26 Aralık 2017

Kitaplar Çöpe ya da Geri Dönüşüme / Bekir AKKAYA

   Bu yazı tarafımdan 14 Temmuz 2016 tarihinde yazılmıştır. Fotoğrafta görülen kitaplar ise yıl sonunda okulun çöplerinden toplanmıştır. Bilinmelidir ki okullarda kütüphane ya da kitaplık ya hiç yoktur ya da kullanılmamaktadır. Kütüphanesi olmayan okul düşünebiliyor musunuz? Emin olun kütüphanesi olmayan okullar mevcuttur. Yalandan kitap okuma zamanları düzenlense de bu sadece günü kurtarma, resmi yazıları güya yerine getirme numarasıdır...
                       **********
Mesleğimizin eğitim ve öğretimle ilişkisi olması nedeniyle bulunduğumuz yerlerde kitaplar hep karşımıza çıkar.
            Zorunlu olarak kitap işimizin bir parçasıdır. Öyle olunca da bir öğretmeni kitaplardan ayrı düşünmek mümkün değildir. Hep böyle düşünülür ancak durum hiç te böyle değildir.
            İşin doğrusu son zamanlarda öğretmen kitabı sevmiyor. Diğer mesleklerde kitabı sevmeme anlaşılan bir durum olabilir. Ancak bir öğretmenin kitabı sevmemesi  ya da kitaptan uzak durması  anlaşılan bir durum değildir.
            Öğretmenin görevi eğitim öğretim ve dolayısıyla kitaptır. Mesleğini yerine getirirken ve geçimini temin ederken kullandığı araç ve gereci kitap ve kalemdir.
            Devlet öğrencilere kitapları ücretsiz veriyor. Aslında bu iyi gibi gözükse de bu durum çok kötü bir şeydir. Kitap gibi bir şeyin bu kadar değersizleştirilmesi ve işi bitince atılması ve yakılması şekline getirilmesi anlaşılır bir durum değildir. Ben şahsen bu durumun son derece tehlikeli bir durum olduğunu düşünüyorum. Ve bunu bir öğretmen olarak söylemekte hiçbir sakınca da görmüyorum.
            Bizde okuma alışkanlığı zaten yok. En azından ders kitabı da olsa evlere bazı kitaplar giriyordu. Şimdi bu kitaplarda yılsonunda öğrencilerden toplanarak geri dönüşüme gönderiliyor. Hatta bu kitaplarla birlikte ne kıymetli romanlar araştırma ve fikir kitapları da aynı şekilde toplanarak geri dönüşüme gönderilmekte. Okulların birçoklarında kütüphane yok. Yıl içinde sınıflarda oluşturulan kitaplıklarda toplanılan kitaplar toplanarak doğru yakılmaya ya da geri dönüşüme gönderiliyor. Yetkilere bu durumu aslında iletmek lazım. En azından kitaplar devlet tarafından ücretsiz verilmemeli. Çocuğunu okutacak en azından kitapları para ile almalı. Kitaplar da eskisi gibi sık sık değiştirilmeyerek gelecek yıllarda da kullanılabilmelidir.
            Bu konuda yazılması gereken çok şey var. Okuma yazması olmayandan öğretmen olmamalıdır. Kitap okuma alışkanlığı edinmemişlerden öğretmen ya da milli eğitimde bir görev verilmemelidir.
            Son olarak hafta içerisinde gazetelerde yayınlanan bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum.
   “Üniversite yerleştirilmelerinde daha önceleri Tıp ve Hukuk Fakültelerine uygulanan başarı puanı sıralaması bu yıl Mimarlık ve Mühendislik Fakültelerine de uygulanacak. Öğrenciler Tıp Fakültesine gitmek için 40 bin, Hukuk Fakültesine girmek için 150 bin, Mimarlık Fakültesine 200 bin, Mühendislik Fakültesi için ise 240 binin içerisine girmek zorundalar.   Bu rakamlarda öğretmenlik var mı? Yok.
             Kimse böyle bir durumdan çocuklarımız için iyi bir gelecek beklemesin.
            Milli Gazete’den
            “Kitap sızlar kitap sızlar
            Kalem ağlar kitap sızlar
            Son Kitabın ilk emrini
            Unuttular Kitapsızlar”

            Bekir AKKAYA/ 14 Temmuz 2016/KUMRU
**********Sitemizde yayınlanan yazı, fotoğraf ve dokümanlar başka bir site ya da dergi-gazetede yayınlanacaksa önceden yazılı izin gerektirir. Sitelerimizde yayınlanan diğer doküman veya belgeler , kaynak gösterilmek ve sitesinin ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.Bekir AKKAYA **********





25 Aralık 2017

İnternet mi? Kütüphane mi?/Bekir AKKAYA


Not: Bu yazı tarafımdan 19 Mayıs 2014 tarihinde tarafımdan yazılmıştır. Fotoğraf ise o tarihte kütüphanesi olup ta hiç bir zaman öğrencilerin girmediği ve olan kitapların dağınık bir şekilde raflarda ve masa üzerlerinde darmadağın olduğunu Kumru YİBO'da çekilmiştir.
                       *************
Benim yaşıtların algılayamadığı bir dönem yaşıyoruz.
                Yaşamımızın her alanında durum böyle…
                Yemek alışkanlıklarımızdan tutun da konuşma adabına kadar…
                Yürüyüşlerimizden tutun da tepkilerimize kadar…
                Anne baba ilişkilerinden tutun karı- koca ilişkilerine kadar durum bana karmakarışık geliyor…
                Bu benim yaşıtlarımın alışkanlıklarından kaynaklanabilir…Bizim dönemimizle şimdiki dönem çok farklı…
                Şimdi her şey hazır ve bol…Bu bolluğun içersinde nimetin farkına varmak mümkün değil…
                Okullarda kitaplar bedava…Onunda ötesinde bilgisayarlar var…
                Radyonun ve televizyonun olmadığı bir dönem yaşadık biz. 1972 yılında Ankara eski garajında televizyon görmek için az dolaşmadım. Görüntüsünü değil kutusunu görmekti derdim…Gördüm mü? Hayır…
                Bizim eve televizyon 1984 yılında girdi. Tek kanal ve siyah beyaz…
                Gerçekten bolluk

20 Aralık 2017

İslamcı Dergiler Projesi

İSLAMCI DERGİLER PROJESİ

PROJE HAKKINDA

RAKAMLAR : 43 dergi, 3,442 sayı, 79,572 yazı

İslamcı Dergiler Projesi tanıtım broşürü için lütfen tıklayınız.
Dergilere Ulaşmak İçin Sayfaya Gidiniz: http://idp.org.tr

Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi başından beri üzerine çokça yazılan ve farklı yönleriyle konuşulan bir konu olmasına rağmen bu düşüncenin üretildiği, tartışıldığı ve yaygınlaştırıldığı dergiler pek çalışılmamıştır. Hâlbuki dergiler, Osmanlı’nın son döneminden bugünün Türkiyesine kadar, İslamcı düşüncenin oluşumunda ve gelişiminde önemli bir işleve sahip olmuş ve İslamcı yayıncılığın en önemli bileşenlerinden birini teşkil etmiştir. Bu yayınların incelenmesi Türkiye’de İslamcılık düşüncesi bağlamında tartışılan konuları, kavramları ve özneleri derli toplu bir şekilde ortaya çıkaracağı gibi, Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin gelişim seyrinin ortaya çıkması için de önemli kapıları aralayacaktır.
Kapsam

Projede dergiler 3 aşamada incelenecektir. Projenin 2014-2015 yıllarında tamamlanan birinci aşamasında 1960-1980 dönemi mercek altına alınmıştır. Bu dönemin seçilmesinin nedeni hem kendisinden önceki dönemleri yansıtan bir yapısının hem de kendisinden sonraki dönem üzerinde çok ciddi etkilerinin olmasıdır. Böylece İslamcı neşriyatın ciddi bir atılım gösterdiği bu ara dönem üzerinden İslamcılığın ana temalarını ortaya koymanın daha kolay olacağı düşünülmüştür.
Projenin 2016’da gerçekleştirilen ikinci aşamasında 1960 öncesine ait 58 dergi incelenmiştir. 2017-2018 yıllarında gerçekleştirilecek 3. aşamasında ise 1980 sonrası yayımlanmış 500'e yakın derginin dijitalleştirilmesi, kataloglanması ve incelenmesi planlanmaktadır.
1960-1980 Dönemine Ait

43 dergi, 3,442 sayı, 79,572 yazı

©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

19 Aralık 2017

Kız Çocuklarımızı Okutalım (Arşiv) Bekir AKKAYA


KIZ ÇOCUKLARIMIZI OKUTALIM! 

ONLAR ZATEN OKUYORLAR! BİZE DÜŞEN KATKI YAPMAK! 

KAMPANYAYA DESTEK OLUN! KUMRULU KIZLARIMIZ OKUSUN! 
İki yıl önce Ramazan ayında bir iftar vaktinde Kumru Din Görevlileri Derneğinde Kumru Kaymakamı İlhami Doğan, Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek, Kumru Milli Eğitim Müdürü Abdulkadir Hocaoğlu, Kumru İmam Hatip Lisesi Müdürü İbrahim Tatlıgül, ve bu satırların yazarının da aralarında bulunduğu Kumrunun önde gelen tüm esnafları Şu anda Samsunda bulunan Ali Fuat Karaman ve Gazeteci Murat Yürekli’nin yoğun çabaları sonucu iftarda bir araya gelmişlerdi.


Toplantının asıl amacı “Haydi Kızlar Okula” kampanyasının Kumrudaki köylerde kızlara yönelik olarak nasıl hayata geçirileceği idi. İlköğretimi bitirdikten sonra Kumrunun köylerinde kızlar okumak istediği halde okuma fırsatı bulamıyordu. En azından bu kızlar bir lise eğitimini nasıl gerçekleştirebilirlerdi?


Kumru İmam Hatip Lisesi Müdürü İbrahim Tatlıgül hayırseverlerden yardım isteyerek kendi okulunda lise 1’e kayıt yaptıran kız öğrencilerin kalmaları için bir ev tutmuştu. Ama bunları gören köydeki kızlar Kumru Çok Programlı Lisesine ve İmam Hatip Lisesine kayıt yaptırmış olsalar da kalacakları pansiyon veya yurt olmadığı için öğrenimlerini yarıda bırakıyorlardı. Bazı öğrenciler direnerek Kumruda bazı duyarlı esnaf ve öğretmenlerinden yardım talep ediyorlardı. Bu amaçla da birkaç öğrenci için birkaç ev tutulmuş, en azından bazı kız çocukları liseyi bitirme başarısı gösteriyorlardı.


Bu amaçla duyarlı Kumrulu esnaf ve eğitimciler defalarca bir araya gelmişti. Amaçları “Haydi kızlar okula” kampanyasına köydeki kızları okutarak katılmak. İşin doğrusu zor bir durumdu. 30’ün üzerinde köyü bulunan bir ilçenin kızlara yönelik bir yurdunun bulunmaması acı bir durumdu.


Başta Murat Yürekli, Ali Fuat Karaman olmak üzere Kumru’da bu sıkıntının aşılması için yoğun çaba sarf edildi. Nihayet Hatipli Camiinin altında 360m2’lik boş alanın kullanılmadan boş yere durduğu öğrenildi.


Yetkili birimlerle görüşülerek bu alanın Lisede okumak isteyen kızların kalabileceği bir yer yapılmasının faydalı olabileceği kararlaştırıldı. Bu amaçla Kumru Kaymakamlığına, Kumru Belediye Başkanlığına, Kumru Müftülüğüne ve Erçallar gibi Kumrulu esnaflara gidilerek buranın yapılması için bir maddi hesap çıkartıldı. Akabinde işe başlanıldı. İşte iki yıl önce Din görevlileri derneğindeki iftar yemeği Kumru Belediyesince bu amaçla verilmişti. O gün yukarıdaki durum, katılanlara aktarıldı. Bütün katılan davetliler yardıma hazır olduklarını belirtmişlerdi.


Ve aradan iki yıl geçti. Bu gün 2006’ın bir ramazanını daha yaşıyoruz. Dünden bu güne o gün alınan kararlar hayata geçirilmiş, Hatipli Camiinin altı 100 milyar harcanarak kız yurdu haline getirilmiş, kızlar Kumrulu esnafın destekleri, Kumru Belediyesi ve samsun İlk Adım Belediyesinin özellikle Başkan Yardımcısı Şamil Bilgü'nün, Erçalların ve diğer adını bilemediğimiz çok sayıda hayırseverlerin destekleri ile iki yıldan bu yana Lise tahsiline mutlu bir şekilde devam etmişlerdi. Yardımlara öncülük eden Murat Yüreklinin verdiği bilgiye göre İstanbuldaki Kumrulular derneği yöneticileri ve özellikle Ali Peru ve Mustafa Çayanın çok büyük katkısı olmuş.(Burada adlarını bilemediklerimiz ilerki günlerde mutlka yazılacaktır. Bazı hayırseverler adının yazılmamasını özellikle istemişlerdir.BA)


Bu iki yıl içersinde kız öğrencilerin lisede okumaları fazlalaştıkça Hatipli Camiinin altı bugün yetmez hale gelmiş ve bu amaçla da bu yıl dört daire daha kiralanmıştır.


Gazeteci ve Hayırda gönüllü Murat Yürekli durumu Kumru’ya gelen Kumrulu iş adamlarına iletmiş Yetkili birimlerle bir araya gelinerek Kumrulu kız çocukların en az liseyi bitirmeleri için bir yurdun yapılması adına önümüzdeki yıllarda önemli sözler almıştır.


İş Adamı ve İstanbul’da yaşayan Kumrulu Ali Peru “ liseye gitmek için yeni tutulan dört dairenin kirasını ödeyeceğini belirterek, önümüzdeki yıllarda Kumru’ya mutlaka bir kız yurdunun yapılması gerektiği üzerinde durmuştur. Mali Müşavir Mustafa Çaya ve Ali Peru’nun oğlu Dâhiliye Uzmanı Dr. Celalettin Peru var olan duruma büyük katkı yapmakla birlikte yurt projesi için ellerinden ne gelirse yapacaklarını söylemişlerdir.


Yine yapılacak yurt amacıyla Murat Yürekli’nin rehberliğinde İstanbul Kumrulular Dernek Başkanı Celalettin Dervişoğlu, Eski Dernek Başkanı Harun Topalcı, Mali Müşavir Mustafa Çaya, İş Adamı Yüksel Yaylak ve İş Adamı Adnan Yavuzer ve bir çok Dernek yöneticisi geçtiğimiz günlerde Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek’i ziyaret ederek kız yurdu için kendilerine belediyenin bir yer göstermesi halinde bu yurdun 2007 yılında bitirileceğini ifade etmişlerdir.


Bütün bunlar olurken okulların açıldığı bugünlerde liseli kız öğrenciler okullarına devam etmektedir. Gerek Hatipli Caminin altındaki liseli kız öğrenciler için ve gerekse tutulan dört dairedeki öğrenciler için hemen şimdi bir şeylerin yapılması gerekiyordu.


Aynı gün Öğrencilerin kaldığı yurt olarak tutulan yerler Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz’a gezdirilerek kendisine bilgi verildi. Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz öğrencilerle bir süre konuştuktan sonra çok güzel faydalı bir iş başarıyorsunuz. Kız çocuklarımız adına yaptıklarınızı tebrik ediyor, Kaymakamlık olarak yaptıklarınıza destek olacağını ifade etti.


Hayırda Gönüllü ve Gazeteci Murat Yüreklinin yoğun çabaları sonucu Ramazanın ilk günü durumdan haberdar olan ve yardımlarını esirgemeyen esnaflara Belediyenin katkıları ile Kınalılar Aile Çay Bahçesinde bir iftar yemeği verildi. Davet edilenlerin tamamının hazır olduğu iftar yemeğinin ardından yukarda yazmaya çalıştığımız konular bizzat işin bilenlerince dünü ve bugünü ile davetlilere anlatıldı.


İftar Yemeğine Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz, Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek, Kumru Müftüsü Abdullah Pamuklu, Kumru Milli Eğitim Müdürü Abdulkadir Hocaoğlu, Kumru Çok Proğramlı Lisesi Müdürü Şükrü Dizek, Kumru İmam Hatip Lisesi Müdürü İbrahim Tatlıgül, Ak Parti İlçe Başkanı Hamza Karar, İl Encümen Azası İsmet Erçal, İl Encümen Azası Cemal Salgut, Deva Eczanesi Sahibi Eczacı Mehmet Bilgü, Karadeniz Haber Postası Kumru Temsilcisi Gazeteci Murat Yürekli ve bu satırların yazarı ile birlikte çok sayıda Kumrulu İş Adamı ve esnaf katıldı.


İftardan sonra, bu iftarda buluşmamızın nedenini ve açış konuşmasını Murat Yüreki yaptı…


Daha sonra Kumru Müftüsü Abdullah Pamuklu iki yılda yapılanları ve var olan durumu ve yapılması gerekenlerle ilgili geniş açıklamalarda bulundu. Kız öğrenci sayılarını ve okumak isteyen öğrencilere yapılması gerekenlerin neler olduğunu belirterek, iki yılda 98 milyar masraf yaptıklarını, katkı yapanları bir bir anarak kendilerin teşekkür etti. Bundan sonraki yapılması gerekenler için yardım talep etti.


Daha sonra İmam Hatip Lisesi Müdürü İbrahim Tatlıgül “ Öğrenci sayılarını belirterek okumak isteyen kız öğrencileri boş çevirmek istemediklerini, geleceğin annelerinin en azından bir lise bitirmek istemelerinin çok anlamlı olduğunu buna seyirci kalınmasının mümkün olmadığını ifade etti. Köylerde kız öğrencilerin ilköğretimden sonra okuyamadıklarını belirterek acilen bir kız yurduna ihtiyaç duyulduğunu bu konuda Kumru ve Kumru dışındaki iş adamlarının bunu yapacakları sözünü verdiğini, Kaymakamımızın ve belediye başkanımızın bu konudaki duyarlılıklarına öğrenciler adına teşekkür ediyorum dedi.


Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek ise “ Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada yardımdan kaçınmayacaklarını belirterek “bunun için kalıcı bir çözüm gerek derhal yurt yapılmasına başlanılması gerektiğini söyledi. İki yıldan bu yana belediye olarak bu öğrencilere gereken yardımın yapıldığını ifade ederek esnaflarımızdan bizi geri çevirenin olmadığını söyledi. Kumrudaki dışardan gelen esnafların ise bu yardımlara sıcak bakmadığını belirterek, hem Kumruda Kumrunun insanından kazandıkları halde bir kuruş yardım yapmadıklarının doğru bir durum olmadığını belirtti. Bu organizeyi yapanlara, katılanlara ve özellikle de Murat Yürekliye çok teşekkür ediyorum dedi.


En son konuşmayı Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz yaptı. Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz Konuşmasında “ Eğitimin önemine vurgu yaparak bu işe el atan kim varsa teşekkür ettiğini söyledi. Kumru Kaymakamı Üzeyir Yılmaz “ Siz Kumruda olup bitenleri pek bilemezsiniz. İnanın çocuklar okumak istiyor. Kızlar okumak istiyor. Geleceğimiz bu çocuklara aittir. Geleceğin güzelliği kız çocuklarımızın okumasından geçer. Çocuklarımız parasızlıktan okuyamıyor. Kızlarımız kalma yerleri olmadığından okuyamıyor. Ben bugün çocukların kaldıkları yeri gördüm. Gerçekten bu çocuklara sahip çıkmak lazım. Biz Kaymakamlık olarak zaten yardım ediyoruz. Bu çocuklara sahip çıkmazsanız büyük suç işlemiş olursunuz. Ve ben sizlere bunun hesabını emin olun sorarım…Ne kadar güzel bir şey yaptığınızı biliyorsunuz ki buradasınız. Eğitim için her zaman kaymakamlık olarak yanınızda olduğumu bilmelisiniz. Kızlarımız en azından bir Lise mezunu olmalıdır diyerek Tüm katkı yapan herkese ve öğretmenlerimize teşekkür ediyorum dedi.


Daha sonra bu yıl yapılacaklar için bir yardım kampanyası başlatıldı. Katılanların yoğun ilgisi ve parasal destek sözleri ile toplantı son buldu.

HABER VE FOTOĞRAFLAR : *Bekir AKKAYA-KUMRU

RAMAZAN-2006

KUMRU


©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Sessiz Şehir / Ekrem Saygı


EKREM SAYGI'NIN KALEMİNDEN "KUMRU" YA DA "SESSİZ ŞEHİR" YAZISI
SESSİZ ŞEHİR
Çok şükür ya rabbi  tesadüflerle dolu bu şehirde  hala ayakta isem, şükürler olsun demekten alamıyorum kendimi.  Gözlerim geçmişe ve geleceğe takılmış halde  kendimi ve bu şehrin insanlarını düşünüyorum.
                     Bu sessiz şehirde özden  yapılması gereken hiçbir hareket kalmamış  öz değerler varmış gibi gözükse de, sadece sözle ifade edilir hale gelmiş. Sevgi, diyalog, paylaşım, hoşgörü, huzur, dost, vefa, incelik, nezaket vs. bütün kuralların içi boşaltılmış ve sanal bir aleme doğru iyi, kötü, doğru, yanlış ne olursa olsun, hiçbir ayırım yapılmadan sadece hayatta kalma pahasına kendilerini bekleyen tehlikelerden habersiz sessiz bir yolculuğa doğru yol almaktadır bu şehir.
                       Unutmak ve unutturmak karabasan gibi çökmüş bu şehrin üzerine. Sanki yeni bir dönem başlamış duyarlı olmak sıfırın altına düşmüş bu şehirde. Ne formamızın üstüne yazılan ve yazdırılan reklamdan haberimiz var, nede oyun için oynatılan tiyatrodan, hep beraber anlamını bilmeden, anlamsız her şeyi alkışlayan seyirlik bir insan topluluğu haline geldi bu şehir. Aptallık mı, yoksa başka bir şey mi nedir bilmem ama olaylar hep anlık yaşanılır ve anlık unutulur bu şehir de. Anlamlar, paylaşmalar sisler altına gizlenmiş, varlıklar ve yokluklar belli değil, unutarak ve unutturarak, bilerek yada bilmeyerek ne olursa olsun her şeyi eyvallah dercesine kabullenip içine sokar ve sonra da karın ağrısından ve sancılardan kurtulamaz  bu şehir. Bu şehrin sokakları şaşkınlıklarla, hayretlerle doludur. Köyleri ayrı derttir bu şehrin sınırındaki kazık davasından kurtulamaz, kenti ayrı bir derttir bencillikten yol alamaz.  Acele ve telaşla, kaşla göz arasında hiç tanımadığınız ve yabancısı olduğunuz sokaklar haline gelir bu şehir. Kültür evlerinde öz değerlerine ters düşen tiyatrolar. Geçmişinde yaylalarında milyarlar karşılığı oynatılan dansözlere ev sahipliği yaptırır bu şehir. Ölümleri bile basitleşmiştir bu şehrin. Beraber olduğu, paylaştığı ve konuştuğu bütün ortamlar sanallaşmış özden uzak bir yaşam tarzı başlamıştır bu şehir de.
                    Doğru, yalnız başına doğru değildir. Doğrular İnsan gönlüne girince can bulur. Canı çıkarılmıştır bu şehrin, Doğrular girecek bir gönül arar bir sağlam yürek arar bu şehir de. Meyve olgunlaşınca tat bulur. Olgunlaşmamış meyve saman gibidir, Samanı da hafif bir rüzgar eser kaybolur. Rüzgârın önünde savrulan gazel gibi hedefini şaşırmıştır. Neyin doğru neyi yanlış, Olgunluğu ve hamlığı belli değil. Karışık bir kavram içersinde sessiz bir yolculuğa doğru sürükleniyor bu şehir. Bir kayboluş anında top yekün ayağa kalması gerekirken, yanındakini unutan iş işten geçtikten sonra haberdar olan, sanal birlikteliklerle, günü birlik  yaşantılarla bütün bir araya gelişler  gerçek anlamından uzak, zorunluluk ve menfaate dönüştüğü bir topluluk haline gelmiştir bu şehir. Olaylar karşısın da her şeyi sıradanmış gibi göstererek ciddiyetten uzak bir yaşam tarzı sürdürülür bu şehirde.
                       Belki bir gün gelecek, bir ses bu şehre pişman olursun dese de, artık çok geç olacak. Bu şehre ait değerler unutulunca ve bu şehir öksüz kalınca, bu şehrin bedelini kimler ödeyecek, kimler bu şehrin sorumluluğunu üstlenecek? Sanal bir yaşam tarzı sürdürülen bu şehirde, her gün kahır çekmemek için birazcık olsun o saf çocukluğunuz kaldı ise bu şehrin sokaklarını  ve beraber olduğunuz arkadaş ve dostlarınızın nabız sıcaklıklarını ölçerek, gözlerinizdeki ışığı  dostların aynasına yansıtarak, bu şehrin yaşamına ve kendi yaşantınıza yaşam ve heyecan katarak yaşamak lazım gelmez mi?  Eğer bunları yapamıyorsak, bu şehir de gelecekte ödeyeceğimiz birçok bedel var demektir.
                 Yaşadığımız yenilgiler bize yeter. Hadi var mısınız hep beraber ayağa kaldıralım bu şehri?...
                                                                         Ekrem SAYGI
                                                                     KUMRU-  22.06.2006


©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Kumru Haber Formunda Yazı Yayınlama /Bekir AKKAYA

KUMRU FORMUNDA RESİM VE YAZI YAYINLAMA
Bir Açıklama!
Kumru.Org internet sitesinde siz ziyaretcilerimizin katılımı amacıyla bir de form oluşturmuş bulunmaktayım. Formu oluşturduğum günden bu yana 44 ziyaretcimiz formumuza üye olmuş bulunmaktadır. Bu kadar ziyaretcimiz olmasına rağmen katılımın düşük olmasını ben bir nedene bağlamaktayım. Forma fotoğraf ve yazı eklemenin basit olduğu halde bilinmemesi. Bunu nerden anlıyorum. Kumru.Org'taki Ziyaretci Defterinden. Ziyaretci Defterimize yazanların sayısı bini geçmiş bulunmaktadır. Bu çok güzel bir durum. Zaman zaman defterde kısa yazmanın sıkıntısı bulunduğu gibi, fotoğrafta eklenememektedir. Bu nedenle Kumru formuna arzu ettiğiniz katagoriye istediğiniz resmi ve istediğiniz fotoğrafı koymak çok basit...Ve size çok basit yoldan Forma yazı ve fotoğraf ekleme...İlginiz için teşekkürler...
FOTOĞRAF EKLEME
www.kumru.org Sayfasına giriyoruz...
Sayfaya girdiğimizde KUMRU LİNK BANKASI BÖLÜMÜNDEN http://www.gezginler.net/link/linkler.cgi?pagename=kumruhaber "27 Numaralı Linke Formlara ResimEkleme bölümüne yani http://img352.imageshack.us/ sayfasına giriyoruz...Açılacak sayfada bilgisayarınızdaki fotoğrafı "gözat" denilen yere tıklayarak buluyorsunuz...Burada önemli olan şey resminizin uygun büyüklükte olması...Sonra bulduğunuz fotoğrafı "host it" denilen yere tıklayarak yüklüyorsunuz...Sonra orada gözükecek fotoğrafı hemen yanındaki adresi aktif hale getirerek maosunuzun sağına tıklayarak kopyala yapıyorsunuz..Sonra  kumru.org ana sayfadan formumuzun adresi olan form bölümünden http://www.kumru.forumkurdu.com/ form sayfasını açıyoruz...Formda Hangi sayfada fotoğraf ve yazı yayınlıyorsak ilgili bölüme tıklayıp açılan bölümden "YENİ KONU" bölümü yazan yere tıklıyoruz. Siz burayı tıklayınca sizden kullanıcı adı ve şifre istenecek. Eğer üye iseniz şifrenizi ve kullanıcı adınızı yazarak ilgili bölüme ulaşmak çok kolay...Eğer üye değilseniz üye olmanız gerekir. Ve üye olduktan sonra sayfa açıldığında....Sizin fotoğraflarınıza ya da yazınıza balık koyarak bir alta geliyorsunuz...Daha önce fotoğrafınızın link ini maosunuzla kopya zaten yapmıştınız. Ve sonra formda "img" ye tıklıyorsunuz..Sayfada bir "img" yazısı oluştu her halde. sonra öününe ilgili fotoğrafın adresini yapıştırıp sonra tekrar "img" ye basığınızda resim işi tamamdır. Resminizin linki    [/img]http://canimordu.sitemynet.com/mynet_resimlerim/boz_ara_.jpg[img] ise işlem tamam demektir...Ve en altta "GÖNDER" e tıkladığınızda fotoğraf yayınlanmış durumda olacaktır...Nasıl çok kolay değil mi?
YAZI EKLEME
İlgili yazıyı ilgili sayfadan alıyorsunuz. Sonra formun ilgili kategorisine geliyorsunuz. Ve yeni konu açıyorsunuz. Sonra yazınıza başlığı koyduktan sonra daha img ye filan dokunmanıza gerek yok. Yazıya kopyala- Formun sayfasına "yapıştır" diyorsunuz...Ve en sondaki göndere tıkladıktan sonra yazınız yayında...
Fotoğraf ve yazı ekleme
Aynı sayfada aynı işlemleri yapıyorsuuz...Resim koyarken mutla ilgili adresi iki img içersine koymak ve resmi sonra yapıştırıp yayınlamak...Hadi kolay gelsinnnn.Hapinize teşekkürler....
Bekir AKKAYA (2005) KUMRU

©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Halil Hocada Sorumluluk Bilinci /Ahmet Çapku

AHMET ÇAPKU'NUN KALEMİNDEN

  • Halil Hoca’da Sorumluluk Bilincine Dair
‘Geline oyna demişler. Yerim dar, demiş. Yer açmışlar ve oyna demişler. Bu sefer de yenim dar, demiş.’ Bizim yörede halk dilinde kullanılan ve herhangi bir şeye istek duymadığı için o işten uzak durmak isteyen insanlar için kullanılan bir sözdür bu. Kimi öğretmen, cami hocası, sağlıkçı vs. herhangi bir yere tayin edilirken gönlünden ister ki, gittiği yer mesela ulaşım, güvenlik, üniversite, çalışma imkanı gibi yönlerden dört dörtlük olsun. Özellikle mahrumiyet bölgesi veya da ulaşımın zor olduğu köy ortamları ise o memur için çekilir gibi değildir. Gerçekten de insanın gönlü rahata ne kadar düşkündür! Armut piş ağzıma düş kabilinden tembelliğe karşı bir meyil vardır insanda. Bu nefs arzusu ancak ciddi bir iman-ahlak ve irfan eğitimi ile aşılabilir herhalde.
            Geçen günü bir genç arkadaşa şunu sordum: ‘Hayatta seni en çok kim sever?’ Hiç çekinmeden ve düşünmeden ‘annem’ cevabını verdi. ‘Pekiyi niçin?’ diye soruma devam ettim. ‘Çünkü ben onun çocuğuyum’, diye yanıtladı. ‘Evet, sen onun çocuğusun ve yaklaşımın da doğrudur’ dedim kendisine. Anneler çocuklarına, karşılık beklemeden sevgilerini, uykularını,
yemeklerini, emeklerini verirler. Müthiş bir cömertlik duygusudur bu! Dokuz ay karnında taşırlar, dokuz yıl büyütüp adam sırasına katarlar ve doksan yıl da evlatlarının kahrını çekerler. Cömertliğe adanan bir ömürdür onların hayatı. Cennetin anaların ayağına serilmesi herhalde böylesi bir hasbî cömertlik duygusu ve inancıyla ilgili olsa gerektir. Buna karşılık insanın, hayatta en çok sevdiği ve samimiyet duyduğu kişi de annesi olur şüphesiz. Özellikle yetişkinlik devrelerinde insanlar karşı cinse fazlasıyla meylederler. Fıtrî ve tabiî bir şeydir bu fakat ‘akıl yaşta değil baştadır ancak aklı başa yaş getirir’ sözü gereği iş döner dolaşır, kişi neticede anne sevgisinin yerini hiçbir sevginin tutmayacağı düşüncesinde karar kılar. Bu, annesinin ona karşılıksız verdiği sevgi ve emeğin yansımasıdır aslında. Şu haliyle anneler, evlatlarına sevgi, umut, emek…vermiş olmakla onları imar etmiş ve evlatlarına ömür vermiş olurlar ve böylece hayat kalıcılığa kavuşmuş olur. Sahi anne sevgisi olmasaydı herhalde hayat devam etmezdi.
            Böylesi bir girizgahtan sonra Halil Zeki (Tatlıgül) hocamızın görevinde sorumluluk anlayışı bahsine geçiş yapabiliriz. Rizeli Mustafa (Yıldız) hoca, talebesi Halil hoca ile ilgili olarak güzel anektodlar vermişti bana kendisiyle yaptığım bir söyleşide. Onlardan biri şöyledir:
‘Çay topluyoruz bizim tarlada. Bazen havalar kararıyor ve yağmur yağıyor. Çay toplarken bile bizim Halil bana, sürekli Arapça kelimeler soruyor, onların gramer kaidelerine dair soru üstüne soru yağdırıyor. Çay topluyoruz ama böylece ders de devam etmiş oluyor. Yağmur yağıyor, ıslanmaya başlıyoruz. Haydi Halil, ıslanacağız, gidelim artık diyorum fakat o, hocam ne olursunuz, şu kelimeyi de tahlil edelim, şunu da bunu da derken iyice ıslanıyoruz. Böyleydi bizim onunla hoca talebe münasebetimiz. Islanma pahasına ders, çay toplarken bile devam ederdi…’
Halil hoca, Mustafa hocadan Arapça icazetini aldıktan sonra memleketine (Çokdeğirmen Köyü) gelmiş ki, onun gelişi de apayrı bir konudur. Zira üç yıl boyunca (ilmî çalışmasına sekte vurmasın diye olsa gerek) Rize’de okurken izini tozunu kaybettirmişmiş! Babası, oğlunun dönüşünü, sevincinden kurban keserek karşılamış! Halil hocanın yolu günün birinde Çatak’a (şimdiki İslamdağ) düşmüş ve orada eskilerin tabiriyle ‘mektep hocası’ olarak tutulmuş. Önce iki odalı bir ev temin edilmiş. Bir odasında henüz hayatının baharında Halil hoca oturuyor öbür odada dersler yapılıyor. Hoca efendi, talebeleriyle yemek yapıp yer, kimi zaman aç kalır ama kimseye bu babda bir şikayeti yoktur. Önce iki kişi olan talebeleri dörde, sekize ve nihayet ellilere çıkıyor. Sığmıyorlar odaya. Başka bir yere geçiş yapıyorlar. Nihayet Kur’an kursu yapılmasına karar veriliyor. Talebelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. İnşaat hızla tamamlanıyor. Halil hocanın gecesi gündüzü belli değildir hizmet adına. Zaten o, ömrünü hizmete adamış biridir hayatı boyunca. Talebelerin yetiştirilmesi, etraf köylerde cenaze, mevlid, nikah merasimleri, dargınların barıştırılması, fetva işleri, sağ sol davalarının olduğu muhataralı devrelerde çekilen sıkıntılar, Kur’an kursunun yanına yapılan cami ve bütün bunların gelir gider işlerine bakılması, hocaya yakınlık peyda etmek ve onun sohbetine, özel duasına mazhar olmak için sürekli gelip giden misafirler… Ez cümle hayatında doğru dürüst doyasıya uykusu bile olmamış Halil hocanın. Kimi zamanlar sabah namazı sonrası falan köye filan (cenaze…) için giden hoca, ikindi sonrası kursa gelir ancak onu bekleyen en az on-onbeş misafiri vardır. Akşama belki yatsıya kadar onlarla ilgilenir, sonra da talebelere, gecenin on ikilerine kadar ders verir imiş. Yorulur, kimseye halini arzedemez, hastalıklar onu bir taraftan bunaltır ama o, her şeye rağmen gerek talebelerle ilgisini, gerek çevreden gelen sevenleriyle münasebetlerini, gerek ailesi ve çocuklarıyla olan birlikteliğini ve gerekse özel zikir-virdleriyle sürekli bir akış içinde adeta bir koşturmaca halinde görevine devam etmiştir.
            Görev saatini, kendisine memuriyet kanunu icabı belirlenen saatler olarak tayin eden nice hoca-memur görmüşümdür. Sabah sekiz akşam beş memurlarıdır sözünü ettiğimiz kişiler. Fakat Halil hoca ve Terme’deki benim de hafızlık hocam Niyazi (Kasapoğlu) hocada böylesi bir zaman tahdidi söz konusu olmamıştır. Niyazi hocamdan örnek verecek olursak, kışın gecenin onunda onbirinde evine gider, sabahın o ayazlı soğuk gecelerinde dört dörtbuçuklarda kursta biterdi. Sabah ezanı okunurken hafızlık talebelerinin derslerinin neredeyse üçte ikisinin dersi dinlenmiş olurdu! Her yıl ve her zaman böyleydi onun ders anlayışı. Halen de öyledir. Mesai mi? Mesaiyi melekler yazıyordu. O kadar! Nitekim Halil hocamızın, rahmetli olmadan evvel, ‘ben ölürsem siz, Termeli Niyazi hocaya gidiniz’ dediğini bana Niyazi hocam söylemişti geçen yıl kendisiyle yaptığım bir sohbette. Hasılı bir insanın ve hele bir talebenin gönlünü nasıl İslama kazandırabiliriz kaygısını sürekli yaşamış biri olarak karşımıza çıkar Halil hoca ve onun gibiler. Nitekim Çatak’a geldiği ve talebelerinin sürekli artışı karşısında o civarın önde gelenleri ona; ‘Hocam, gelin sizi kadrolu olarak buraya tayin ettirelim’ dediklerinde Halil hoca; ‘yahu bu biraz bana (teftiş vesaire açısından) sıkıntı getirir. Siz, benim karnımı doyurun yeter. Ben sizden başka bir şey istemem ki…’ diyerek onların bu talebine bir şekilde karşı durmuşmuş. Ancak zamanla kadrolu olmuş ve hocanın tahmini i de bir şekilde tahakkuk ettiğini söyler onu yakından tanıyanlar. Hocamızın hayat hikayesini bilenlerden dinlediklerime göre o, bu noktada epey sıkıntılar çekmiş zamanında.
            Kimi insanlar/hoca-memur vb. istedikleri ortamı hazır bulamayınca bir an evvel o belde-bölgeyi terk etmeyi tercih ederler. Torpil, rapor vesaire ile ister ki hemencecik oradan uzaklaşıp biraz daha iyi bir yere geçsin. Halbuki böyle bir düşüncenin tam zıttı istikamette bir yaklaşım buluyoruz biz Halil hocanın zihniyetinde. Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmak hatta bir mum olup orayı aydınlatmak anlayışıdır bu. Etrafı, istenilmeyen bir yığın insan kaplamış olabilir fakat mühim olan, bu tür insanlara ilim-irfan, edep-erkan yönlerinden bir model, tutunacak, sığınılacak bir liman olabilmektir. Hakikaten hocamızın etrafı da böyle olmuştur. Halil hoca Çatak’a geldiğinde oraların epey sıkıntılı yerler olduğu söylenir. Fakat kendilerinden çekinilen nice insan bile, Halil hocayı görünce çeketinin düğmelerini ilikler, hoca efendinin karşısında saygı duruşuna geçer, hoca oradan geçerken onlara selam verir ve onlar da; ‘Hocam bir emriniz var mıdır?’ diye sevgi ve hürmetlerini beyan ederlermiş. Halk, yanlarına yaklaşmaktan korktukları bu tür insanların Halil hocaya karşı bu denli saygılı olduklarını görünce şaşa kalırlar ve, nasıl oluyor bu böyle, demekten kendilerini alamazlarmış. Bugün dahi İslamdağ beldesinden geçen ve Halil hocayı tanıyan pek çok şoför, arabasının müzik çalan teybini susturur ve muhtemelen içinden hoca efendiye bir fatiha gönderir, biraz aşağıya inince de teybini tekrar açar. Ben bunu şu hikmete bağlama eğilimindeyim: “Allah sevdiği bir kulunu başkalarına da sevdirir.”
            Memurîn sınıfından olan cami görevlileri ve diğer memurlara yıllık olarak yapılan zamlar konusunda Halil hoca; ‘Yahu devlet şu kadar memura bu kadar zammı nasıl bulup da veriyor acaba!’ demekten kendini alamazmış. Aslında onun bu sözünün altında kendisi de bir memur olarak ‘acaba ben, bu millete bu kadar maaşı alma noktasında ne verebildim ki, devlet bana bu kadar maaş veriyor. Hak edebildim mi sanki?!’ diye kendini hesaba çekmesi söz konusudur. Tam bir duyarlılık örneğidir bu yaklaşım. Bırakalım az maaş ve az verilen zam hikayelerini, bu aziz millete, üstlendiğim görev icabı ben ne verebildim düşüncesi vardır onun zihninde. Grev, görev ihlali, gereği yokken alınan raporlar, kafadan kullanılan izinler (!) ve buna benzer uygulamaların görev açısından Halil hocamızın zihninde acaba nasıl karşılığı vardı sorusunun cevabını bizatihi hocamızdan öğrenmeyi ne çok isterdim… Halbuki cami görevlilerinin maaşlarının diğer memur kesiminden daha aşağı seviyede olduğunu ve Halil hocanın aile fertlerinin sayısının kabarık oluşunu dikkate aldığımızda bu yaklaşımın daha bir önem kesbettiğini söyleyebiliriz.
            Hasılı emek olmadan yemek olmaz sözü gereği Halil hoca, mektep hocası olarak geldiği Çatak’ta Kur’an kursu, cami, küçük bir kütüphane, yüzlerce (belki binlerce?) talebe ve bir o kadar, sohbetlere katılan cemaat ve oluşturulan imanlı-ahlaklı-edepli bir muhit hediye etmeye muvaffak olmuştur. Tabi bunda hoca efendinin hasbî gayretleriyle gecesini gündüzüne katarak ve iman sevgisini ortaya koyarak yaptığı çalışmalar etkili olmuştur şüphesiz. Her başarılı erkeğin ardında başarılı bir hanımı vardır derler. Bu noktada hocamızın rahmetli hanımının da hocamızın hizmetlerine katkısı olmuştur kanaatindeyim. Çocukları (Abdulfettah ve Abdurrahman beyler) bunu ‘yüzde elli’ olarak düşünüyorlar, bana ifade ettiklerine göre. Benim bu tür hanımefendilere ‘sessiz kahramanlar’ diyesim geliyor. Toplumumuzun ruh hamurunu yoğuran sessiz ve fakat derinden işleyen ruh insanlarıdır onlar.
İmam Gazzâlî’nin âlimler için ‘dünya âlimi’ ve ‘ahiret âlimi’ ayırımı Halil hocayı anlamımız noktasında önem arzeder. Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî, İhyâu ulûmiddîn isimli meşhur ve mâruf muhalled/(kalıcı-klasik) eserinde dünya âlimlerini, tabir yerinde ise nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilen, ilmin şerefini ayağa düşürüp beş paralık eden ve böylece kendilerini ve toplumu perişan eden kişiler derekesine indirgerken; ahiret âlimlerini, hedefleri Allah rızası ve ahiret kaygısı olan sahici âlimler olarak nitelendirir. Konuyu İhya’dan alıntıladığımız bir örnekle izah edersek mesele herhalde daha bir netliğe kavuşmuş olur:
Mehran oğlu Abdullah’ın rivayetine göre: “Harunu Reşid hacca giderken Kufe’ye uğradı. Orada birkaç gün durdu. Sonra tekrar yola devam edeceğini ilan etti. Bu münasebetle halk, yolların kenarlarına, halifenin kafilesini seyretmek için döküldüler. Dökülenlerin arasında Behlül de vardı. Behlül yolun tam kenarında oturdu. Çocuklar ona çeşitli eziyetler edip, kendisiyle eğleniyorlardı. O esnada Harunu Reşid’in hevdeci çıkageldi. Çocuklar da Behlül ile eğlenmeyi bıraktılar. Hep birlikte halifenin kervanını seyretmeye başladılar. Harun, Behlül’ün hizasına geldiğinde Behlül gür bir sesle
-          Ey müminlerin emiri! diye bağırdı. Behlül’ün gür sesini işiten Harun, kendi eliyle hevdecin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve:
-          Buyur ya Behlül! diye cevap verdi. Behlül devamla:
-          Ey müminlerin emiri! Nail’in oğlu Eymen, Amr kabilesinden Abdullah’ın oğlu Kuddame’den bize şu hadisi nakletti. Ravi der ki: Rasülüllahı Arafat dönüşü kızıl devenin sırtında gördüm. Önünde ne kimse dövülür ne de kovulur ve ne de ‘yol açınız, yol açınız’ diye bağırılırdı. Ey müminlerin emiri! Bu seferinde tevazu göstermen, kibir ve azamet göstermenden daha hayırlıdır. Ravi der ki: Bunun üzerine Harunu Reşid göz yaşları yere dökülecek derecede ağladı. Sonra dedi ki:
-          Ya Behlül! Allah senden razı olsun. Bize daha fazla nasihat eder misin? Behlül:
-          Ey müminlerin emiri! Evet daha fazla nasihat yapayım. ‘Bir kişi ki Cenab-ı Hak ona servet ve güzellik vermiştir. O da verilen servetten infak ediyor ve güzelliğinde de afif davranıyorsa, o kimse Allah’ın divanında iyilikle beraber kaydedilir. Harun:
-          Güzel söyledin ya Behlül! dedi ve ona büyük bir hediye takdim etti. Buna karşılık Behlül şu cevabı verdi:
-          Ey müminlerin emiri! Şu hediyeyi nereden almışsan götür, asıl sahibine ver. Benim ona ihtiyacım yoktur! Harunu Reşid:
-          Ey Behlül, eğer borcun varsa söyle de ödeyelim. Behlül:
-          Ey müminlerin emiri! Kufe’de çokça bulunan şu ilim ehli ittifakla der ki: Borcu, borç ile eda etmek caiz değildir! Harunu Reşid:
-          Ya Behlül, sana yetecek ve seni çalışmaktan müstağni kılacak bir maaş bağlayalım sana! Ravi der ki, bu sözler karşısında Behlül Dânâ [Bilge Behlül] başını kaldırıp göklere baktı ve şunları söyledi:
-          Ey müminlerin emiri! Ben de sen de Cenab-ı Hakk’ın efrad-ı ailesinden birer ferdiz. Seni hatırlayıp sana vermesi ve O’nun beni unutması muhaldir/imkansızdır! Ravi diyor ki, bu manzara karşısında mat olan Harunu Reşid perdeyi hevdecin üzerine sarkıttı ve yoluna devam etti. (Bkz. İhyâu ulûmiddîn, çev. Mehmed A. Müftüoğlu, İstanbul 1993, Tuğra neşr., c. II, sf. 792-793)
Dikkat edilirse yukarıdaki hikayede büyük bir âmir/yönetici ile halkın deli gözüyle baktığı ve fakat gerçekte veli olan Behlül’ün arasında geçen mühim konuşmalar vardır. Hakkı, hakikati olduğu gibi yalın haliyle en zirvedeki yöneticiye anlatan/aktaran bir âlim ile onun kadr u kıymetini takdir edebilen büyük bir âmir manzarası vardır karşımızda. Âlimden akıl-nasihat isteyen ve bunu bir erdem olarak telakki eden bir âmir zihniyeti taşır Harunu Reşid. Âlim, bedendeki beyin gibidir. Beden/âmir ise beyinin talimatlarını uygulama, icra mekanizmasıdır. Ne zaman ki, beden, beynin görevini de kendinde görür, üstlenirse kaçınılmaz olarak işler birbirine karışır ve sarpa sarar. Daha da vahimi, beyin, bedene yanlış talimatlar verdiğinde (dünya âlimi) o bünyenin zaafa uğraması ve fesada/bozuluma uğraması da izahtan varestedir. Onun içindir ki büyük İmam Gazzâlî, meseleyi şöyle düğümlüyor âlim ve âmir (bilge insanlar ve yöneticiler) arası münasebet konusunda:
“Âlimler niyetlerini Allah için halis kıldıklarında, konuşmaları taştan daha katı bulunan kalblere tesir edip o kalpleri yumuşatır… Şayet onlar (âlimler) doğruyu söyleseler ve ilmin hakkını verseler muhakkak felaha kavuşurlar. Şu halde halkın fesada gitmesi (ahlak ve insanlık haysiyeti noktasında bozulması), onların idarecilerinin (âmirler) bozulmasına bağlıdır. Âlimlerin bozulması ise dünya ve dost kazanma sevgisinin onların kalplerini istila etmesine bağlıdır. O kimse ki, dünya (ve dünyalık) sevgisi nefsine galip gelmiştir, o, en rezil ve düşük insanlara karşı bile uyarıcılık (nasihat) vazifesini yapmaktan aciz kalır. Nerede kaldı ki böylesi bir âlimin devlet yöneticileri (mülûk) ve dünya büyükleri (ekâbir) karşısında etkili olabilsin!” (İhya, II, 796)
Demek ki, bir toplumun ıslahı ve felahı/kurtuluşu, âhiret âlimlerine bağlıdır. Onlar âmirleri ve halkı ‘hakikat’ noktasında bilgilendirir ve yönlendirirler. Bu olmazsa âmirler bozulur. Âmirler bozulunca (balık baştan kokunca) halk bozulur. Böylece toplum fesada uğrar ve orası yaşanmaz hale gelir. Gazzâlî’nin tezi bu şekildedir. Bu verileri dikkate aldığımızda Halil hocamızın, etrafında ve hatta âmir tabaka arasında niçin bu denli etki bıraktığını, onun, Gazzâlî’nin tabiriyle, ‘âhiret âlimi’ oluşu sıfatında bulabiliriz kanaatindeyim. Bununla birlikte Halil hocanın ‘ilm-i tevâzûa’ bürünmesi de apayrı bir husustur. Meyveleri olgunlaştıkça dallarını aşağı eğen ağaç gibi hoca efendi, tam bir tevâzu ehli insan olmuştur. Onun hayatı üzerine muhterem pederim (Mehmet Çapku) ile hemen her konuşmamızda babacığım bana şunları söyler: “Oğlum! Halil hoca vaazlarında, anlattıklarını sanki kendine söylüyor ve o mecliste herhangi bir hatalı, kusurlu biri varsa o kendisi imiş, başkaları ise tertemiz imiş gibi bir halet-i ruhiyeye bürünür ve bu doğrultuda konuşurdu. Halbuki kimi hocalar vaaz kürsüsüne çıkınca kürsüyü yumruklar, bağırıp çağırır ve sanki camide, mecliste suçlu ararmış gibi konuşurlar. Halil hoca ise Allah’ın garip bir dervişi gibi idi.”
 Hoca efendinin notları arasındaki bir belgedeki şu şiir de bunu yansıtır niteliktedir:
“Min kelâmi ulemâi’l-âhireti [ahiret âlimlerinin sözlerinden]:
Eli boş gidilmez gidilen yere
Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim
Dağlar çekemezken o ağır yükü
İki kat sırtımla pek güç getirdim
Hocamızın kabrinin baş taşına yazılan şiir de aynı minval üzeredir:
Dilerim bakmaya Rabbim yüzümün karasına
Merhem-i rahmet süre masiyetim yarasına
Kereminden ne kadar mücrim isem kesmem ümid
Giremez kimse Efendiyle kulunun arasına
Aşağıda vereceğimiz belge, Hoca efendinin tevazu sahibi ahiret âlimi oluşu vasfının ve ‘sorumluluk bilincinin’ çok açık bir örneğidir diye düşünüyorum. Ömrünün son aylarında (vefatından iki ay önce) Hicaz’a, muhtemelen Ramazan’da umre haccına, giden Halil hoca, oradan, henüz onbeş yaşlarında olan ikinci oğlu Hacı’ya (Abdurrahman), şu mektubu göndermiştir.
            “Esselâmü aleyküm
Oğlum Hacı! Selâm eder, hepinizin gözlerinden öperim. Oğlum biz sekizinci gün diyende Mekkeye geldik. Yollarda çok kaldık. Arabistan sınırında tam kırk saat kaldık. Hacdan daha zor oldu. Ben böyle sanmıyordum. Cenabu Hakk nasib etti elhamdülillah.
Oğlum! Bizim evimizin telefonu otomatik olmadığından konuşamıyoruz. Çok denedim amma olmuyor. Ne ise benim size fazla diyeceğim yokdur. .…..’le[1] Ahmed Ali’ye ağabeylik yap. Annenin dediğinden çıkma. Namazlara mutlaka camiye git. Benim olmadığımı belli etme. Hepinize mukaddes topraklardan selâm gönderirken hepinizin gözlerinden öperim.
Esselâmü aleyküm.
Babanız H. Tatlıgül.
İmza
Mart 2. 1990
[Not: Mektuptaki vurgular bize aittir. A. Çapku]
Halil hoca Hicaz’a resmi izinli olarak gitmiş olmasına rağmen, gerideki hizmetlerin aksamadan yürütülmesine refakat etmesi ve kendi yokluğunu hissettirmemesi için ikinci oğlu Hacı’ya mektup yazıp hizmetin devamını arzu ediyor. Tam bir sorumluluk bilincine sahip âlim ve fazıl bir insan örneği vardır bunda. Sahiden böylesi âlimlere, hocalara ve büyüğümüz yerinde olan insanlara ne kadar ihtiyacımız vardır bugün! Elleri öpülesi insanlardır onlar. Bizim insanımız, sevdiği biri vefat edince onu evliyalık makamına yükseltir, der Ahmet Hamdi Tanpınar. Öyledir gerçekten. Fakat Halil hocamızın keramet ehli olduğuna dair pek çok rivayet dinlemiştim onu tanıyanlardan. Onun bu kadar sevilmesi bile bir keramet değil midir?... (Sevmeyeni yok muydu, elbette onlar da eksik olmamıştır. Fakat iman taşıyan hemen herkesin onu sevdiğine tanığız sadece.). Hoca efendi başta talebeleri olmak üzere etraf köylerdeki pek çok insana dini anlatma ve sevdirme noktasında durmak bilmeksizin gayret etmiş ve onlara İslam sevgisini kazandırmaya çalışmıştır. Kim bir şeye ne kadar emek sarfederse o şeyi o kadar sever ve onu sevdirebilir. Pekiyi acaba hocayı yakından tanıyanların hocaya olan sevgi derecesi nedir diye sorulacak olursa şunu söyleyebilirim. Kendisini tanıyan ve sevenlerle yaptığım pek çok söyleşide, ona talebe olmuş ya da onunla şöyle böyle hatırası olmuş insanlar, o özel ve güzel anları sanki tekrar yaşıyorlarmışçasına bana anlatırlarken göz yaşlarına hakim olamıyorlardı… İşte bu nokta, Hoca efendiyi tanıyanların ona dair duygu ve düşünceleri hususunda insana her şeyi özetleyen, sözün bitip sükûtun başladı yerdir…
Hasılı bizler, dünyaya bir kez gelen insanlar olarak ‘iman-ahlak ehli bir insan evladı’ olarak kaldığımız ve bunu sevdirebildiğimiz oranda Hakk ve halk gönlünde yer edebiliriz. ‘Efendim bu devirde olmaz, çok zordur’ gibi mazeretlerle sadece kendimizi avutabiliriz. Çünkü önümüzde Halil hoca gibi bir numûne duruyor, gönül verilirse bu işin olabileceğine dair. Zaten onu büyük kılan da bu zor zamanda bize, elle tutup gözle görebileceğimiz bir numûne oluşu değil midir?
Allah kendisinden, ehlinden ve onun yetişmesine katkıda bulunan herkesten razı olsun. (âmîn).
Ahmet Çapku
19.07.2006
Üsküdar

[1] Kaleme alınan mektup Hoca efendinin mahremiyet dairesi olan ailesi ve çocuklarına aittir. Dolayısıyla edebe aykırı olur endişesiyle hanım kızının ismini vermeyi uygun görmedik. Hoca efendiden dört yıl sonra rahmet-i Rahmân’a kavuşan, ‘zevcesi’nin mezar taşına da hanım teyzenin ismi, edeben kaydedilmemiştir. (A. Çapku)
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Halil Hocanın Talebelik Yılları /Ahmet Çapku

 Ahmet Çapku Hoca'mızın Kaleminden!Bu yazı ilk kez sitemizde yayınlanmaktadır. Çok yakında çok daha değişik Kumrumuzla ilgili yeni araştırmalar sitemizde yerini alacaktır. 24.11.2006-Bekir Akkaya
Halil Zeki Tatlıgül Hoca’nın Talebelik Yılları
Bu yazımızda Halil hocanın ilkokul sonrası talebelik yıllarını konu edineceğiz. Bir insanı tanımak için onun aile çevresi (soy, şecere), yetiştiği muhit ve ortaya koyduğu ilmi-ahlakî birikimi dikkate almak gerekir. Bu üç unsurdan herhangi biri değerlendirme dışında tutulursa, söz konusu kişi hakkında tatmin edici bilgiye/hükme varmak o derece zorlaşır ve edinilen bilgi de noksan olur. Bundan dolayı Halil hocayı tam olarak tanıyabilmemiz için onun ruh hamurunda tartışılmaz bir yeri olan talebelik yıllarındaki ilmî ve fikrî muhiti incelememiz lazımdır. Öncelikle hoca efendinin aile çevresinden ve onu yakından tanıyan biri olarak kardeşi Ahmet efendinin tanıklığına başvurabiliriz. Halil hocanın ilk talebelik yıllarına dair bilgilerini, heyecanlı bir şekilde şöyle anlatmıştı Ahmet Tatlıgül bey: 
“Bizim Halil daha çocukken köyümüzdeki Ömer [Fatsa] hoca’ya derse başlamıştı. Tabi orada diğer talebeleri geçermiş derste. Kuran okumaya geçti. Akşamları eve dönerken elinde Kur’an yok. Babam ona; oğlum Halil, Kur’an’ın nerede, diye sorunca o da, baba kursta bıraktım der ve bunun üzerine babam biraz kızarak; Ulan Halil senden adam olmaz! derdi. Meğer Ömer hoca, Halil’in Kur’an’ını fazla ders çalışıp da diğer talebeleri geçmesin diye bazen alıkoyarmış. Babam Ahmet Ali hoca, diğer adıyla Ali Efendi, sinirli bir adamdı. Bir gün, Trabzon Of’tan bizim oraya göç etmiş Laz Faik denilen bir adam; yahu Ali Efendi bu çocuğu Of’a verelim okuması için, demişti. Bir gün babam Halil’i alıp Of’a götürdü. Orada Dursun hoca diye birine teslim etmiş onu. Halil orada da başarılı olunca Dursun hoca, Halil’e, ‘kit puradan, penim sana verecek dersim falan yok’, demiş. Bunun üzerine Halil, tamam gideyim ama nereye gideyim hocam, siz bir tavsiyede bulunun, deyince o da, Rize Zevandik’te Mustafa Yıldız hoca var ona kit’, demiş. Ve bizim Halil oradan Rize’ye geçmiş.
Aradan epey zaman geçti fakat bizim Halil’den bir haber yok. Bir gün babam Halil’e götürmek üzere biraz hediye ile birlikte Of’a gitti. Dursun hocaya varmış, Halil’i sormuş. Dursun hoca böyle bir talebesinin olmadığını söylemiş! Halil oradan epey zaman önce ayrılmış ve Rize’ye geçmiş. Bu arada Dursun hoca da onu unutmuş meğer. Babam fevkalade kırgın bir halde oradan ayrılmış. Cebince yirmi lirası varmış. Ramazan ayı. Babam oruçlu. Derken Trabzon’a gitmek üzere bir arabaya el etmiş ama arabada üç dört genç adam kurmuşlar içki masasını demleniyorlar. Babam korkmaya başlamış bu adamlar bana bir zarar verirler diye. Delikanlılar babama içki sunmuşlar, babam içmiyorum demiş. Bari mezeden ye demişler, babam oruçlu olduğunu söylemiş. Bu sefer babamın korktuğu o adamlar babama saygı duymaya başlamışlar. Trabzon’a indiklerinden ona otel odası tutmuşlar, orada ona yiyecek bir şeyler getirmişler. İçlerinden biri de babamın cebine elini sokmuş. Babam, eyvah soyulduk demiş içinden. O adamlar oradan gidene kadar eline cebine bile sokamamış korkudan. Nihayet bakmış ki, o adam babamın cebine elli lira koymuş hayır olarak. Aynı adamlar babama, belediyeden kayıp anonsu ettirmesi, gazetelere ilan vermesini tavsiye etmişler Halil’in bulunması için. Tabi ben babamın, belediyeye ilan verip vermediğini bilmiyorum.
Nihayet babam elinde bir çanta ile köye döndü. Babam iki evli idi. Dolayısıyla biz aile olarak biraz kalabalık idik. Evin insanı babamın başına üşüştü Halil’den bir haber almak için. Babam, Halil’in çok iyi olduğunu söyledi ev halkına. Az sonra Halil’e giden hediyeler ortaya çıkınca, pekiyi bunları neden Halil’e vermedin deyince annem, babam; Ohoo! Halil öylesine bir yerde okuyor ki, bunlara ihtiyacı bile yok! dedi. Bunun üzerire, pekiyi şu fındık fıstığı niçin vermedin diye sordular. Bu sefer babam; Halil öylesine bir yerdeki onun bu tür yiyeceklere ihtiyacı yok, dedi. Sevindik. Ancak az sonra babam duramadı ve anneme; Yahu dedi, benim bu çocukta hiç mi hakkım yok, Halil kaybolmuş!!! deyince evde kızılca kıyamet koptu! Etraf komşular bu gürültüye bize yığıldılar. Onlar da çok üzüldüler. Babam o zaman evde duramadı. Atına atlayıp Ünye’nin Tekkirazı’na gitti. Orada bir asker arkadaşı varmış. Çok kısa sürede varmış oraya. Öfkeli ve üzüntülü ya. Asker arkadaşı; Ooo! Ali Efendi gel hele in atından buyur, deyince babam yine aynı öfke ile; Ulan, demiş arkadaşına, buraya kadar gelen kişi herhalde atından inmesini de bilir, bunu ne söylüyorsun bana! deyip kızgın bir halde atını geldiği gibi gerisin geriye çevirmiş. Yolda gelirken acıkmış. Neredeyse teravih namazı vakti gelmiş. Bir köyde inmiş ve Tanrı misafiri kabul eder misiniz demiş bir evin kapısını tıklatarak. Bir de bakmışlar ki, bu gelen kişi Çokdeğirmenli Ali Efendi. Buyurunuz hocam demişler ve ona hemen orada bir sofra hazırlamışlar. Ardından namazı da babama kıldırmışlar. Her neyse.  Bu üzüntümüz epey devam etti. Nihayet bir gün ilkokula giden kız kardeşim elinde bir mektupla eve dönerken; Aha baba, dedi. Halil’den mektup gelmiş. Oku kızım, dedi babam evimizin aşağı tarafında bir taşa yaslanarak. Halil mektupta, Rize’de olduğunu, Mustafa Yıldız hocada okuduğunu, yakında icazet alacağını ve köye döneceğini haber veriyordu. Babam büyük bir sevinç ile mektubu anneme gösterip; Alın, dedi. Oğlunuz da aha, mektubu da aha, alın!!! Sevincimize payan yoktu. Nihayet bir gün Halil de çıkıp geldi. Boyu şu kadarcık.
Bir gün davete çağırmışlar babamı. Babam hoca idi aynı zamanda. Etrafta Ali Efendi olarak bilinir ve her taraftan hürmet görürdü. Babam arada bir kısa dua yapar diye oğlu Halil’i de almış yanına. Babam biraz sohbet verdikten sonra kısa bir dua yapması için sözü oğlu Halile bırakmış. Bizim Halil yummuş gözünü başlamış duaya. Dua uzadıkça uzamış, babamın hiç bilmediği nice dua artarda gelince babam kulaklarına inanamaz, bu çocuk şimdi yanılacak da ben kepaze olacağım diye arada bir kulaklarını tıkar duymamak için!!! Derken, uzun süre dua yapmış Halil orada. Babam dua esnasında bazen Halil’e yaklaşır ve; Oğlum, birazını da başka yere sakla, hepsini burada okuma diye fısıldarmış. Böylece bizim Halil’in hakikaten epey okumuş olduğu orada anlaşılmış.
Çatak’ta [İslamdağ] hoca olarak tutulan ve zamanla artık oranın hocası olan Halil bir gün hutbe okurken, Kösebucaklı Müezzino Hasan hoca bizim Halil’e; İn ulan aşağı demiş! Onu çocuk görmüş de bunun bilgisi yoktur zannederek. İndirmiş Halil’i hutbeden. Nihayet namaz sonrası Halil ile çarşıda biraz sohbet ettikten sonra Hasan hoca, Halil’e; Yahu, demiş, ben seni tanımamışım, Çatak artık sana emanet, gözüm geride kalmayacak, demiş.
            Ahmet beyin yukarıda verdiği bilgiler, hoca efendinin aile çevresinin bakış açısıyla doğrudur fakat tashih edilmesi gereken noktalar vardır. Aşağıdaki satırlarda hocamızı yakından tanıyan talebe arkadaşları ve hocalarından aldığımız bilgiler doğrultusunda tashihe muhtaç olan noktaları ve muhtemelen aile çevresince bilinmeyen hususları ele almaya çalışacağız. Çokdeğirmenli Ömer Fatsa hoca, Halil hocanın sıbyan mektebindeki ilk hocasıdır. [Ömer hoca hakkında aslında eli yüzü düzgün bir biyografya yazmayı öteden beri düşünürüm fakat bu henüz mümkün olmadı.] Ömer hocanın gözde talebelerinden biri olan Cemal Özdil beyin verdiği bilgiye göre Ömer hoca gerçekten bilgi ve yaşam noktasında büyük bir âlimdir. Gerek Kur’an eğitimi gerek Arapça öğretiminde etrafındaki talebeler ondan yıllarca ilim ve feyz almışlar. Çokdeğirmendeki kursta Cemal bey, Halil hocanın bir üst devresindeki ders halkasında okuyan biridir. Herhalde talebelerin çokluğundan olsa gerek ki, Ömer hoca, Halil hoca ve onun seviyesindeki talebelerin Arapça derslerini Cemal beye tevdi edermiş. Onun için Cemal bey, Halil hocanın ilk Arapça hocası ben idim, diyor. Emsile, bina, maksut, avamil şeklinde ilerleyen dersleri ilk önce Cemal beyden okumuş Halil hoca. Fakat zaman içinde Çokdeğirmen’e okumaya gelen talebelerin bir kısmı Trabzon ve Rize’ye gittikleri için Halil hocanın da aynı istikamette yollandığını görürüz. Cemal bey de bu kervana katılanlardan olmuştur. ‘Aslında buna hiç de gerek yoktu. Üstelik Ömer hocamızdan izin almadan gittik. Halbuki Rize’de okuduğumuz derslerin neredeyse tamamını Ömer hocadan okuma imkanımız vardı fakat ne olduysa biz oraya gitmeyi tercih ettik ve şahsım adına yanlış yaptık. Hiç olmazsa hocamızdan izin alıp gitmeliydik’, diyor Cemal bey. 
            Halil hoca çocukluk yaşlarında oldukça naif, çelimsiz ve fakat bir o kadar da zeki biri imiş onu tanıyanların ifadelerine bakılacak olursa. Okuduğunu unutmayan, dersleri sürekli önde götüren ve tabir yerinde ise yutarcasına dersi öğrenmek isteyen hatta hocalarını sıkıştıran ilim aşığı biriymiş. Onun bu vasfını yazımızın ilerleyen safhalarında dile getireceğiz. Hakkında dile getirilen bilgilere göre, Halil hoca, ilk okula devam ederken Çokdeğirmen’de sıbyan mektebine de devam etmiştir. İlkokul sonrası önce Samsun veya Ünye taraflarına götürür babası onu okuması için. Fakat sebebini henüz bilmediğimiz bir gerekçe ile daha sonra Trabzon’a yönelir Halil hoca. Samsun ya da Ünye’de okumak için gidip, istediği şekilde bir kurs bulamayınca veya başka sebeplerle geri dönmesi gerekince babası Ali efendi, Fatsa’da inip köyüne dönmek ister fakat oğlu Halil diretir: Ben okumak için evden çıktım bir daha dönmem, diyerek. Sonraki aşama, Trabzon’da büyük âlim, dersiâm Dursun Fevzi Güven hocanın rahlet-i tedrisidir. Dursun hoca, Mahmut efendinin (Mahmut Ustaosmanoğlu) eniştesidir aynı zamanda. Halil hoca orada bir ay kadar kalır. Oldukça zeki biri oluşu hocasının dikkatinden kaçmamıştır. Ancak Halil hocanın memleketinden arkadaşlarının bir çoğu Rize Zevandik’te Mustafa Yıldız hocada okudukları için Halil hoca da oraya geçer. Adil Çetin hocanın ifadesine göre, Dursun hoca epey kırılmış bu gidişe. Ancak; Ben Halil gibi zeki bir talebe görmedim, sözü de ona aittir. Oğlu Halil’i görmeye giden Ali efendinin, Halil hocayı bulamaması belki biraz da bununla alakalıdır. Biraz diyorum çünkü bunun, ileride dile getirileceği üzere başka gerekçeleri de vardır. Fakat Dursun hocanın, ben Halil’i tanımıyorum demesi zor bir ihtimaldir. Çok zeki bir talebesinin, kursundan ayrılıp başka yere gittiğini bilen bir hoca efendi, herhalde o talebeyi de yakinen biliyor olmalıdır. Allahü a‘lem.
            Halil hocanın, Rize’de Mustafa Yıldız hocaya talebe oluşunun öyküsüne dair bilgileri, birinci kaynak olarak Mustafa hocamızdan almamız yerinde olur. Zevandik, Rize’de Adacami köyünün bir semtidir. Mustafa hocanın kendisi orada hafızlık yapmış ve Arapça okumuş. Bu arada Mustafa hocanın nasıl bir aile yapısını öğrenmemiz için kendisinin, bu fakire naklettiği şu bilgi, bize ışık tutacak niteliktedir: “Günün birinde babam eve dönerken komşunun tarlasından bir kabak alıp eve getirmiş.[1] Falan arkadaşlarım gelecek şu kabağı pişir, demiş anneme. Annem o kabağı, kocasının sözü gereği pişirmiş ama gönlü rahat değil. Ertesi gün gitmiş, kalp gözü açık olan mahalle hocamız Arnavut Ramazan hocaya. Demiş ki, hocam, bizim efendi, komşunun tarlasından kabak getirdi ben de onu pişirdim. Şimdi ben kabağı pişirdiğim tencereyi yıkayayım mı yoksa kalaylatayım mı?!” [ki, böylece haram izi kaybolmuş olsun!]. Mustafa hocanın hayatı, inşaallah başka bir yazımızın konusu olur. Biz burada, onun, Halil hocamızla ilgili verdiği bilgilere değinmeliyiz. Mustafa hocanın diliyle anlatalım:
“Halil hoca, Of’tan bize gelmiş ve epey de okumuş biri idi. Hocam sizde okumak için geldim. Beni talebeliğe kabul eder misiniz, dedi. Kabul ettik. Daha önce Ömer [Fatsa] hocada okumuş. Trabzon’a nasıl geldiğini bilmiyorum. Yıl 1963.[2] Ben 1965’te Erzincan’a vaiz olarak giderken onu kendi yerime bırakmıştım. Halil hoca zayıf, naif yapılı, gayretli ve okuduğunu hafızasında tutan biri idi. Haftada bir gün, cumartesi günü izin verirdik talebeye. O da, yayan üç saatlik yol yürüyerek Rize müftüsü Yusuf Karali hocaya giderdi Arapça belegat okumak için. Çay toplama zamanında haftanın bir gününü, biraz hava alsınlar düşüncesiyle talebeleri bizim eve götürürdüm. Tarlada hem çay toplar hem de ders yapardık. Bazen yağmur yağar, ıslanır üşürdük. Halil hoca benim yanımda bana, hocam Kur’an’daki şu kelimenin iğrab yapısı nasıldır, şu şuradan gelir, şöyle olur şeklinde sürekli soru yağmuruna tutardı beni. Ben ona bilmediği yeni bir şeyler öğrettikçe o, coşar ve, hocam bugünkü yevmiyem çıktı diye mukabele eder, yağmur artıp üşüdükçe ben ona; Halil evladım haydi sobanın başına gidelim, üşüdük dedikçe o, hocam şu kelimeyi de tahlil edelim, şunu da bunu da diye uzatıp giderdi. Samsun’un erikli köyünden bir tanışım benden, bize Arapça ders okutacak biri lazım, böyle bir taleben var mı diye sordu bana. Ben de Halil hocayı gösterdim ve, ders okutmak okutur fakat siz onu çocuk yaşta ve yapıda biri olarak görüp de kabul eder misiniz bilemem dedim. Halil oraya gitti. Bir müddet sonra geri döndü. Yusuf Karali hoca da bize, yahu Ordulu bir Halil vardı nerededir o, diye sordu. Biz de durumu arzettik. O zaman bana şöyle dedi. Yahu Mustafa hoca, küçüktüm. Bahçemizde bir armut ağacı vardı. Baharda arılar gelip armudun çiçeklerine konmuşlar. Babam bana döndü ve; Yusuf, şu ağacın çiçeklerinde bir şeyler var, nedir onlar, dedi. Ben de arılardır baba dedim. Kimindir onlar, diye tekrar sordu. Ben de, ne bileyim baba herhalde komşularımızın arılarıdır, dedim. O zaman babam bana döndü ve, bizim armudun çiçeklerinde komşunun arıları ne arar, git bir petek de sen al, bizim arılar yesin da, dedi. Tabi Yusuf hoca, bizim yetiştirdiğimiz talebenin balını, niçin başkaları yesin, bizim talebeleri okutsun demeye getirmişti işi. Böyle söylüyor Mustafa hoca, Rize müftüsü Yusuf Karali hocanın[3] Halil hoca hakkında söylediklerini. Dikkate değer bir başka husus ise, talebesi Halil’nin üstün zeka yapısı, ilim gayreti ve samimiyetini keşfeden dersiâm Yusuf hoca, hemen her derste, Halil hocaya içinde çetin Arapça gramer bilgilerini muhtevi beyitler yazıp verirmiş. Fakat koca bir dersiâm ve Rize müftüsü makamındaki Yusuf Karali hocanın, henüz çocuk görünümündeki Halil’e niçin bu kadar ihtimam gösterdiğini, oradaki eşraf ve ekabir tabakası anlam veremez (hatta bir ölçüde kaldıramaz) ve; Hoca efendi! Bu çocukta bir şey mi var, ne buldun onda?! derlermiş. Sahiden pek çok ilçe müftülerinin ve mürekkep yalamış insanın etrafında pervane oldukları Yusuf hoca da onlara, onların anlayacağı dilden şu cevabı yapıştırırmış: Yahu sizin bir yığın hocalarınızı toplasanız şu küçük Halil kadar yapmazlar! Gerçekten de kurstaki cumartesi izin günlerini bile Zevandik’ten Rize’ye kese/kısa yolları takip ederek üç saatlik yol teperek gelen Halil hocanın ilim gayretini ve bal alınacak çiçekleri keşfedip hemen her biriyle irtibat halinde olmasını, hiç şüphesiz sözü edilen âlimler fark etmiş olmalıdırlar.
 
[Mustafa Yıldız hoca]
            Halil hoca hakkındaki bilgileri bizimle paylaşmaya devam ediyor Mustafa hoca: 1965’te Erzincan’a geçici vaiz olarak gideceğim. Var yetmiş seksen talebe. Sıbyan mektebinde okuyanlar, hafızlık yapanlar ve Arapça okuyanlar. Dağın başında kursumuz. Daha başından beri biz burada ne yer ne içeriz Ya Rabbi, derdim. Allah kendi yolunda olan kulunu yalnız bırakır mı hiç! Hemen her gün kursumuza adak kurbanı gelirdi. Onun için talebelerin önünden et yemeği eksik olmazdı. Hasılı Erzincan’a gideceğim. Yahu ne yaparız acaba diyorum. O zamanlar Rize’nin Güneysu merkez camiinde Yusuf Yılmaz adında mubarek bir hoca efendi vardı. Biz birkaç defa icazet vermiş, onu da davet etmiştik fakat o, davete gelmemişti. İçinden bize kızarmış, bu çocukları üç beş senede okutup icazet veriyor. Hiç olmazsa talebe on yıl okusun da icazet alsın düşüncesiyle böyle davranırmış. Ben Yusuf hocayı da, kursumuzda ders okutması için getirmek istedim. Ben Erzincan’a gidince, Yusuf hoca gelip bakmış kursa, burada okutulan derslere. Halil hocanın gayretini ve ilmî birikimini görünce bayılmış gitmiş! Sonraları bana, yahu duymak başka görmek başkaymış, ben buranın böyle olduğunu bilmiyordum diyerek, özür dilercesine davranmıştı bize. Tabi onun kursumuza gelmesiyle birlikte, halkın bize bakışı ve yardım edişi iki üç katına çıktı. Ben Erzincan’da beş buçuk ay kadar kaldım. Arada bir yirmi günlük izine geldiğimde yine kursta ders vermeye devam ettim. 1966’da icazet aldı Halil hoca bizden. Sonraki yıllarda bildiğiniz gibi Çatak’ta talebe okutmaya devam etti. Fakat hemen her yıl onlar, bir grup arkadaşıyla birlikte bizi ziyarete gelirlerdi. Bu da genellikle icazete denk gelirdi. Ya da ben oraya icazete giderdim…”
            Halil hocanın ardından Cemal Özdil bey de Zevandik’e gitmiş. Orada da Halil hocanın Arapça derslerine ben yardımcı oldum, diyor Cemal bey.[4] Fakat Halil hoca ve Cemal bey, Arapça derslerinin bir kısmını Ömer hocada okudukları için Mustafa hocada usûl derslerine başlamışlar doğrudan. Medrese usulü ders görmüşler. Sarf-Nahiv dersleri yanında İzzî, Merah, Kadı Beydavi tefsiri, Halebî, Akaid, Mantık gibi üst seviyede medrese dersleri okumuşlar. Mustafa hoca, kendi deyimiyle, talebe okutarak kendini yetiştirmiş biridir. İlim okumaya can atan ve fakat hafızlık yaptığı ve Arapça okuduğu kursun hocasının gitmesiyle birlikte kursun bütün yükü, üzerinde kalan ve böylece, kendi okuma imkanını, talebelerinin okumasına, yetişmesine feda eden biridir. Onun için olsa gerektir ki, Mustafa hoca, yetiştirdiği hafızların okuması, ağız yapısı düzgün olsun diye, hocaların hocası kabul edilen Mehmet Aşıkkutlu hocadan, kendilerine bir talim hocası bulmasını talep etmiş. Aşıkkutlu hoca da, Mustafa hocaya, hocam bana on gün süre ver. Bu arada sen de talim hocası ara. Fakat kimseye de söz verme, diyerek tembihlemiş. Üç gün diyende talebesi olan Abdullah Hatipoğlu[5] hocayı, Zevandik’e talim hocası olarak göndermiş. Zevandik’e gelen Abdullah hoca, Mustafa hocada hem Arapça okur hem de Mustafa hocaya, henüz talebe-hoca konumundaki Halil hocaya ve diğer talebelere talim okuturmuş. Halil hoca kendi dersleri yanında alt seviyedeki talebelere refakat eder ve bu arada Abdullah hocanın deyimiyle çok kısa sürede talim derslerini yapar, ayn’ları[6] Kadı Beydavi Tefsiri üzerinden hazırlarmış. Nitekim 1966 yılındaki Arapça icazetini Abdullah hoca, Halil hocayla birlikte almışlar. Burada Eminönü Firuz Ağa Camii imam hatibi Hüsnü Okumuş hocanın, Aşıkkutlu hocayla ilgili verdiği bilgiyi, istitrat kabilinden nakletmemiz uygun düşer 
            Aşık kutlu hoca Hicaz’a hacca giderken Şam Emeviye Camii’ne uğramış. Bakmış ki orada bir aşere takrip hocası, talebelerine bir yeri yanlış anlatıyor. Dersin sonuna kadar beklemiş ve ders sonucu hocaya söz konusu rivayetin yanlış olduğunu, doğrusunun şöyle olması gerektiğini hatırlatmış fakat o Şamlı hocalar bunu kabul etmemişler. Biz senelerdir bunu okutuyoruz demişler. Hoca efendi de, ben Türkiye’ye dönünce okuduğum kaynaklarının hepsini yazıp size göndersem kabul eder misiniz, diye sormuş. Onlar da, memnuniyetle hocam, demişler. Hoca efendi notları oraya göndermiş. Onlar da düzeltmişler. Yıllar sonra aynı yoldan Hicaz’a giden Abdurrahman Gürses hoca efendi oraya uğramış. Şam uleması ona, Hocam sizin orada küçük gölde büyük balık var. Tanır mısınız, diye sormuşlar. Abdurrahman efendi tanışamadığının üzüntüsünü ifade etmiş. Ve Hicaz’dan dönünce, Efendiler biz yanlış yapıyoruz! Kendi arkadaşlarımızın kıymetini bilmiyoruz. Ta Şam’ındaki hoca, benim buradaki arkadaşımı tanıyor ama biz bilmiyoruz, diye üzüntüsünü dile getirmiş.
[H. Mehmet Aşıkkutlu hoca][7]
            Hüsnü hocanın söz konusu ettiği Aşıkkutlu hoca, Halil hocanın aynı zamanda feraiz derslerini okuduğu mümtaz bir âlim, belki kutuptur! Zira yine Hüsnü hocanın ifadelerine göre, Halil hoca (Tunceli’de) asker iken Aşıkkutlu hocaya mektup yazmış. Hocam benim falan tarihte bir aylık askerlik iznim var. Size gelip feraiz dersi okumak istiyorum demiş. Aşıkkutlu hoca nezaket kurallarına aşırı derecede dikkat eden ve ilim ehli bir âlim olduğu için vakit geçirmeden cevabî mektubu yazmış: Evladım, demiş. Ya sen feraiz dersinin ne olduğunu bilmiyorsun ya da çok zeki birisin. Hele gel bir görelim, demiş. Zira feraiz[8] dersi zor bir derstir. Halil hoca, bir aylık askerlik izninde Trabzon’a gitmiş ve Aşıkkutlu hocadan feraiz dersi okuyarak o ilmi tahsil etmiş.
            Aslında Mustafa hoca da talebelerine feraiz dersleri okutmuştur. Kendi ifadesine göre, Rize’de o zamanlar feraiz okutan pek hoca yok imiş. Demek ki, Halil hoca, Mustafa hocada okuduğu feraiz dersini, Aşıkkutlu hocada daha bir üst seviyede okumuş olmalıdır. Nitekim Zevandik’te Abdullah Hatipoğlu hocada okuduğu talim derslerini İstanbul Haseki’de en üst seviyede okuduğu gibi. [Halil hocanın Haseki hayatı inşaallah başka bir yazımızın konusu olacaktır.] Abdullah Hatipoğlu hoca da Halil hocanın oldukça zeki biri olduğunu teyit ediyor. Yusuf Karali hocanın, hemen her derste yazıp verdiği Arapça beyitleri [tamamı ikibin kadar beyit olduğu söylenir] Halil hoca, Zevandik’te kursa gelince Abdullah hocaya verirmiş. Abdullah hoca da; Yahu Halil, bu güzelim önemli beyitleri bana değil kimseye verme. Yanında kalsın diye tembih ettikçe o, lüzumu yok, ben onları ezberledim ve ezberimde tutuyorum, dermiş. Sahiden Halil hoca, ezberine aldığı bir şeyi bir daha asla unutmazmış. Bu konuda Halil hocanın ilk damadı Salih Dil bey şunları dile getirir: Hocamız duyduğu, gördüğü bir şeyi bir daha unutmazdı. Diyelim falanca ile yirmi yıl önce filan yerde şu konuyu ayaküstü konuşmuşlar. Ve bir daha görüşmemişler. Yirmi yıl sonra yine bir araya geldiklerine hocamız, o adama, seninle filan yerde şu tarihte ayaküstü şu konuyu konuşmuştuk değil mi, diye aynıyla aktarır, bir şeyi asla unutmazdı. Konuya dair mühim bir bilgiyi de bugün Pendik Haseki talim hocalarından Talip Akbal’dan dinlemiştim.[9] Herhalde günün birinde talim derslerinde hocalarından biri, talebelerine, çözülmesi zor birkaç soru sormuş. Herkes bunu Halil hocanın çözebileceğine işaret etmiş sınıfta. Halil hoca da, Zevandik’te, galiba Abdullah Hatipoğlu hocasından öğrendiği bilgilerle, tahtaya kalkıp ders boyunda anlatmış ve metni bir güzel çözüvermiş. Halbuki anlattığı bilgileri yıllar önce Zevandik’te okumuş ve belki de bir daha onları gözden geçirme fırsatı bile bulabilmiş değildir. Fakat zihni o kadar kuvvetlidir ki, yıllar önce okuduğu dersleri aynıyla tekrarlayıp yorumlayabiliyordur. Nitekim Haseki’den 1983 yılında mezun olduğunda icazeti İstanbul Bayezid Camii’de almışlar büyük bir merasimle. Abdurrahman Gürses hoca, talebelerinin talim ettiği derslerle alakalı birkaç beyit sormuş ve; Bunu içinizden kim çözebilir, diyerek bütün bir cemaatin içinde soru yöneltmiş talebelerine. Oradaki talebelerin hemen hepsinin gözü Halil hocanın üzerine yönelmiş ve Halil hoca da söz konusu beyitleri güzelce tahlil edip manalarını vermiş. Hoca efendinin bu hali, herhalde aile yapısından getirdiği irsî bir yapı yanında  onun, zihnini tamamen kendi ilgilendiği konulara teksif etmesi ve dahi haramdan uzak bir hayat yaşayışıyla alakalı olmalıdır. Nitekim Korganlı Kiraz hoca; Günümüzde harama girmemiş birini görmek isteyen Halil hocaya baksın! dermiş. Zeki olmanın haramdan uzak bir yaşamla ne ilgisi olabilir, şeklinde düşünülebilir. Böyle bir düşünceye, modernitenin getirdiği zihniyet açısından hak verilebilir. Fakat söz konusu yaklaşımın şahsî bir kanaat olduğunu hassaten belirtmek isterim.
            Hoca efendinin zeki oluşuyla ilgili dikkat çekici ve bir o kadar da hüzün verici bir hatırayı Hüsnü hoca, Halil hocadan naklen şöyle ifade eder: Halil hocamız, Trabzon’da okurken, derslerindeki üstün başarısı sebebiyle, ders çıkışı oradaki talebeler tarafından, kursun biraz ilerisine götürülür, talebeler tarafından evire çevire dövülürmüş. Bunu Halil hoca bize defaatle anlatmıştı. [Bunu anlatırken Hüsnü hoca, Halil hocaya muhabbetinden dolayı, göz yaşlarına hakim olamıyor!...]. Öyle anlaşılıyor ki, Mustafa Yıldız hocanın; Biz talebelerimize arada bir izin verirdik. Fakat Halil’in izin döneminde köyüne gidip gitmediğini bilmem, sözü bu noktada bize ışık tutuyor. Yazımızın başında Halil hocanın kardeşi Ahmet bey, üç yıl boyunca kardeşi Halil’in kayıp olduğunu dile getirmişti. Abdullah Hatipoğlu hoca, Halil hocanın her onbeş günde bir, Trabzon’da Dursun Fevzi hocaya gelip ders aldığını aktarıyor. Demek ki, Halil hoca, muhtemelen izin dönemlerinde Dursun hocadan özel ders alıyor olmalıdır. Onun üç yıl boyunca köyüne dönmemesi tabir yerinde ise izini tozunu kaybettirmesi, herhalde kendini tamamen ilme verme düşüncesiyle ilgili olmalıdır. Bilindiği üzere ilim, kuma kabul etmez. Kendini tamamen derse vermeyene ilim, bir parçasını bile vermez. Şu halde, Halil hocanın, Trabzon ve Rize’deki talebelik yıllarında, köyüyle irtibatını koparmış olmasını herhalde böyle anlamlandırabiliriz. Abdullah Hatipoğlu hoca, Dursun hoca ile Halil hoca arasındaki hoca-talebe ilişkisinin samimiyet boyutunu şu ifadeleriyle dile getirir: Halil hoca, Dursun hocanın evinde kalırdı. Dursun hoca gecenin seher vaktinde kalkar, kendi evinde kalan çok sevdiği talebesi Halil’i uykusundan kaldırır ve, evladım Halil, gel bakalım ….Tefsiri’nin şurasındaki kelimeyi birlikte çözelim, diyerek gece sabaha karşı onunla baş başa ders yaparlarmış. Evet, diyor Abdullah hoca, büyük âlimler bir cevheri keşfetti mi, onun peşini bırakmazlar ve onu yetiştirmek için ellerinden geleni yaparlar!... Buna göre, Trabzon’a ilk gidişinde Dursun hocanın yanında bir ay kadar kalan Halil hoca, aslında Dursun hocayla irtibatını koparmamış, aksine ondan üst seviyede ilimleri öğrenmeye devam etmiştir. Pekiyi bu üst seviyedeki ilim içinde tasavvuf/tarikat da var mıdır? Kanaatimce evet. Zira Dursun Fevzi Güven hoca, Mahmut efendinin [Mahmut Ustaosmanoğlu] eniştesidir. Mustafa Yıldız hoca da, Mahmut efendiye tarikat yönünden bağlı biridir. Bunu Mustafa hocaya sorduğumda; Halil hocanın, bizim kanalımızla Mahmut efendiye bağlanması gibi durumlar olmuştur, diyerek nazikane bir cevapla meseleyi fazla açmıyor. Zira bu konular, sadece ehli içindir.
 
[Mahmut Ustaosmanoğlu]
            Mustafa Yıldız hoca, kitaplar kaleme alarak eser yazan biri değildir. Onun bu vasfı, denilebilir ki, aynıyla Halil hocaya intikal etmiş gibidir. Herhalde Mahmut efendi cemaatinde bir şekilde yer alan mümtaz insanların böyle bir tavrı vardır. Yakın tarihte şehit edilen Bayram Ali Öztürk hocanın da, aslında eser kaleme alabilecek ilmî birikime sahip biri olmasına rağmen, talebe yetiştirerek eser yazmayı tercih edenlerden olduğu söylenir. Mustafa hoca yaklaşık olarak ikibin talebenin, rahlet-i tedrisinden geçtiği son devrin abide şahsiyetlerinden biridir. Halil hocamızın Çatak’a (İslamdağ) gelip kısa sürede pekçok defa icazet vermesi, belki yüzlerce talebe yetiştirmesi de aynı gerçeğe mebnidir. Gerçi Halil hocanın birkaç Arapça çevirileri vardır fakat o, daha çok, talebe yetiştirerek eser bırakmıştır denilebilir. [Çatak’taki ilk günleri de inşaallah başka bir yazımızın konusu olacaktır.]. Bunu, şunun için dile getirme ihtiyacı hissettik. Mustafa Yıldız hoca, vaizlik imtihanını kazandığında, yukarıda sözü edilen Arnavut Ramazan hocaya gider ve vaizlik görevi almak istediğini ifade eder. Zira Mustafa hocanın etrafındaki gönül ehli insanlar, yahu öyle zaman gelecek ki, camilerin kürsülerinde hoca kisvesinde biri vaaz edecek de, orada namaz kılmayıp çekip gidecek. Böyle birileri gelip cami kürsülerini kirleteceğine bu işin ehli insanlar o kürsülerde bu millete vaaz versin, diye Mustafa hocayı tazyik edercesine telkinlerde bulunmuşlar. O da vaizlik imtihanına girip kazanmış ve bu isteğini, kalp gözü açık dediği Ramazan hocasına danışmış. O da; Hayır! Vaizlik lazım değil. Rasülüllah Efendimiz ‘aleyke bi’s-sükût’/ sana sükût gerekir (susman daha hayırlıdır) buyurur. Vaiz olacağına git evde otur, sükut et. Konuşmak zamanı değil, talebe yetiştir, diyerek Mustafa hocanın, kursta kalıp talebe yetiştirmesini tavsiye etmiş ki, muhtemelen bu nasihatın/tavsiyenin, Mustafa hoca üzerinde etkisi büyük olmuştur. Biz aynı tavrı o silsilede yetişmiş insanlarının hemen hepsine görebiliriz. Onun içindir ki, Mustafa hoca, talebesi ve manevi evladı Halil hoca hakkında; o yaşta bu kadar talebe yetiştirip icazet vermek her insana nasip olmaz. Sahiden Halil hoca, kendini yetiştirmiş iyi ve ihlaslı biri idi, diyor. Bu arada, talebe yetiştirme ve dahi konuştuğu, birlikte olduğu insanlara tesir etme bakımından Mustafa hocanın, talebesi Halil hocadan naklettiği ilginç bir hususa daha, yine istitrat olarak burada değinebiliriz.
            Halil Hoca kaçak olarak hacca gitmiş. İkinci gidişi herhalde. Bunu tutuklayıp, ayyaşların bulunduğu cezaevine atmışlar. Her türlü zorluk, işkence varmış orada. Fakat Halil hoca, orada o tip insanları ıslah etmiş ve hapishaneyi medrese-yi yusûfiyeye[10]dönüştürmüş. Mahpusların hepsini ıslah etmiş. Onu oradan çıkarmışlar. Ürdün’de de hapse atmışlar. Yirmi gün kadar da orada kalıp oradaki hapishaneyi de ıslah etmiş. Şam’a gelmiş. Türkiye’ye geçecek. Suriye askeri bunu bulanık bir dereye bırakıyor. Boğulsun diye. Köprü yok. Yüzerek beri yakaya geçiyor. İki ay üzerinde gelmiş Türkiye’ye. Bunu bize kendisi anlatmıştı. Bir keresinde de şoförleri kaza yapmış ve şoförü hapse atmışlar. Halil hoca da, inanılması zor ama bunu kendisi anlatmıştı, ta Riyad’a gitmiş. Kralla görüşmüş ve şoförün hapisten çıkmasını sağlamış. Gerçi Halil hocanın medenî cesareti ve Arapça konuşması bunu yapabilecek güçte idi!
Halil hoca, Mustafa hocada Farsça da okumuş ve bu bilgisini Tunceli’de asker iken daha da ilerletmiş. Hoca efendinin babası Ali efendi, iki de bir oğlu Halil’e; Yahu oğlum, okudun âlim oldun fakat hafızlığın yok, diye serzenişte bulunurmuş. Halil hoca da, Hüsnü Okumuş hocanın ifade ettiği üzere, askerde iken dört ay gibi kısa bir sürede kendi kendine Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olmuş ve askerlik dönüşü babasına bir güzel sürpriz yapıp onun hayır dualarını almış. Bu arada Halil hocanın, Cezerî tecvidini ezbere bildiğini Mustafa hocaya sorduğumuzda; Hayır, ben onlara böyle bir ders okutmadım. Nereden çalıştığını ve ezberlediğini bilemiyorum, diyor. Pekiyi hocam, talebelerinize herhangi bir siyasi partiyi işaret eder miydiniz, soruma Mustafa hoca; Böyle bir şeyi hiç yapmadık ve doğru da değildir, şeklinde cevap veriyor. Söz konusu yaklaşımı aynıyla Halil hocada da görmemiz mümkündür. Nitekim pek çok siyasetçinin Halil hocayı ziyaret edip dualarını aldığını yakinen biliyoruz. Zira ilim rütbesi ve âlim, siyasetin bir üst konumunda yer alır. Efendimizin (as) ifadeleriyle; İlim rütbesi, rütbelerin en yücesidir. Âlim de bedendeki beyin gibidir. Siyaset makamı ise icra yeri, beynin talimatlarını yerine getiren bedene benzer. Dolayısıyla ilmi, siyasete kurban eden ya da ilmî kisvesiyle siyasetçinin kapısında dilencilik yapanlar âlim değil belki İmam Gazzâlî’nin deyimiyle, Allah’a gitmek isteyen insanların önünü kesen yol eşkiyası gibidirler. Bu ifadelerden, âlimin siyasetle hiçbir ilgisi olmamalı manası çıkarılmamalıdır. Zira İslâm düşünürlerinin bir çoğu ya da tamamına yakını, devletle dini ikiz kardeş olarak görmüştür. Şu halde âlim, icra makamındaki siyasetçiye ilmiyle, ahlakıyla, birikimiyle yol gösterir fakat ilmi, siyasetçinin kötü emellerine alet edemez, etmemelidir. Biz bu tavrı Halil hocada ve onun yetiştiği silsilede aynıyla müşahede edebiliriz.  
            Bu yazımızın son cümlelerini Hüsnü Okumuş hocanın Halil hocaya dair, büyük bir muhabbet ve tahassür dolu ifadeleriyle bağlayalım: “Halil hocamız boş durmayan, şöhretten hoşlanmayan, mütevazi ve bir o kadar da ihlaslı bir hocamızdı. Öyle ki, yüksek sesle güldüğüne şahit olmadığımız hocamız, Haseki’de tenefüslerde top oynayan arkadaşları onu da top oynamaya davet ettiklerinde; Yahu biz de oynarsak Ümmet-i Muhammed’in hali nice olur, diyebilecek kadar mes’ûliyet sahibi, İstanbul’daki iki buçuk yıllık zaman diliminde çok sevilen, tanınan ve takdir edilen, gönüllerde taht kuran biri idi. Onu sevmeyen, ilmine saygı duymayan, onu bağrına basmayan insan olamaz! Çocukla çocuk, cemaatle sıradan bir insandı o. Allah ona gani gani rahmet eylesin, ruhu şâd olsun. Allah şefaatine cümlemizi nâil eylesin!...” Ne diyelim. Biz de bu muhabbet dolusu sözlere ve dualara gönülden âmin diyoruz. “Onun vefatı çok büyük bir kayıptı. Biz onu kendi cenazemize beklerken, kaderin garip cilvesine bak ki, biz ona nasip olduk”, diyor Mustafa Yıldız hoca. Kimi zamanlar gelir, insanları, özellikle gençliği özünden koparır bulanık sellere atar. Fakat bazen öyle rahmet dalgaları tecelli eder ki, nice insanı tekrar kurtarmaya yeter. Halil hocamızı ben biraz da böyle görüyorum. Kimi insanlar ölümlerinden sonra, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, halkın gönlünde evliyalık mertebesine ulaşırlar. Onlar ötelerden de feyz vermeye devam ederler. Rahmetullâhi rahmeten vâsiâ…

Ahmet Çapku
24 Kasım 2006
acapku@yahoo.com

 
[1] Köylerde komşular, tarlalarına fidan diktiğinde illa da kendi ev halkı onun meyvesini yesin diye dikmezdi. Mahalle insanı, çocukları, kurt kuş yer de sevap kazanırım niyetiyle dikerlerdi. Dolayısıyla biz de köyde çocuk iken bu tür yaramazlıklar yapar, amcalarımızın, abularımızın diktiği meyvelere, onlardan izin almadan çıkıp yerdik. Ana babalarımız, yapmayın öyle şeyler, haramdır falan derlerdi lakin şunu yakinen biliyoruz ki, onlar, konu komşu çocuğuna asla haram etmezlerdi meyvelerini. Zaten sevap kazanmak için dikmişlerdi o meyve fidanlarını. Herhalde Mustafa Yıldız hocanın babası da, nazının geçtiği bir komşusunun tarlasından bir kabak almış olmalı kanaatindeyiz. A. Çapku
[2] Mustafa Yıldız hocanın oğlu Kudret beyin verdiği bilgilere göre her dört yılda bir Arapça icazeti verilirmiş. 1966 yılında icazet aldığına göre Halil hocanın, Zevandik’e 1962 yılında gelmiş olması lazım.
[3] Karınca incitmez kabilinden olan nadir hocalardan biri Yusuf Karali hoca hakkında geniş bilgi için bkz: İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul 2005, Dergah Yayınları, sf. 10-25.
[4] Cemal beyi her görüşünde Halil hoca onun eline gidermiş. Cemal bey, Zevandik’te bir yıl kadar kalabilmiş. Sonrasında maddi imkanı olmadığı için oradan ayrılıp gurbete gitmek zorunda kalmış. Ve bir daha da ilim hayatına dönüş yapamamış. Fakat gerek Ömer hocada gerek Mustafa hocada üst seviyede Arapça okumuş. Çokdeğirmen’de ve Zevandik’te Halil hocadan bir üst seviyede ders gördüğü için Halil hocanın grubuna refakat edermiş. Zaman içinde kahvehane hayatına alışmış biri olduğu ve bu da halk tarafından bilindiği için, Halil hoca’nın, Cemal beyin eline varışına halk teaccüp eder ve; Yahu hocam, siz bunun…halini bilmiyor musunuz, diye biraz sitemkari konuştuklarında Halil hoca; Hayır, o benim hocamdır, diyerek onlara karşı koyarmış. Gerçi kahvehane hayatım olmuştur fakat benim kötü yolum hiç olmadı. Evimize kola getirirsek halk bunu içki diye yorumladı, diyor Cemal bey.
[5] Sultanahmet Camii imam hatibi Emrullah Hatipoğlu hocanın ağabeyi ve üst seviyede Kur’ân talim hocasıdır.
[6] Ayn tabiri talim dersleriyle ilgili teknik bir deyimdir. Kur’ân-ı Kerim’de duracak harflerinden biri olan ayn harfinden sonra bir konu başlar diğer ayn harfine kadar devam eder. İki ayn harfi arasına bir ayn dersi derler.
[7] Fotoğrafı, İsmail Kara hocamızın Kutuz Hoca’nın Hatıraları isimli kitabından aldık. Bkz. a.g.e., İstanbul 2000, II. bsm., sf. 186
[8] Feraiz, İslâm miras hukukudur. Tamamen matematik kurallarına göre yapılan bir hesap ilmidir aynı zamanda.
[9] Talip Akbal hocayla beni tanıştıran ve buluşturan Bayram Karar ağabeye müteşekkirim.
[10] Hz. Yusuf’un bir iftiraya kurban gidip hapse atılması ve oradaki arkadaşlarını ıslah etmesine istinaden böyle bir tabir kullanılır. Bilgi için bkz. Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi 32-52
BİZİ İZLEMEYE DEVAM EDİN
WWW.CANİK.ORG****WWW.KUMRU.ORG
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©