin de olduğna işaret etmektir.
[16] Nisâ (4), 136.
[17] Nisâ (4), 103.
[18] Bakara (2), 183.
[19] Mücâdele (58), 13. Kur’ân’da, genelde namazın kılınması emriyle zekâtın
verilmesi emri aynı âyet bünyesinde yer almaktadırlar. Meselâ bkz., Bakara (2),
43, 110; Nûr (24), 56.
[20] Âl-i İmrân (3), 97.
[21]Resûlullah(sav)’in yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz hadîsi, îtikâdî
esaslardan Allah ve Resûlü’ne inanmakla, ibâdet esaslarından dört tanesini
ihtiva etmektedir. Kur’ân’da alış-verişin helal, faizin haram oluşu (Bakara
(2), 275), içki, kumar… yasağı (Mâide (5), 90) gibi muâmelât alanına dair temel
dînî prensipler de yer almaktadır. Hem konuyu uzatmamak için ve hem de
maksadımızı ortaya koymak amacıyla verdiğimiz misallerin yeterli olduğunu
düşünerek temel muâmelât konuları hakkında detaylı bilgi vermeye ihtiyaç
duymadık.
[22] Biz, gerek namaz ve gerekse diğer hususlarda, konumuzun dışında olduğunu
kabul ederek mezhepler arasındaki ihtilaflara girmedik. Zira söz konusu
ihtilaflar, mezhep imamları veya onların müntesiplerinin, ilgili âyet ve
hadîsleri farklı yorumlamaları neticesinde ortaya çıkmışlardır.
[24] el-Menâsik/المناسك: Haccda yapılan bütün iş(lem)lere “menâsik”
denmektedir. Bkz., İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem b. Alî b.
Ahmed el-Ensârî, Lisânu’l-Arab, “نسك/N-S-K” mad.
[25] Nesâ’î, Ebû Abdirrhman Ahmed b.
Şu‘ayb, Sünenu’n-Nesâ’î,
İstanbul, Menâsik, 220; el-Beyhekî, Ebû Bekir Ahmed b. el-Huseyn b. Ali,
es-Sünenu’l-Kübrâ, Tahkik, Muhammed Abdu’l-Kâdir Atâ, 3. baskı,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003/1424, V, 204 (Hadîs no., 9524). Ayrıca
bkz., el-Humeydî, Muhammed b. Fütûh, el-Cemu’ beyne’s-Sahîhayn
–el-Buhârî ve Müslim-, Tahkik, Ali Huseyn el-Bevvâb, Dâru İbn Hazm, II, 390
(Hadîs no. 1640).
[26] Hacc (22), 29.
[27] Haşr (59); 7.
[28] Süyûtî, Celâleddîn Abdurrahmân b.
Ebî Bekr, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Tahkik, es-Seyyid
el-Cemîlî, Kahire, s. 19-20. Benzer bir rivâyet için bkz., el-Hatîb
el-Bağdâdî, Ebû Bekir Ahmed b. Ali b. Sâbit, el-Kifâye fî Marifeti Usûli
İlmi’r-Rivâye, Tahkik, İbrahim b. Mustafa – Âl-i Bahbah ed-Dimyâtî, 1.
baskı, Daru’l-Hüdâ, 2003, I, 83.
[29] Nisâ’ (4), 22-24.
[32] Bu meselenin başka bir illeti için bkz., Sibâî, Mustafa, İslâm
Hukukunda Sünnet, çeviri, Kamil Tunç, Şura yayınları, İstanbul,
1996, s. 332-333.
[33] Resûlullah(sav)’in hüküm koyarken hangi illetlere veya gerekçelere
dayandığı meselesini, bu çalışmanın ortaya koymak istediği hususların dışında
kabul ediyoruz. Dolayısı ile çalışmamızda bu konuya daha fazla girmeyeceğiz.
[35] Müslim, es-Sayd ve’z-Zebâih, 15; Tirmizî,
es-Sayd, 11. Ayrıca bkz., Buhârî, ez-Zebâih ve’s-Sayd, 28, Tıb, 57.
[36] A’râf (7), 157.
[37]Ahmed Hilmi el-Koğî ed-Diyarbekîri, Hediyyetü’l-Habîb
(İbn-i Kasım’ın metni Ğâyetü’l-İhtisâr’ın şerhi), (Büyük Şafii İlmihali),
çevirenler, Abdulkuddus Yalçın – Abdussamed Yalçın, Dua yayıncılık, İstanbul,
2009, s. 593.
[38] Haram olan yiyeceklerden/gıdalardan, zarûrî hallerde ölmeyecek kadar
yenilmesine cevaz verilmektedir. Ancak bunun bizim konumuzla bir ilgisi yoktur.
Çünkü bizim söylediklerimiz, normal şartlar içindir.
[40] Müsilm, Razâ’, 2; İbn Mâce,
Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbni Mâce,
İstanbul, 1981, 34.
[41] Ahzâb (33), 36.
[42] İbn Mâce, Ebû Abdillah
Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbni Mâce,
İstanbul, 1981, Mukaddime, 2.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...