Toplulukları bir araya getiren pek çok sebepler vardır. Yalnız bunlar, her zaman bir arada tutmaya yetmez. Çünkü şartlar, zamanla değişebilir.
Şimdi, bir kıta olan Avustralya’yı ele alalım…
Daha önce, boş sayılabilecek bir kara parçası…
Ama İngilizler on sekizinci yüz yılda, genelde hapishanelerdeki siyasî mahkûmları gemilere doldurup oraya salıyor.
Üstelik bunların bir kısmı, daha önce birbirlerine muhalif ve
düşman kişiler.
Ama vahşi doğa ortamı, hapishaneden kurtuluş ve sıla özlemi, onların bir arada yaşamasında etkili oluyor.
Fakat zamanla, bu şartlar ortadan kayboluyor. Bu sefer, toplumu birbiriyle kaynaştıracak ve Avustralyalılık binci oluşturacak yeni ilkelere ihtiyaç duyuluyor.
Onlar belli…
Çalışmak, işi ehline vermek, kaliteli mal üretmek, vergisini hile yapmadan zamanında ödemek ve kurallara uymak…
Ya eski kurtuluş ve kuruluş felsefelerine takılı kalıp onları kutsallaştırmış olsalardı, hem birlerini yerler, hem de bir arpa boyu yol alamazlardı.
Bunu daha iyi anlamak için basit bir misâl daha verelim…
Aşk meşkle evlenen bir çift…
Başlangıçta her şey toz pembe… Ne de olsa bal ayları!
Hayat bu! Bir müddet sonra sirke ayları geliyor. O zaman bazı acılıklar gün yüzüne çıkmaya başlıyor.
Bir de bakıyorsunuz; lüks yaşama arzusu, farklı yeme alışkanlıkları, çevrenin dedikodusu, gelin kaynana kavgası, çocuksuzluk vs. bir bir kendisini gösteriyor.
Sebebi gayet açık…
İlk etapta aile oluşturulurken, sadece tek bir boyutla hareket edilmiş. Ama bir araya gelinince, bunun yeterli olmadığı ortaya çıkmış.
O zaman, “ideal anlamda bir aile fikri ve buna göre bir hareket tarzı oluşturmak” gerekiyor.
Kimi çift, geç de olsa bu dönüşümü gerçekleştirip yuvayı sağlam temeller üzerinde yeniden inşa edebiliyor.
Üniversitelerde de benzer sıkıntılar söz konusudur…
Çoğu öğrenci, başlangıçta, “işsizlikten kurtulma ya da bir karizma elde etme” şartlanmışlığı içinde geliyor.
Aslında bu düşünce, insanı sadece bilimsel düşünceden değil, kendisinden ve toplumdan da uzaklaştırır.
Keşke öyle olmasaydı. Ne var ki mevcut eğitim sistemi ve çevrenin beklentileri buna mecbur ediyor.
Yalnız geldikten sonra, kendilerini gerçek anlamda zihinsel bir inkılâptan geçirmeleri gerekir.
Bunun sonucunda da, kafalarında “hakikate ulaşma düşüncesi ve aşkı” oluşmalı. Yoksa yine olmaz.
Bir anlamda üniversite, bu demektir.
Eğer öğrenciler bu geçişi başaramazlarsa, ne kendileriyle, ne de dış dünya ile sağlıklı bir iletişim kurabilir?
Bir de toplum açısından meseleye bakalım…
Şimdiye kadar, insanları bir arada tutan pek çok değerler ve sistemlerden bahsedilmektedir. Ve bu konuda “müşterek bağlar” adı altında tasnifler de yapılmıştır.
Meselâ dil, din, ekonomi, ortak coğrafya, vatan, tarih, medeniyet ve kültür, bunlardandır.
Bazen insanlar ırkçılık, ideoloji, otorite, zorbalık ve düşman korkusu gibi sebeplerle de bir arada bulunabilir.
Yalnız bu tip birliktelikler tarihe, insanlığın yüz karası olan türlü türlü vahşetler sunmuştur.
Şunu unutmamak gerekir ki, eğer birlik ve beraberlikler, kısa zamanda “adâlet” esasına dayandırılmazsa, onu kimse uzun süre ayakta tutamaz. Eninde sonunda yıkılmaya mahkûm olur. O zaman toplumdaki kodamanlar, güç odakları ve para babaları da bu yıkıntının altında kalmaktan kendilerini kurtaramaz.
Bu konuda Hz. Ömer’in şu sözü ne kadar anlamlıdır, değil mi?
-Adâlet mülkün (yönetimin) temelidir.
Gerçekten “adâlet”, hak ve hukuka dayalı olarak yaşamanın temelini oluşturur. En küçük ilişkiden aileye, komşuluğa, arkadaşlığa, ortaklıklara, devlet ve milletler arası münasebetlere kadar…
Bu noktada küçük bir olay anlatmaya çalışayım…
Bir zamanlar bir öğrencim, ailesiyle ilgili bir hikâye anlatmıştı.
Çorbalarıyla ünlü bir lokantacı, babasını çocukken köyden getirmiş.
Hem bir evladı gibi sevip yetiştirmiş hem de meşhur bir usta yapmış. En sonunda da ortak…
Bu sayede ev bark sahibi olmuş… Ayrıca çoluk çocuk da bu dükkân üzerinden adam sırasına karışmış…
Ne var ki bir gün mal sahibi hakkın rahmetine kavuşur.
Etraftan kendisine, “Zaten işleri sen yapıyordun. Adam da öldü. Ne diye ayrılmıyorsun?” diye akıl vermeye başlarlar.
Ama o, bunları pek umursamaz.
Başını iki elinin arasına alıp düşünür. Biraz vicdanını yoklayıp eski yoksulluğunu göz önüne getirir. Bu hesap kitap neticesinde, hakkının hiç yenmediği kanaatine varır.
Ve net bir şekilde kararını verir:
Eski dükkân sahibinin ailesi ile işe devam…
Öğrencim, anlatırken öyle mutluydu ki… Gıpta etmemek elde değil.
Bütün bunlar şunu gösteriyor:
Eğer birlikte yaşamanın sağlıklı ve devamlı olması isteniyorsa, adâlet ilkesinin hayatın her alanına nüfuz etmesi gerekiyor. Yoksa husumetler, kinler, kavgalar, ayrılıklar, kan ve gözyaşları, yıkımlar, anarşi ve terör kaçınılmaz olur.
Tarih bunun en iyi şâhididir.
Aklını kullananlar, mutlaka bundan ders alır!
İsterseniz, bir de şu demokrasiyi ele alalım…
Bilen de bilmeyen de, demokrasinin toplumu ayakta tutacağını söylüyor.
Fakat hiç kimse, “Hangi toplumu?” diye sormuyor.
Toplumu bir açıdan binaya benzetebiliriz. Fertleri de bu binayı meydana getiren malzemeler.
Malzemeler çok kaliteli olsa bile, bunun sağlam olması ve tehlikelere karşı dayanabilmesi için neler lazım değil ki?
Başta iyi bir plân ve proje… Mimar, usta… Bir de bu malzemeleri bir arada tutturacak ara malzemeler…
Bu noktada soralım…
-Fertler demokrasinin gereği olan fazîlet (erdemlilik) eğitiminden geçtiler mi?
-Hayır?
Buna kimse müsaade etmez… Çünkü bu eğitim de “hikmet, iffet, şecaat ve adâlet” söz konusu.
-Kim diyor, bunları?
Kim olacak? Ta eski Yunan’da, bu demokrasiyi icat eden filozoflar diyor… Sokrates ve talebeleri başta olmak üzere…
Hatta bu konuda daha ileri şeyler söylüyorlar…
Diyorlar ki, eğer bu esasları eğitiminizin temeli yapmazsanız, demokrasi cahiller idaresi olur…
Devleti ayakta tutan millettir. Ama bunlar birbirlerine olan güveni kaybederse… Hele de devlet kendisini milletten korumaya çalışır, kuralları buna göre koyarsa… O zaman seyreyle gümbürtüyü…
Bu biraz da demokrasiden ne anladığınıza bağlı. Eğer demokrasi için gerekli olan eğitim verilmezse, aynı demokrasi cahiller idaresi haline gelir ve toplum param parça olabilir. Bugün ülke olarak, maalesef, hala bunun farkında değiliz.
Burada benim hakkım yenmez, diyebiliyorsa…
Konuyla ilgili bir hatıramızı aktarmak isteriz…
Bir zamanlar bir öğrencim, “hak” meselesi konuşulurken babasının hikâyesini anlattı.
Büyük şehirlerimizden birinin merkezinde, meşhur bir çorba lokantaları varmış. Müşterileri o kadar çokmuş ki, oturacak yer bulmak bile bazen mesele oluyormuş.
Şimdi, bir kıta olan Avustralya’yı ele alalım…
Daha önce, boş sayılabilecek bir kara parçası…
Ama İngilizler on sekizinci yüz yılda, genelde hapishanelerdeki siyasî mahkûmları gemilere doldurup oraya salıyor.
Üstelik bunların bir kısmı, daha önce birbirlerine muhalif ve
düşman kişiler.
Ama vahşi doğa ortamı, hapishaneden kurtuluş ve sıla özlemi, onların bir arada yaşamasında etkili oluyor.
Fakat zamanla, bu şartlar ortadan kayboluyor. Bu sefer, toplumu birbiriyle kaynaştıracak ve Avustralyalılık binci oluşturacak yeni ilkelere ihtiyaç duyuluyor.
Onlar belli…
Çalışmak, işi ehline vermek, kaliteli mal üretmek, vergisini hile yapmadan zamanında ödemek ve kurallara uymak…
Ya eski kurtuluş ve kuruluş felsefelerine takılı kalıp onları kutsallaştırmış olsalardı, hem birlerini yerler, hem de bir arpa boyu yol alamazlardı.
Bunu daha iyi anlamak için basit bir misâl daha verelim…
Aşk meşkle evlenen bir çift…
Başlangıçta her şey toz pembe… Ne de olsa bal ayları!
Hayat bu! Bir müddet sonra sirke ayları geliyor. O zaman bazı acılıklar gün yüzüne çıkmaya başlıyor.
Bir de bakıyorsunuz; lüks yaşama arzusu, farklı yeme alışkanlıkları, çevrenin dedikodusu, gelin kaynana kavgası, çocuksuzluk vs. bir bir kendisini gösteriyor.
Sebebi gayet açık…
İlk etapta aile oluşturulurken, sadece tek bir boyutla hareket edilmiş. Ama bir araya gelinince, bunun yeterli olmadığı ortaya çıkmış.
O zaman, “ideal anlamda bir aile fikri ve buna göre bir hareket tarzı oluşturmak” gerekiyor.
Kimi çift, geç de olsa bu dönüşümü gerçekleştirip yuvayı sağlam temeller üzerinde yeniden inşa edebiliyor.
Üniversitelerde de benzer sıkıntılar söz konusudur…
Çoğu öğrenci, başlangıçta, “işsizlikten kurtulma ya da bir karizma elde etme” şartlanmışlığı içinde geliyor.
Aslında bu düşünce, insanı sadece bilimsel düşünceden değil, kendisinden ve toplumdan da uzaklaştırır.
Keşke öyle olmasaydı. Ne var ki mevcut eğitim sistemi ve çevrenin beklentileri buna mecbur ediyor.
Yalnız geldikten sonra, kendilerini gerçek anlamda zihinsel bir inkılâptan geçirmeleri gerekir.
Bunun sonucunda da, kafalarında “hakikate ulaşma düşüncesi ve aşkı” oluşmalı. Yoksa yine olmaz.
Bir anlamda üniversite, bu demektir.
Eğer öğrenciler bu geçişi başaramazlarsa, ne kendileriyle, ne de dış dünya ile sağlıklı bir iletişim kurabilir?
Bir de toplum açısından meseleye bakalım…
Şimdiye kadar, insanları bir arada tutan pek çok değerler ve sistemlerden bahsedilmektedir. Ve bu konuda “müşterek bağlar” adı altında tasnifler de yapılmıştır.
Meselâ dil, din, ekonomi, ortak coğrafya, vatan, tarih, medeniyet ve kültür, bunlardandır.
Bazen insanlar ırkçılık, ideoloji, otorite, zorbalık ve düşman korkusu gibi sebeplerle de bir arada bulunabilir.
Yalnız bu tip birliktelikler tarihe, insanlığın yüz karası olan türlü türlü vahşetler sunmuştur.
Şunu unutmamak gerekir ki, eğer birlik ve beraberlikler, kısa zamanda “adâlet” esasına dayandırılmazsa, onu kimse uzun süre ayakta tutamaz. Eninde sonunda yıkılmaya mahkûm olur. O zaman toplumdaki kodamanlar, güç odakları ve para babaları da bu yıkıntının altında kalmaktan kendilerini kurtaramaz.
Bu konuda Hz. Ömer’in şu sözü ne kadar anlamlıdır, değil mi?
-Adâlet mülkün (yönetimin) temelidir.
Gerçekten “adâlet”, hak ve hukuka dayalı olarak yaşamanın temelini oluşturur. En küçük ilişkiden aileye, komşuluğa, arkadaşlığa, ortaklıklara, devlet ve milletler arası münasebetlere kadar…
Bu noktada küçük bir olay anlatmaya çalışayım…
Bir zamanlar bir öğrencim, ailesiyle ilgili bir hikâye anlatmıştı.
Çorbalarıyla ünlü bir lokantacı, babasını çocukken köyden getirmiş.
Hem bir evladı gibi sevip yetiştirmiş hem de meşhur bir usta yapmış. En sonunda da ortak…
Bu sayede ev bark sahibi olmuş… Ayrıca çoluk çocuk da bu dükkân üzerinden adam sırasına karışmış…
Ne var ki bir gün mal sahibi hakkın rahmetine kavuşur.
Etraftan kendisine, “Zaten işleri sen yapıyordun. Adam da öldü. Ne diye ayrılmıyorsun?” diye akıl vermeye başlarlar.
Ama o, bunları pek umursamaz.
Başını iki elinin arasına alıp düşünür. Biraz vicdanını yoklayıp eski yoksulluğunu göz önüne getirir. Bu hesap kitap neticesinde, hakkının hiç yenmediği kanaatine varır.
Ve net bir şekilde kararını verir:
Eski dükkân sahibinin ailesi ile işe devam…
Öğrencim, anlatırken öyle mutluydu ki… Gıpta etmemek elde değil.
Bütün bunlar şunu gösteriyor:
Eğer birlikte yaşamanın sağlıklı ve devamlı olması isteniyorsa, adâlet ilkesinin hayatın her alanına nüfuz etmesi gerekiyor. Yoksa husumetler, kinler, kavgalar, ayrılıklar, kan ve gözyaşları, yıkımlar, anarşi ve terör kaçınılmaz olur.
Tarih bunun en iyi şâhididir.
Aklını kullananlar, mutlaka bundan ders alır!
İsterseniz, bir de şu demokrasiyi ele alalım…
Bilen de bilmeyen de, demokrasinin toplumu ayakta tutacağını söylüyor.
Fakat hiç kimse, “Hangi toplumu?” diye sormuyor.
Toplumu bir açıdan binaya benzetebiliriz. Fertleri de bu binayı meydana getiren malzemeler.
Malzemeler çok kaliteli olsa bile, bunun sağlam olması ve tehlikelere karşı dayanabilmesi için neler lazım değil ki?
Başta iyi bir plân ve proje… Mimar, usta… Bir de bu malzemeleri bir arada tutturacak ara malzemeler…
Bu noktada soralım…
-Fertler demokrasinin gereği olan fazîlet (erdemlilik) eğitiminden geçtiler mi?
-Hayır?
Buna kimse müsaade etmez… Çünkü bu eğitim de “hikmet, iffet, şecaat ve adâlet” söz konusu.
-Kim diyor, bunları?
Kim olacak? Ta eski Yunan’da, bu demokrasiyi icat eden filozoflar diyor… Sokrates ve talebeleri başta olmak üzere…
Hatta bu konuda daha ileri şeyler söylüyorlar…
Diyorlar ki, eğer bu esasları eğitiminizin temeli yapmazsanız, demokrasi cahiller idaresi olur…
Devleti ayakta tutan millettir. Ama bunlar birbirlerine olan güveni kaybederse… Hele de devlet kendisini milletten korumaya çalışır, kuralları buna göre koyarsa… O zaman seyreyle gümbürtüyü…
Bu biraz da demokrasiden ne anladığınıza bağlı. Eğer demokrasi için gerekli olan eğitim verilmezse, aynı demokrasi cahiller idaresi haline gelir ve toplum param parça olabilir. Bugün ülke olarak, maalesef, hala bunun farkında değiliz.
Burada benim hakkım yenmez, diyebiliyorsa…
Konuyla ilgili bir hatıramızı aktarmak isteriz…
Bir zamanlar bir öğrencim, “hak” meselesi konuşulurken babasının hikâyesini anlattı.
Büyük şehirlerimizden birinin merkezinde, meşhur bir çorba lokantaları varmış. Müşterileri o kadar çokmuş ki, oturacak yer bulmak bile bazen mesele oluyormuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...