Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

20 Kasım 2024

ABDİ HOCA (ABDURRAHMAN HİLMİ BİLİCİ)

              Bu yazı ilk kez sitemizde yayınlanmaktadır. Çok yakında çok daha değişik Kumrumuzla ilgili yeni araştırmalar sitemizde yerini alacaktır. 24.02.2005-Bekir Akkaya 

Ahmet Çapku Hoca'mızın Kaleminden!

 


ABDİ HOCA (ABDURRAHMAN HİLMİ BİLİCİ)

Kumru'da Bir Türkiye Alimi

Abdi Hoca Kumru ve civarında yetişmiş, saygı görmüş en önemli şahsiyetlerden biridir. Onun tahsili, ilim hayatı ve çevresinde kümeleşen insanlara olan hizmeti başlıbaşına bir araştırma konusudur. Muttaki bir âlim, kendini iyi yetiştirmiş bir muallim ve önden yürüyen bir kılavuz olmuş insanımıza.

            Hocamızın hayatı aslında şimdiye kadar kaleme alınmalı ve en azından bizim kuşağa ve bizden sonra gelenlere onun hakkında sağlıklı bilgi ulaştırılmalı idi. Araştırabildiğim kadarıyla bu konuda yapılmış derli toplu bir çalışmaya henüz rastlayabilmiş değilim. Abdi Hoca’nın hayatı ile ilgili birbirini tutmayan pek çok söylenti ortalıkta dolaşıyor. Yapılması gereken, bütün bu rivayetleri toplayıp tahlil etmek ve sağlıklı bir biyografi ortaya koymak idi. İşte Hoca Efendi ile ilgili benim burada yapmaya çalıştığım şey de bu olmuştur.

           Her şeyden evvel, Abdi Hoca ile ilgili bilgi toplama esnasında yardımlarını gördüğüm başta Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici ve torunları Ahmet Bilici ve Ziya Bilici başta olmak üzere hocanın yeğeni Hüseyin Eviş, talebeleri Cemal Çaya, Ahmet Hocaoğlu ve Ali Peru’ya teşekkürlerimi arzederim. Yine bu çalışma ile ilgili olarak maddi ve manevi anlamda beni desteklemiş, yardımlarını esirgememiş olan Bekir Akkaya ve Ekrem Saygı beylere müteşekkirim.

           Abdi Hoca’nın soyu ve doğumu:

           Abdi Hoca’nın dedeleri aslen Tokat’lıdır. Tokat’ta dedeleri Mustafa Efendi isimli bir âlimdir. Adı geçen Mustafa Efendi’nin Derviş isimli bir kardeşi de vardır. Abdi Hoca’nın soyu, adı geçen Mustafa Efendi’nin oğlu Hasan Efendi, onun oğlu Abdurrahman Efendi, onun oğlu Hasan Efendi [Abdi Hoca’nın babası] şeklinde gelir. Abdi Hoca [Abdurrahman Hilmi BİLİCİ] Hasan Efendi’nin üç çocuğundan biridir. Şecerede adı geçen kişilerin hemen tamamı âlim insanlardır. Abdi Hoca’nın annesi Fizme’li Hafize Hanımefendidir [Nüfus cüzdanında Hanife]. Abdi Hoca normalde dört kardeş imiş ancak biri küçük yaşlarda vefat etmiş. Geriye Abdi Hoca, Hacı ve Osman isimli kardeşler kalmış. Osman uzun yıllar Abdi Hoca’nın yanında misafirlere hizmet etmiş. Hoca’nın

soyu İncevelioğulları’ndan gelir. Nitekim Hoca’nın nüfus kağıdındaki soyadı da aynı şekilde İncevelioğlu şeklindedir. Hoca’nın ‘nüfus hüviyet cüzdanı’ndaki bilgilerde şunlar kayıtlıdır: T.C. Nüfus kimlik no: 51. Seri no: 078458. Aile ismi, yani lâkap ve şöhreti: İncevelioğlu. Adı: Abdurrahman. Babasının adı: Hasan. Anasının adı: Hanife. Doğum yeri: Fizmei Süfla [Aşağı Fizme]. Doğum tarihi: 1279. Dini: İslam. Mezhebi: Hanefi. Meslek ve içtimai vaziyeti. [boş, herhangi bir bilgi yok]. Medeni hali [*]: Evli. Boy: Orta. Göz: Ela. Renk: Buğday. Vücutça sakatlığı veya noksanlığı: Tam. Nüfus Kütüğüne Yazılı Olduğu Yeri. Vilayeti: Ordu. Kazası: Fatsa. Nahiyesi: Kumru. Mahalle veya köyü: Fizmei Süflâ. Sokağı: [boş]. Hane no: 96. Cilt no: 32. Sahife no: 136. Ne suretle verildiği: Zayiden verildi. Bu nüfus cüzdanında adı ve hüviyeti yazılı olan Abdurrahman Türkiye Cümhuriyeti vatandaşı olarak nüfus kütüğünde kayitlidir. Bu cüzdan Fatsa nüfus idaresinden verilmiştir. 27. 9. [1]935. Mühür. İmza. [Nüfus cüzdanına Osmanlıca el yazısı ile şu kayıt düşülmüş: Peder Hoca Efendi’nin vefatı: Eylül Salı günü. Sene 1957][1]

  Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici, babasının hicri 1278 yılında dünyaya geldiğini fakat bu konuda Abdi Hoca’nın, Çitliceli Osman denilen biri ile aynı yaşta olduklarını söylediğini ifade eder. Adı geçen Osman ise 1280 doğumlu imiş. “Sene binikiyüzseksen / Dünyaya geldi Osman” şeklinde tarih düşülmüş Osman’ın doğumu ile ilgili. Buna göre Abdi Hoca acaba doğumundan iki yıl önce mi nufusa kaydedilmiştir sorusu gündeme gelmektedir.

             Çocukluğu:

             Fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen küçük Abdurrahman’da ilim sevgisi doğuştandır. Öyle ki, tarlada öküzler ile çift sürülürken o, eğesin bir yanında bıraktığı kitabı, öküzlerin önünde giderken ezberler, eğesin tekrar başına geldiğinde ne derece ezberlediğini orada kitaba bakarak kontrol edermiş. Tarlalara giderken ve mahalle içinde dolaşırken mahalleli onu ders çalışırken görürmüş.

             Tahsili:

             İlk hocası Findekse Müftüsü Mustafa Efendi’dir. Biraz sertçe biri olan bu hocadan yaylalarda okumuş Abdi Hoca. Daha sonra Kumru’ya gelmiş okumak için. Cemal Çaya’nın ifadesine göre Kumru’daki hocası, Hocazadelerden Halil Efendi[2] denilen şahısların babası müderris Mehmet Efendi’dir.[3] Abdi Hoca fakir bir talebe olarak oraya okumaya gelir ince [tirit] bir yorgan ile. Fakirlik o derecededir ki, Abdi Efendi’nin getirdiği bu ince yorganı medresenin açık duran girişine soğuk girmesin diye koyarlar. Yine Cemal Çaya hocanın söylediğine göre, o zamanlar hocalara düşmanlık bileyen [hasim] kişiler türemiştir etrafta. Müderris Mehmet Efendi, evladım beni burada vuracaklar! İyisi mi sen buradan Ünye’ye, Hacı Yusuf Efendi’ye git, diyor Abdi Efendi’ye. Ve Abdi Hoca okumak için Ünye medresesine gidiyor. Fakat Hacı Yusuf Efendi’ye emsile, bina gibi Arapça dersleri ilk önce Abdi Hoca okutmuş. Ancak sonraki zamanlarda Abdi Hoca, fakirlik sebebiyle Fizme’nin Avdullu mahallesinde Abdaloğulları denilen kişilere hizmetçi olarak durmuş ve bu arada Hacı Yusuf Efendi okuyup âlim olmuş. Nihayet Abdi Hoca Yusuf Efendi’ye talebe olmuş, yaklaşık yirmi sene kadar ders ve ardından icazet almış. Bu sıralarda yaşı tahmini olarak otuz civarındadır. Ünye’de ders aldığı Of’lu Hacı Yusuf Efendi aynı zamanda Abdi Hoca’nın şeyhidir tasavvuf yönünden. Abdi Hoca, oğlu Hakkı Bilici’ye günün birinde şöyle bir hatırasını anlatmış: “Ben Ünye’de derslerimde epey ilerlemişken bir gün şöyle düşünüyordum. Gideyim de Fizme’ye medrese açayım. Ben böyle düşünürken hocam dizime küt diye vurdu ve ‘o medreseyi senin başına yıkarım! sen biraz daha okuyacaksın’ dedi.” Hüseyin Eviş’in nakline göre adı geçen Yusuf Efendi ile Abdi Hoca bir ara Çorum’a imtihana giderler. Bu imtihan neticesinde Abdi Hoca, ben Fizme’ye medrese açacağım diye karar verir. Bunun üzerine Yusuf Hoca: “Ey Fizmeliler! Ben size kutup gönderiyorum değerini bilin!” diye haber göndermiş.

İlim hayatı:

Ünye’den icazet aldıktan sonra Fizme’ye gelen Abdi Hoca, daha önceden Çakıllı’da var olan medreseyi biraz onarttıktan sonra orada talebe okutmaya başlar. İlk yıllarında Findekse Müftüsü Mustafa Efendi, Abdi Hoca’ya bir takım fetvalar yazıp cevaplar ister. Böylece onun ne derece âlim olup olmadığını denetler. Nihayet Abdi Hoca’nın hakikaten iyi yetişmiş biri olduğunu anlayınca etrafındakilere “artık ona gidip fetvalarınızı sorabilirsiniz” der. Abdi Hoca Fizme’de daha önce var olan ve tamir görerek yeniden açılan medresede uzun yıllar talebe okutur. Hocanın Akdana [veya Akdâne ?] denilen yerde de bir medresesi açılır. Böylece Abdi Hoca yazın yaylada kışın ise Fizme’de talebe okutur. Akdana güzdesi denilen yerde Abdi Hoca, Ünye’den hocası Hacı Yusuf Efendi ile birlikte talebelere icazet [diploma/yeterlilik belgesi ?] verirler. O zamanlar bir talebenin icazet alabilmesi için onbeş yıl okuması gerekirmiş. Abdi Hoca bu şekilde iki icazet vermiş talebelerine. Buna göre Hoca Efendi otuz yıl talebe okutmuş demektir. Bir de medreselerin 1924’te kapatılmasından önce iki yıl kadar bir talebe okutma hayatı daha vardır Abdi Efendi’nin. İki yıl okuyanlar da icazet almışlar fakat onların tahsil hayatı, kendilerinden önce onbeş yıl okuyup da icazet alanlara nispetle elbette çok cüz’idir. Hasılı Abdi Hoca üç icazet vermiş talebelerine ancak asıl icazet onbeş yıl okuyup da icazet alanlarınki olmalıdır.

                Birinci cihan harbi yıllarında Hoca’nın medresesine asker kaçakları doluşur bir ara. Zira o zamanlar medresede okuyanları askere almazlarmış. Belki de bu karışıklığı önlemek için veya başka sebeplerden dolayı medresede ilim hayatı birinci cihan harbi yıllarında biraz tatile uğramış. Nihayet İstanbul hükümeti ile Ankara’da kurulan yeni hükümet arasında payitahtın neresi olacağına dair tartışma çıkınca Abdi Hoca ile birlikte Türkiye’nin pek çok yerinden tanınan âlimleri Ankara’ya çağırmışlar. Abdi Hoca diğer âlimler ile birlikte İstanbul’un işgal altında olduğunu, dolayısıyla payitaht’ın Ankara olması gerektiğine dair fetva vermişler. Sonraki yıllarda kapanan medrese tekrar açılır. Abdi Hoca iki yıl boyunca medresede ciddi bir tedrisat yapar. 1924’te ise medreseler kapatılır. Medreselerde eğitim veren müderrisler, bir ara maaş istemişler zamanın hükümetinden. Abdi Hoca istememiş ancak bir zaman sonra Abdi Hoca’ya yirmi lira maaş gelmiş. Medreselerin kapanması sonrasında Abdi Hoca’yı Ankara’ya ya Diyanet İşleri reisi olması ya da Diyanet’te etkin bir görev alması için davet ederler ama o bunu kabul etmez. Daha sonra Fatsa’da vaiz olmasını istemişler. Abdi Hoca bu teklife sıcak bakmış fakat bir Cuma günü Fatsa’da bir camide vaaz verirken Cuma namazına gelen memurların mesai saati geldiği için camiden çıkıp işbaşına dönmeleri üzerine Abdi Hoca “böyle olmuyor!” deyip bu görevi de kabul etmekten uzak durur.

                Abdi Hoca’nın ders verdiği medrese resmi bir eğitim kurumudur. Zaman zaman teftiş de edilir. Medreselerin kapatılması sonrasında Abdi Hoca, medresede talebe okutmamış. Zira o “hükümeti saymak mecburiyetindeyiz” görüşünü her fırsatta dile getirmiştir. Ancak Hoca’yı çekemeyenler bir keresinde onu şikayet etmişler, Abdi Hoca medrese okutuyor diye. Müfettişler gelmişler Fizme’ye. Bakmışlar Hoca ve bir kaç talebe. Ne oluyor, ne yapıyorsunuz diye sorduklarında Abdi Hoca, bu gördüğünüz gençler benim evimi tamir için buradalar, ben onlara ders falan vermiyorum, diyerek gelenleri başından savar.

  Medreselerin kapanması neticesinde Hoca boşta kalır. Fakat o ölümüne kadar irşat faaliyetlerine devam eder. Zira hocayı etraftan çok tanıyan vardır. Tokat, Ünye, Terme, Korgan, Kumru, Akkuş ve civar köyler Abdi Hoca’yı alıp ondan ilim ve feyz almak için adeta yarış ederler. Böylece Hoca, gideceği yerleri taksim eder, gittiği yerlerde onbeş gün veya bir ay kadar kalır, oralarda ders ve zikir halkaları oluşturulur, vaazlar verir. Dolayısıyla Abdi Hoca etrafta tanınan ve çok sevilen biridir.

  Talebeleri:

   Abdi Hoca’dan ilk icazet alan talebeleri tespit edebildiğimiz kadarıyla şunlardır: Hacı İmamoğlu Salih Efendi [şimdiki Korgan Müftüsü’nün dedesi]. Fizmeli Tısko Ali Hoca [Dişçi Naci’nin dedesi]. Kostağın Ali Hoca. Çatak mahallesinde Haseko Ömer Hoca. Bunlar ilk icazet alanlar. İkinci dönem icazet alanlar ise Kösebucaklı Müezzino Hasan Hoca, Çitlice’de Kır Hoca. Üçüncü dönem icazet alanlar ise Korganlı Kiraz Hoca, Abdi Hoca’nın oğlu Said Hoca, Hacı Talib’in Fahri, Çokdeğirmenli Muhtar İsmail. Belalan’dan yedi sekiz kadar talebe ve Cemal Çaya. Yine hangi dönem talebelerinden olduğunu bilemediğimiz Davşano Aziz Hoca ile Server Hoca da bu listeye dahildir. Fakat üçüncü dönem icazet alanlar sadece iki yıl kadar okuyabilmişlerdir. Ardından medreseler kapanır.

                Abdi Hoca kendi çocuklarına da bir miktar ilim öğretmiştir. Mehmed Said medresede okumuş iken Hakkı ve diğer kardeşlerine de bir sene kadar medresede Arapça okutmuş Hoca. Medreselerin kapanması sonrası Hoca’nın çocukları evde evde gizlice ders alır. Abdi Efendi kızlarına da Kuran ve Arapça dersleri verir.

 Askerliği:

 Abdi Hoca askere gitmemiştir. Askerlik çağı gelince Hoca Samsun’da sınava girer. Birçok hoca, askere gitmemek için sınava girmek üzere gelmiştir oraya. Zira müderrisler /ilim ehli askere alınmaz o tarihlerde. Pek çok hoca sınavı veremeyeceğiz diye endişe ederken Abdi Hoca sınava girer ve kazanıp çıkar. Fakat sonraki yıllarda “askerlik bize nasip olmadı”, “keşke askere gitseydim!” diye dert yanarmış Abdi Efendi.

  Evliliği:

  Hocanın evliliği ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz Hakkı Bilici ve Cemal Çaya’nın verdiği bilgiler bazen birbiri ile çelişiyor. Bu konuda bize bilgi aktaranların görüşlerini yorumlamaksızın sizlere nakletmek isterim. Hakkı Bilici şunları söylüyor konu ile ilgili olarak: “Babam otuz yaşlarına kadar Ünye’de okumuş. Bu yaşa kadar evlenip evlenmediğini bilmiyorum. Babam fakir olduğu için evleneceği kızın evine bir ara hizmetçi durmuş. Ben babamın birinci hanımını hatırlamıyorum. İkinci hanımı Pelitli Mahallesi’nden idi ve bu kadın verem hastalığından vefat etti. Babamın ikinci hanımından iki kızı olmuş. Annelerinin vefatı sonrası bu çocuklar da ölmüşler. Birinci hanımı henüz hasta ve hayatta iken babam benim annemi almış Çokdeğirmen’den. Babamın meşguliyeti artınca üçüncü hanımını almış ve onunla evli iken babam vefat etti. Benim annem [hocanın ikinci hanımı] 1945’te vefat etti. Üçüncü hanımı ile babam otuz kırk yıl kadar evli kaldılar. Hocanın ilk hanımından hiç çocuğu olmamış. İkinci hanımından iki kızı olmuş. Üçüncü hanımından diğer çocukları dünyaya gelmiş. Çocuklarının adları, Mehmed Said, Hasan Sabri, Ahmed Hakkı, Abdullah. Kızları Emine Sıddıka [Sarıhan], Ayşe Nuriye [Alanlı]. Diğer bir çocuğu ise Naci. Babamın iki de oğlu ölmüş. Daha önceden ölen var idi ise bunları ben bilmiyorum.” Cemal Çaya ise konuyla ilgili olarak şunları söylüyor: “Hocamız üç defa evlenmişti. Abdi Efendi Çokdeğirmenli bir hanım ile evlenmişti. Evleneceği kadına başka yerden nişana geliyorlar. Fakat kadın ‘ben hocayla evleneceğim’ deyip evden kaçıyor ve evlerinin yakınında bir ağaca çıkıp saklanıyor. Dolayısıyla o kadına nişan takmaya gelenler elleri boş dönüyorlar. Hocamız daha sonra, nişan takmak için gelenlerin masraflarını ödeyip bu kadınla evleniyor. Bu kadın genç yaşta vefat etmiş ve hocanın bu evlilikten Said, Sabri, Hakkı ve iki tane de kızı olmuş. Hocamızın ikinci hanımı Çakıllı’dan. Üçüncü hanımı ise Findekse’den. Hocamız üçüncü hanımı ile evli iken vefat etmişti. Yalnız hocamız şunu söylerdi: ‘Altı çocuk dünyada var[dı]. Dört tane de öldü [idi]. Ben ne yapacağım Ya Rabbi dedim. Cehennemin yedi kapısı var, üçü açık kaldı! Ben buradan gidersem ne yapacağım, dedim. Allah ölenleri yediye tamamladı. Böylece cehennemin yedi kapısını da kapattık! Sonra dünyada olanlar beş oldu. Toplam oniki. Ulan dünyada kalanların ne faydası var bana! Ahirete gidenlerin faydası var!’ derdi.” Abdi Hoca’nın torunu Ahmet Bilici’ye: “Hocamız üç evli imiş, bu konuda bilginiz var mıdır?” diye sorduğumuzda biraz da esprili bir üslupla: “Belki daha fazla evlidir” diye söze başlıyor ve en son evlendiği Findekse’li Zekiye hanımdan hiç çocuğu olmadığını, bu hanımefendinin kocası ölünce Abdi Hoca ile evlendiğini, Abdi Hoca da vefat edince baba evine döndüğünü ifade etti. Kendi babaannesinin Beyceli’den Sarıkadoğullarından Zeynep isimli bir hanımefendi olduğunu, Çokdeğirmenli hanımefendinin adının Fatma olduğunu söyledi. Fatma hanım, Zeynep hanımdan daha önce vefat etmiş. Abdi Hoca’nın en son hanımı ise Findekseli [Yeni Pınarlı] Zekiye hanımdır. İlk hanımı Fatma’dan Abdi Hoca’nın önceleri çocuğu olmamış. Bunun üzerine Abdi Hoca Zeynep hanım ile evlenmiş fakat bu evlilik üzerinden fazla zaman geçmemiş ki ilk hanımı Fatma’dan Said, Sabri, Hakkı [halen sağ, Korgan’da ikamet ediyor] ile Nuriye ve Sıddıka isimli beş çocuk dünyaya gelmiş. Zeynep hanımdan ise Abdullah dünyaya gelmiş. Böylece toplam altı çocuk olmuştur.

 Buna göre Abdi Hoca’nın Çokdeğirmenli hanımı Fatma’dan Mehmed Said, Hasan Sabri, Ahmed Hakkı isimli oğulları ve Emine Sıddıka [Sarıhan], Ayşe Nuriye [Alanlı] isimli iki kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Önceleri çocuğu olmayan fakat sonradan beş çocuğu olan Fatma Hanımefendi 1945 yılında vefat etmiştir. Beyceli’li Zeynep Hanımefendi’den Abdullah isimli bir oğlu olmuş Hoca Efendi’nin. En son hanımı Findekse’li Zekiye Hanımefendi’den ise hiç çocuğu olmamış ve Hoca Efendi, Zekiye Hanım ile evli iken vefat etmiştir. Kocasının vefatı üzerine bu Hanımefendi babaevine dönmüştür.

  Medrese Sancağı ve Şapka Kanunu:

  Abdi Hoca’nın medresesine ait olduğu söylenen sancak ile ilgili epey söylenti var halk arasında. Bu söylentilerden biri Hüseyin Eviş’in nakline göre Mırızo Ömer Hoca’dan gelir. Buna göre Üsküdar Zeynep Kamil Hastanesi’nde iki veya üç kadın doğum yapar. Dünyaya gelen çocuklardan biri erkektir. Üç çocuğun birbirine karıştırılması neticesinde hangi çocuğun hangi anneye ait olduğu belirlenemez ve her kadın erkek çocuğa sahip çıkmak ister. Diyanet’e sorarlar fakat tatmin edici cevap alamazlar. Trabzon tarafında bir âlime sorulur o da bu meseleyi Abdi Hoca’ya havale eder. Abdi Hoca yazdığı fetvada, çocukların göbek aralarının ölçülmesi ve anneler ile kıyas edilmesi şeklinde bir çözüm yolu önermiş ve bu işleme göre çocukların hangi anneye ait olduğu belirlenmiş. Bunun neticesinde de Abdi Hoca’ya başarı belgesi olarak sancak verilmiş. Söylentinin biri budur. Diğeri ise şapka ile ilgilidir. Şapka kanunu çıktığında Mustafa Kemal Abdi Hoca’yı çağırır ve şapkayı hocanın başına koyar. Sonra da: ‘Hoca sen şimdi kafir oldun mu?’ diye sorar. Abdi Hoca, ‘Hayır Paşam, ben kafir olmadım’ der. Bunun üzerine Mustafa Kemal, şapkayı alır kendi başına koyar ve, ‘Hoca ben şimdi kafir oldum mu?’, diye sorunca Abdi Hoca, ‘Evet Paşam sen kafir oldun!’, der. Hayrete düşen Paşa, ‘Nasıl olur Hoca’, der. ‘Sen başına koyunca kafir olmuyorsun da ben koyunca mı kafir oluyorum!’ Bunun üzerine Abdi Hoca, ‘Efendim siz devletin başısınız. Benim başıma siz koyuyorsunuz bunu. Ben kendi isteğimle koymuyorum. Fakat sizi icbar eden yok. Kendi isteğinizle koyduğunuz için siz olursunuz’ deyince bunun üzerine Abdi Hoca’ya Paşa sancak verir. Hüseyin Eviş, “Şapka meselesi üzerine Abdi Hoca’ya sancak verilmesi meselesini tam bilmiyorum ama bu hadisenin Trabzonlu âlim Hacı Ferşat Efendi ile Mustafa Kemal arasında geçtiğini söyleyenler de var” demişti bana ki, bu gerçekten doğru bir tespittir. Bu konuda Dücane Cündioğlu’nun yazdığı Arasokakların Tarihi isimli eserin 138-139. sayfaları arasında bu hadise bütün teferruatıyla anlatılır.[4] Bir başka söylenti ise Mustafa Kemal birçok âlimi çağırtır. Kapının altında eşiğe Kur’an’ı koydurur. Hocalar oradan geçerler. Geçenlerin kafası da gider… Abdi Hoca ise oradan geçmez ve bunun üzerine Paşa, ‘işte gerçek âlim bu kişidir’ der ve ona sancak verir. “Bütün bunlar uyduruk hikayeler, aslı astarı yoktur. Sancak medreseye ait idi ve II. Abdülhamid döneminden kalmaydı” diyor Hakkı Bilici. Mezkür sancak şu anda Abdi Hoca’nın torunu Abdurrahman Bilici’dedir. Abdurrahman beyden aldığımız bilgiye göre sancak 100X70 ebatında sim ile Fetih Suresi’nden ayetler yazılı ve “Hüseyin Efendi’den Abdi Hoca’ya armağandır” şeklinde bir ibareyi muhtevi imiş. “Bu da gösteriyor ki, sancak gerçekte resmî falan değil şahsî bir armağan görümünde” diyor Abdurrahman bey.[5] 

 Şapka kanunu çıkınca Fatsa esnafı Abdi Hoca’ya gelmişler bu şapkayı başımıza koyalım mı ne dersiniz diye. Hoca da, şapkayı başınıza koyarsanız dinden çıkmış [gavur] olmazsınız. Zira hükümete itaat Allah’a itaattir, demiş ve onlara bu konuda cevaz/izin vermiştir. Nitekim Abdi Hoca, özellikle şehre girerken başına şapka giymeyi ihmal etmez.  Ahmet Bilici şunları naklediyor: “Şapka kanunu çıktığında müderris olanlara sarık serbest imiş ama dedem müderris olduğu halde kasketi heybesine koyar, şehire indiğinde onu başına koyarmış. Demişler ki, hocam, sarık size serbest niçin takmıyorsunuz? Oğlum, dermiş dedem de, cahilin biri gelir beni bu halimle görür ve başa sarık koymanın normal olduğunu zannederek başına sarık koyar da başı belaya girer. Bu durumda ben bir şekilde fitneye sebep olmuş olurum. Hükümete uymak gerekir dermiş. Dedem bu işlerde hassas biri imiş. Zira o devirlerde devlet-millet bütünleşmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç varmış. Dedem de milleti kasket ile oyalamak doğru değil, birlik olmak lazım diye düşünürmüş. Bundan dolayı şehire veya kalabalık bir yere giderken kasketini takarmış.”

  Tasavvufi hayatı:

  Abdi Hoca’nın hayatında Of’lu Hacı Yusuf Efendi’nin önemli bir yeri olduğu şüphesizdir. Hakkı Bilici babasının şeyhinin mezkür zat olduğunu söyler. Nitekim Hacı Yusuf Efendi, medresede iken talebelerine hatim [tarikat dersi] yaptırırmış. Abdi Hoca’nın talebeleri, hocam sen niçin bize ders yaptırmıyorsun, diye talepte bulunurlar. Bunun üzerine Hoca, pekiyi size ders yaptırayım, diyerek onların bu talebini geri çevirmez. Hatmi dağlarda yaparlar. Zira toplanıp zikir halkaları oluşturmak o zamanlar yasaktır. Bu şekilde Abdi Hoca, kendisine ders almaya gelenlere ders verir. Özellikle ilerleyen yıllarında ders için kendisine gelenlerin bir kısmını Açıkbaş Ömer Efendi denilen talebesine gönderir.[6] Hüseyin Eviş ise Abdi Hoca’nın Nakşibendi Tarikatının Halidi koluna bağlı biri olduğunu ve şeyhinin Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin Efendi olduğunu ifade eder. Samsunlu Mustafa Bağışlayıcı’nın Abdi Hoca’nın müridi olarak onun derslerini ölünceye kadar devam ettirdiğini söyler. Yine Abdi Hoca, ben ölünce bu dersinizi Korganlı Aziz Hoca ile devam ettirin, dermiş. Ahmet Hocaoğlu ise “Abdi Hocamız tarikat şeyhi değildi. Gümüşhaneviye bağlı olabilir. Kendisine irşat görevi verilmemiş fakat ders vekili olabilir. Halk arasında Abdi Hoca’nın şeyh olduğuna dair söylentiler doğruyu yansıtmaz. O sadece ders vekili olabilir ki buna bugün halife deniliyor tasavvuf literatüründe. Kaldı ki Abdi Hoca, ben tarikat şeyhiyim diye ortaya çıkmış da değildir” şeklinde bir görüş beyan eder. Nitekim Cemal Çaya da benzeri ifadelerle aynı hususa dikkat çekerek: “Hocamız Nakşibendi Tarikatına bağlı idi. Şeyhi ise Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin Efendi. Bir de Hacı Yusuf Şevki Efendi var fakat hangisi önceki şeyhidir bunu bilemiyorum. Hocamız burada halife olarak ders verirdi. Kendisine ait rabıta yaptırmaz şeyhine işaret ederdi. Zikir halkaları oluşturulurdu. Hocamız bunu vefatına kadar devam ettirdi. Yasak döneminde herhangi bir takibata da uğramadı.” demektedir.

                 Kerametleri:

    Abdi Hoca ile ilgili olarak halk arasında konuşulan keramet türünde hadiseler sayılamayacak kadar fazladır. Ben burada sadece birkaçını numûne olarak aktarmak isterim. Ahmet Bilici anlatır: “Bizim burada Korgan’da Durali köylüleri bir gün dedemi ziyarete giderlerken yolda bir yılan öldürürler. Onlar dedemin yanına vardıklarında daha herhangi bir konuşma aralarında geçmemişken dedem onlara, oğlum o hayvanın size ne ettiği vardı, niçin onu öldürdünüz demiş. Yine Korgan’da eskiden Cemal Başkatip diye biri vardı. Adliyede yazı işleri ile uğraşırdı. Bir gün Fatsa’dan yanında savcı, hakim gibi önde gelen kişilerde Korgan’a gelmişler. O, yanındaki hakim ve savcıya, haydi falan köyde saygın bir hoca var Abdi Hoca denilir onu ziyaret edelim demiş ancak savcı falan gelmek istememişler. Her nasılsa bir şekilde dedemi ziyarete gitmişler. Hepsi de dedemin yanına varıp tanışmışlar, eline varmışlar. Cemal Başkatip dedemin eline varınca dedem ona, oğlum gelmek istemeyenlere niçin ısrar ettin, demiş aralarında geçen mevzu henüz anlatılmadığı halde. Cemal Başkatip yakın tarihte vefatına kadar bunu anlatırdı.” Ahmet Bilici, dedesinin kerametleri ön plana çıkarılarak onun tanıtılmasını tasvip etmiyor ve “teknolojinin geliştiği bir çağda insanlara yanıltıcı sözler söylemek doğru değil. Nedense bizim milletimizde bazı insanlarda keramet görme eğilimi var maalesef” diyerek bu konuda tepkisini ortaya koyar. Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici ise babasının keramet ehli biri olduğunu kabul eder ve babasının normal olarak hacca gitmediğini ve fakat pek çok defa babasını hacda görenler olduğunu ifade eder. Buna göre “babam belki bedeni olarak değil ama rûhen gitmiş olmalı” diyor. Nitekim konuyla ilgili olarak bir keresinde Abdi Hoca onlara şöyle bir hikaye anlatmış: Adamın birinin kölesi varmış. Adam hacca gitmiş. Hacca kendisiyle kölesi gitmediği halde kölesini hacda görmüş ve geri dönünce kendisini ziyarete gelenlere, esas hacı bu demiş kölesini işaret ederek. Ben ayağımla gittim o ise ruhuyla gitti demiş.[7] Nitekim Hakkı Bilici’ye göre Hoca’yı Kore’de [Kore Harbi’nde] görenler de vardır. Cemal Çaya da, “Hocamızı Kore’de görüp de kendisini zayerete gelen biri hocamıza, hocam ben sizi Kore’de gördüm ve sizinle görüşecektim deyince hocamız, sus sus diyerek onu konuşturmuyor bu konuda” der. Yine Abdi Hoca bir gün Absüt yaylasından yanında talebeleri ile birlikte dönerken herhangi bir sebep yokken başından sarığı çıkarır. Yanındakiler Hocam, hava soğuk sarığınızı niçin çıkarıyorsunuz, diye sorduklarında o, siz karışmayın jandarmalar geliyor der. Biraz sonra aşağıdan yukarıya doğru gelen jandarmalar görünür. Hüseyin Eviş’in nakline göre bir gün ‘Hacı Yusuf Efendi buraya geliyor’ demiş Abdi Hoca. Gerçekten de Hacı Yusuf Efendi, ‘Ben Hoca Efendi’nin yanına gidiyorum bir diyeceğiniz var mı?’ demiş yanındakilere. Onlar da selam yollamışlar. Hacı Yusuf Efendi biraz geç varmış Abdi Hoca’ya. Gelince Abdi Hoca ona, ‘Yusuf Efendi sana yolda bir diken takıldı’ demiş. O da, ‘Hocam Karapuvar’da [Karapınar] Hacı Fahri beni içeri aldı’ deyince Hoca, ‘ben anladım zaten sana bir diken takıldığını’ demiş. Meclis biraz kalabalıklaşınca Abdi Hoca, ‘Ulan Hacı Selim de geliyor’ demiş. ‘Fakat o ırmaktan geçerken karısını sırtına aldı da onu beri tarafa geçiriyor’ diye ilave etmiş. Hacı Selim oraya gelince “Ulan Selim niçin geç kaldın” deyince o da, ‘Hocam karıyı ırmaktan sırtımda geçirdim onun için geç kaldım’ demiş. Buna göre Abdi Hoca kimse bir şey söylemeden onların hallerini olduğu gibi onlara söyleyen bir alim imiş.

  Buna benzer bir hatırayı da Ali Peru hoca nakleder: “Yaylada Sarıçiçek’ten okumaya gidiyorum Hoca Efendi’ye. Yolda giderken dersimi kontrol ediyorum. Bilemediğim yerleri açıp bakıyorum Kur’an’dan. Çağman yaylasından geçiyorum. Her gün Hocama okumaya gidiyorum. Nihayet Hocama vardığımda o bana, “Molla Ali, gelirken Kur’an’ı açıyorsun, yumuyorsun, açıyorsun, yumuyorsun yahu ne yapıyorsun anlayamadım. Yengene, senin gelirken Kur’an’ı açıp yumduğunu, şimdi de gelmek üzere olduğunu söyledim ki sen kapıda göründün.’ Hocamız böyleydi, kerametleri zahir [açık] idi” der. Yine Ali Peru’nun nakline göre, Abdi Hoca’nın müritleri de bu tür hadiseler yaşarlar ve gördükleri harikulade halleri anlatmak istediklerinde Abdi Hoca onlara kızar ve “konuşmayın, susun!” der, onların bu tür hadiseleri anlatmasına iyi gözle bakmazmış. Ancak Ahmet Hocaoğlu, Abdi Hoca’nın kerametlerinin ön plana çıkarılmasına sıcak bakmayarak  konuyla ilgili şunları dile getirir: “Hocamızın kerametleri konusunda şunları söylemek isterim. İmam Kuşeyri der ki: ‘keramet, bir insanın büyük günahı terk etmesidir.’ Bunun dışında tayy-i mekan vesaire İslam’da yoktur. Şeyh uçmaz mürit uçurur derler. Halk da Hocamıza olan sevgisinden dolayı bu tür keramete ilişkin menkibeler söyleyip duruyor. Halbuki kerametle ilgili söylentiler Hoca’ya artı bir şey getirmez. Aksine Hocamızın büyüklüğü samimiyetinde, ihlasında ve halkımız üzerindeki müspet tesirindedir. Geçenlerde Abdullah Özbek Hocaya, yahu sahabenin berrak bir hayatı var ama sonra gelenler onlara bir takım kerametler atfediyorlar, dediğimde o bana, sahabenin bu tür şeylere ihtiyacı yok demişti ki bu hakikaten önemli bir tespittir. Hasılı Abdi Hoca hakkında bu tür şeyler anlatılıyor ama bunlar sade vatandaşın görüşleridir ve Abdi Hoca’nın bu tür şeylere ihtiyacı yoktur”.

  Devlet ile ilgili düşünceleri/Siyasi duruşu:

  Abdi Hoca Fizme’de hayat sürmesine rağmen Türkiye tarafından tanınan bir âlim olmuştur. Nitekim Abdi Hoca’nın iki sefer Ankara gittiği söylenir. Birinci gidişi yeni kurulan Ankara hükümeti ile İstanbul hükümeti arasındaki tartışmada, payitahtın [devlet merkezi] Ankara mı yoksa İstanbul mu olacağı tartışması üzerine Ankara hükümeti hatırı sayılır âlimleri Ankara çağırır ve buna bir çözüm bulmalarını ister. Onlar da İstanbul’un işgal altında olduğunu dolayısıyla Ankara’nın payitaht için daha elverişli olduğu konusunda görüş beyan ederler. İkinci gidişi ise Cemal Çaya’nın nakletmesine göre, Ankara payitaht olduktan sonra yabancı devletlerle Lozan anlaşması imzalanır. Lozan’da yabancı güçler seksenbeş kadar gizli maddeden oluşan bir listeyi sunarlar Türk heyetine. Buna göre kadınların çarşaf giymeleri yasak edilecek, Arap harfleri kaldırılacak, ezan kaldırılacak vesaire. Eğer bunları kabul ederseniz savaşı bırakırız yoksa savaşa devam edeceğiz der yabancı devletler. Türkiye’nin ise savaşa devam etmeye gücü kalmamıştır. Mecburen kabul ediyorlar. Fakat devlet ricali önde gelen âlimleri merkeze çağırır ve buna bir çözüm bulun der. Abdi Hoca dahil olmak üzere bir araya gelen âlimler ezan konusunda Türkçe ezanı önerirler. Buna göre Arapça ezan kaldırılacak fakat ezan Türkçe olarak okunacaktır. Artık ezan “Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’tan başka yoktur tapacak. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’ın elçisidir Muhammed. Haydin salaha. Haydin felaha. Namaz uykudan hayırlıdır…”şeklinde okunacaktır. Abdi Hoca, talebelerine biraz da şakacı bir üslupla “Ulan tabi ki Peygamberimiz cennete girmeye vesiledir. Sabahleyin namaz uykudan hayırlı değil midir ulan!” dermiş. Tabi bu kararları hocalar oldukça zor şartlar altında almışlar. Abdi Hoca her halükarda devlete bağlı biridir. Şapka kanununun uygulanmasında, ezanların Türkçe olarak okunmasında, medreselerin kapatılmasında devlete bağlı kalmış, herhangi bir zıt uygulamaya başvurmak isteyenlere de, “devlete itaat Allah’a itaattir” şeklinde cevap vermiştir.

      Hoca Efendi onu yakından tanıyanların ifadesine göre vefatına kadar Halk Fırkası’na [CHF] bağlı kalmış biridir. Her ne kadar 1950 sonrası Demokrat Parti kurulmuş olsa da Abdi Hoca tercihini daha çok Half Partisi’nden yana kullanmıştır. Tabi bunun önemli gerekçeleri vardır kendisine göre. Nitekim bunun ipuçlarını Hocayı yakından tanıyanların ifadelerinde bulmamız mümkündür. Mesela Ali Peru şunları nakleder: “Hoca Efendi beni İstanbul’a okumam için göndermek istiyor. Babam ise, hocam bu çocuk daha çok küçük oralarda baş göz göremez diyor. Hoca ise, hayır ben ona tarif edeceğim o bunları yapar, diyerek babamın görüşünü değiştirmeye çalışıyor. O zamanlar İmam Hatip Okulu yeni açılmış. Süleymancılar da var. 1950 öncesi İmam Hatip Okulları’nın açılışının iyi niyetli olmadığı söylenirdi. Onlar bu işi mihraptan yıkalım istemişler. Tabi bunları dikkate alan hocaefendiler de İmam Hatip Okulları’na sıcak bakmıyorlar. Abdi Hocam bana, İmam Hatibe gitmeyeceksin dedi. Ya Hacı Fahri Kiğılı ya da Gönenli Hoca Efendi’ye gideceksin dedi.” Bu ifadelerden öyle anlaşılıyor ki, Abdi Hoca, İslam’ın mihraptan yıkılması vazifesini Demokrat Parti’nin yerine getireceği endişesini taşır. Nitekim Demokrat Partili Fevzi Boztepe bir gün Hocayı ziyaret eder ve “Hür Ufuklara” isimli bir kitabı oraya bırakır. Abdi Hoca, Fevzi Boztepe’nin oradan ayrılmasından sonra “Bakın, Fevzi Bozteke [!] bir kitap bıraktı. [kitabın içi fotoğraflarla dolu olduğu için Hoca] kaldırın onu!” der. Zira Hoca fotoğrafa karşı biridir. Korgan’da Fevzi Boztepe’ye Abdi Hoca: “Ulan oğlum şu medreseleri açın. Zinayı övmeyin” der sert ve gür sesiyle. Fevzi Boztepe de, “Hocam zaten Halk Partisi dine önem vermediği için dağıldı. Biz şimdi okullarda hocalar yetiştirip her tarafa göndereceğiz” der. Fevzi Boztepe’nin oradan ayrılışının ardından Abdi Hoca orada bulunanlara: “Şu yalancıları gördünüz mü? Bunların dinde gözü falan yok. Bunlar İmam Hatip Okulu diye bir okul açıyorlar. Orada siz şu kitapları okuyun şunları okumayın diyecekler ve esas dine yaramayan kitapları okutacaklar.” der. Hoca Efendi Demokrat  Parti zamanındaki Diyanet İşleri Başkanı’nı [ Eyüp Sabri Hayırlıoğlu][8] da ilmi dirayet yönünden eksik bulur. Şu kadar var ki, Abdi Hoca’yı Halk Partililer de Demokrat Partililer de ziyarete gelirler Hoca da onlara dua eder. Yine Abdi Hoca, kendisine, hocam hangi partiye oyumuzu verelim diyenlere, şu veya bu partiye verin demez. 1950’de yani Demokrat Parti’nin de seçime katıldığı bir dönemde halk, Hocaya hangi partiye oy vermeleri gerektiği üzerine soru sorunca o, “halktan ayrılmayın” demiş ancak onun “halktan ayrılmayın” sözü, acaba halkın gittiği yerden mi yoksa Halk Partisi’nden mi hangi anlamda olduğu tam anlaşılamamış o zamanlar. Bu durumu özel olarak araştıran Ahmet Hocaoğlu konuyla ilgili olarak şu bilgiyi verir: “Abdi Hoca Halk Partili idi. Mektep okutmanın yasak olduğu zamanlarda Hocamız talebe okutuyor muydu bunu tam bilemiyorum ama galiba okutuyordu. Tabi Demokrat Partili olan babam [Nutkullo Hafız] Hoca Efendi’nin Halk Partili olduğuna inanmazdı. Ancak ben Abdi Hoca’nın oğlu Abdullah dayıya bir gün sordum. Dedim ki, babam, babanızın Halk Partili olduğuna inanmıyor. Babanızın durumu ne idi? Abdullah Bilici bana dedi ki: Babam bize şunu söyledi: ‘Oğlum siz hangi partiye verirseniz verin ama ben Halk Partisi’ne vereceğim oyumu’. Pekiyi ne zamana kadar ona oyunu vereceksin baba, diye sorduğumuzda o bize, ‘Ölünceye kadar’ demişti, diye bana nakletti. Hoca Efendi ölümüne kadar talebe okutmuş ve ona bu konuda herhangi bir takibat olmamışsa belki de bu yüzdendir.”

  Anlaşıldığı kadarıyla Abdi Hoca’nın asıl kaygısı parti vesaire değil dinin bizatihi geleceği kaygısıdır. Zira Demokrat Parti’nin İmam Hatip Okulları vasıtasıyla hocalar yetiştirerek İslam’ı mihtaptan yıkacağı endişesi o zamanın âlimleri arasında gerçekten büyük bir infial uyandırmış olmalı ki, herhalde Abdi Hoca’nın Demokrat Partiye karşı mesafeli duruşu biraz da bununla ilgili olsa gerektir.

 İbadet hayatı:

 Abdi Hoca ibadetine düşkün biridir. Cemal Çaya şöyle bir hatırayı nakleder. “Talebeleri olarak bizler, Hocanın evinde kalıyorduk. Hocamız bizi, haydi kalkın diye sabah namazına kaldırırdı. Bir keresinde tam üç sefer sabah namazı kılmıştık. Hocamız havanın biraz ışıdığını görünce vakit girdi zannedip bizi namaza kaldırır ve cemaatle namaz kılardık. Bakardık ki daha sabah olmamış. Biraz daha yatardık. Sonra tekrar kaldırır ve tekrar sabah namazı kılardık. Bu tam üç kez tekrarlamıştı. O zamanlar Hocamızın saati de vardı ama o “Bu kul yapısı bir saattir, belki durur yahu!” derdi. Abdi Hoca’nın babası Hasan Hoca, bazen evliyaları/türbeleri ziyarete gider, eve dönerken de bir torba börek vesaire ile dönermiş. Evliyaları ziyarete gelenler oraya yiyecek getirir, Hasan Hoca da onları alıp evine getirirmiş. Abdi Hoca babasının bu tavrını görünce bunun doğru olmadığın babasına bildirmiş ve onu vazgeçirmiş bu tutumundan. Bazen de Hoca, namaza durur, “olmadı” deyip namazı bozar tekrar namaza dururmuş. Namazlarında tadil-i erkana uyar, nafilelere önem verir, akşamları Tebarekeyi /Mülk Suresi okumadan yatmaz, sabaha karşı namaza kalkar. Sabahleyin seherde kalkabilmek için yatsı sonrası erkender yatar. Köyde sıkıntılı bir hayatı olmuştur Hoca Efendi’nin. Etraftaki eşkiyalar ile sokakta yüzünü gözünü iyi örtmeyen kadınlar açısından Hoca bir tür düşman gibi imiş. Bir keresinde Hoca’ya eşkiyalar kurşun bile atmışlar. Hoca da karşılık vermiş onlara nefsi müdafa için. Halk, işledikleri hatalar sebebiyle Hoca ile yüzyüze gelmekten çekinirler imiş. Hoca Efendi sohbetlerinde ahiret, kabir halleri, aile, komşuluk vb konulara ağırlık verir. Üçayları sürekli oruçlu geçirir. Hatta ilerleyen yaşlarında oruç tutarken bayılır bir keresinde. Oğlu Hakkı Bilici, ‘babacığım sen artık şeyh-i fani olmuşsun. Bu halinde oruç tutmasan da olur’ dediğinde o; “Sen ne diyorsun ulan, ölürüm de bırakmam orucumu”, sözleriyle mukabele eder. Çok az yemek yiyen Abdi Hoca, yemek kabında artık bırakmamaya özen gösterir.

   Abdi Hoca Niksar, Ünye, Fatsa, Korgan, Kumru, Ordu ve çevresinde dini açıdan görüşlerine, fetvalarına başvurulan biri olmuştur hayatı boyunca. Bir keresinde şart eden [karısını boşayan] adamın biri Hoca’ya fetva sormaya gelir. Bu duruma fena halde sinirlenen Hoca, ‘sizin evde bekar biri var mı’, diye sorar. Adam da, ‘var’, deyince Hoca, ‘Sen karını ona ver!’ der öfkeli bir şekilde. “Ulan, der, eğer karı sana lazım olsaydı sen şart  etmezdin. Sen karını evdeki bekara ver de kendin sokakta gez! Ulan insan şart eder mi!” diyerek adamı fena halde azarlar. Abdi Hoca insanları irşat etmekten geri kalmaz, onlara her halükarda dini diyaneti anlatır. Tabi halk da Hocayı sever. Öyle ki, Hoca akşamlara kadar vaaz anlatsa Allah kulu camiden çıkıp ayrılmaz. Hoca gür sesiyle, selis üslubuyla oldukça etkili konuşur. Hafız olmamakla birlikte ayetleri okurken takıldığı yerleri cemaat içindeki hafızlara sorar, bazen de vaaz ederken ağlar. İnsanlarla fazla konuşmayı sevmez, her dem zikrullah ile meşgul olmayı sever. Bazen köylere vaaza çıkar, gezici vaizlik hizmetini ifa eder. Bir ay veya daha fazla kaldığı köyler olur. Vaaz/irşat için Ünye’ye, civar köylere gider, zikir halkaları oluşturulur, sohbetler verir.

  Hoca Efendi falcılara, muskacılara iyi gözle bakmaz. Para almaksızın bazen kendisi şifa muskası yazar. Ancak o, şifa muskası yazdığı kişilerin hastalıklarına göre, ilaçlarla ilgili kitabına bakarak ilaç isimleri de yazar. Mevlitlere, hatimlere, kurak dualarına katılır, halk ile iç içe bir hayat sürdürür. Ahlak abidesidir aynı zamanda o. Nitekim Nutkullo Hafız, Abdi Hoca’da hiçbir kusur bulmaz hatta onu kendi çocuklarından daha fazla sever bu yönüyle. İlginçtir, kocalarından dayak yiyen nice kadın Abdi Hoca’nın evine sığınır, parasını saklamak isteyen nice insan güvenilir olması hasebiyle paralarını, mücevherlerini Hoca’ya emanet ederler. 1939 depremi olduğunda Hoca’nın bulunduğu yerin yakınındaki tepe uçmaya başlar. Avdullu Mahallesi’ndeki halk Hoca’nın evine koşuşur deprem olurken. Hoca’nın konak tipindeki beş odalı evinde çoluk çocuğu, muhtemelen misafirleri de vardır. Gecedir. Halk panik ve korku içinde bekleşmektedir. Tepe durmadan göçmekte, ağaçlar devrilmektedir. Abdi Hoca sesli bir şekilde tarikat yönünden bağlı olduğu kutubların, gavsların isimlerini çağırır imdat için. Bu noktada ilginç olan husus, tam deprem esnasında Abdi Hoca rüzgarın esiş hareketlerine bakarak ‘melheme’ isimli kitabına müracat eder ve şöyle bir netice çıkarır: ‘Rüzgarın bu hareketleri yeni bir harbe işaret ediyor!” Fazla sürmez İkinci Cihan Harbi patlak verir…

  Abdi Hoca yeni yazıyı kendi çabasıyla öğrenir. Arapçası mükemmeldir. Biraz Farsça da bilir. Fakat o aynı zamanda biraz Gürcüce, Lazca, Çerkesce de konuşmayı becerir. Aynı zamanda oldukça muzip/şakacı biridir Hoca. Konuşma esnasında bazı kelimeleri iki kez söyler. Bir keresinde talebelerinden birine, “Ulan senin annen süt çalmış öyle mi?” diye sormuş. Talebe bunalmış. “Oğlum ne sıkılıyorsun, kadınlar süt çalar tabi ki!”diyerek onu teselli etmeye çalışmış bu sefer. Aslında Hoca konuşmasında bir tür tevriye sanatını kullanırmış bu şekilde. [Bilindiği gibi ‘süt çalmak’ tabiri, ‘sütü mayalamak’ anlamında kullanılır halk dilinde.] Yine bir keresinde Belalan’a düğüne giden Hoca Çitliceli Salih Efendi ile karşılaşır orada. “Salih Efendi, Salih Efendi, diye seslenir. Buyur Hocam, der Salih Efendi de. Senin bir kabahatin var senin bir kabahatin var, der ona Hoca. Ne kabahatim varmış Hocam, deyince Salih Efendi; Ulan sen uşakların anasının koynuna girmişsin ya lan! der. Salih Efendi fena halde utanır, bunalır. Sonra Abdi Hoca; Ne sıkılıyorsun lan malın/[helalin-nikahlın] değil mi, malın değil mi ulan!”, diyerek onu sıkıntıdan kurtarmaya çalışır. Yine bir gün Abdi Hoca talebeleri ile ders yaparken konu erkek-kadının cinsel ilişkisinin dini açıdan nasıl olacağı bahsine gelir. Fakat tam da o esnada hocayı ziyarete gelen kadınlar vardır. Dersin ibaresinin okunması ve açıklaması sırası Cemal Çaya Hocadadır. Cemal Hoca bunalır, terler, utanır. Bunun üzerine Abdi Hoca, talebesi Cemal’e, “Ulan ne utanıyorsun, onu yazan utanmamış da sen mi okumaktan utanıyorsun” diyerek şaka yapar. Hoca’nın şakacı karakteri bazen şiir diliyle kendini dışa vurur: “Kiraz dalını eğmeli / Kirazını yemeli / Komşu kızı var iken / Kime boyun eğmeli”.

              Kütüphanesi:

  Ders olarak Arapça grameri [emsile, bina, maksut vd.], mızraklı ilmihal, Kur’an dersleri okutan Hoca’nın epey kitabı da vardır. Beş odalı, iki katlı konak tipi evinin bir odası [yaklaşık 25 metre karelik bir oda] hem mescit hem de kütüphanedir. Odanın kıble tarafında mihrap da vardır. Odanın duvarları kitaplarla doludur. Daha çok dini ve Arapça kitaplar. Cemal Çaya’ya göre yaklaşık 200 cilt kitap vardır. Fakat Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici’ye göre Hoca’nın bir bedford kamyon taşıyabilecek kadar kitabı vardır. “Lügatler, tefsirler, tarih kitapları vesaire olarak yaklaşık beşyüz cilt kitap vardı benim gördüğüm” der Ahmet Hocaoğlu. Ayrıca Akdana güzdesi denilen yerdeki medresesinde de Hoca’nın yaklaşık ikiyüz, üçyüz kadar kitabı vardır. Hoca Efendi, çocuklarından veya talebelerinden, ‘bana şu kitabı verin’, diye kitap ister, onlar da verirler. Bu sefer Hoca, ‘bana şu kitabı da verin’ deyince, talebeler, ‘Hocam bu kitap da önceki ile aynı konuyu işliyor bunu niçin istiyorsunuz?’ diye sorduklarında, “Ulan mollalar siz bilmezsiniz bazı kitapların müellifleri bunları para kazanmak için yazar” der. Hoca Efendi, ‘ben öldükten sonra bu kitapları mutlaka muhafaza edin. Belki içimizden ileride okuyan biri çıkar da bunlardan istifade eder’ diyerek kitaplarının muhafaza edilmesini tembihler fakat kitaplar, Hoca’nın beş katlı konak tipi evi gibi kendi kaderlerine terkedilmiştir Hoca’nın vefatı sonrası. Nitekim bir keresinde Gürgentepe Müftüsü Hoca’nın kitaplarından bir kısmının Ordu İl Kütüphanesi’ne bırakılmasını önerir ve galiba kitapların bir kısmı buraya verilir Hakkı Bilici’nin ifadesine göre. Yine Hakkı Bilici’nin bildirdiğine göre Hoca’nın kitapları ile bir ara Adnan Bilici [Korgan Yatılı Bölge Okulu Müdürü] de ilgilenmiş, dolayısıyla bu konuda onun biraz bilgi sahibi olduğu tahmin ediliyor. Hoca’nın torunu Ziya Bilici ise Hoca’nın kitaplarının, Hoca’nın çocukları arasında beşer onar dağıldığını söyler. Sonraki zamanlarda ise Bahattin Dartma’nın[9] Hoca’nın kitaplarından bir kısmını inceleyip geri teslim ettiğini, yakın akrabalarından Yusuf Eviş’in Hoca Efendi’nin kitaplarından bir kısmını okumak için yanında görev yaptığı yere götürdüğünü söylediler. Yine bir keresinde Halil [Tatlıgül] Hoca, Fizme’ye bir işi sebebiyle gidip Abdi Hoca’nın kitaplarına baktığında fena halde üzülmüş ve bir iki kitaba işaret ederek, “Hiç olmazsa şu kitapları satın da Hoca Efendi’nin kitaplarını çürümekten, kaybolmaktan koruyacak bir yer yaptırın” demiş Abdi Hoca’nın yakınlarına. Gerçekte Abdi Hoca, kendisinden ödünç kitap alanları takip eder, kimlere kitap verdi ise listesini tutar, ödünç kitap alıp da geri getirmeyenlerden şikayetçi olur, kitaplarını koruyup kollarmış. Kaldı ki bir hocadan, kitap dostundan başka bir tavır da beklenemez zaten. Hoca gençliğinde muhtemelen eser yazmayı düşünmüş olmalı ki, “Ulan dünyayı boş geçirdik. Sıhhat bize baki kalır sandık. Zamanında kitap bastırmadık. Şimdi ise gözlerim iyi görmüyor. Hata yaparım diye korkuyorum” demiş yakınlarına. Kim bilir belki de Hoca’nın ilmi dirayeti eser yazmaya müsait olmasına rağmen o, hata yapma veya baskıda eserin hatalı çıkma endişesinden dolayı böyle bir işe girişmemiştir?...

               Son Zamanları:

   Abdi Hoca ahir ömründe sol tarafına felç vurmuş, özellikle son üç dört yılını yatağa mahkum bir vaziyette yaşamıştır. Bir keresinde  Hoca yaylada dururken Perşembe’ye gitmiş, yolda dönüşte yağmurda ıslanmış sonra da hastalanmış, zayıf düşmüş ve felç olmuş. Ancak o yatakta felçli, gözleri iyi görmez bir halde iken bile talebelerine ders okutmaktan geri kalmamıştır. Hizmetini, yemeğini, abdestini ise hanımı verirmiş. Hoca, yakın dostu Avcualanlı Hacı Ali Efendi’ye, “Binüçyüzsekseni görmeyelim. Sonraki dönemde insanlar azacaklar” dermiş. Hamid Tarakçı Hoca ile Abdi Hoca’nın tarikat şeyhleri ayrı imiş. Hamid Hoca Sivaslı İsmail Efendi’ye bağlı iken Abdi Hoca Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddine bağlıdır. Bir gün Hoca’ya, bir kitapta görülen “Deccal binbeşyüze varmam bindörtyüze kalkmam”[10] cümlesinin anlamını sorarlar. O da: “doğrudur ulan molla, doğrudur, der ve sekseni görmeyelim ulan, sekseni görmeyelim” diye ilave eder ki, Hoca, bunu sürekli söylermiş “sekseni görmeyelim” diye.

   Abdi hoca meyve fidanı dikmeye ve hayvan yetiştirmeye ileri derecede düşkün biridir aynı zamanda. Tabi meyvelerden ve hayvanlardan insanlar faydalanır da bunlardan sevap elde edilir düşüncesi vardır Hoca’nın zihninde. “Bu meyveler çocuklardan iyidir!” dermiş onların hayır  yönünü düşünerek. Hoca geçimini çiftçilik yaparak temin eder, talebeleri de ona çiftlik işlerinde yardımcı olurlar. Bu arada Hoca’yı ziyarete gelenler ona bir miktar hediye kabilinden şeyler getirseler de gerçekte getirilen hediyeler  de misafirlere yemek vesaire olarak geri döner. Nitekim Cemal Çaya Hoca, “Ben bir gün sabah ile öğlen arasında onar kişilikten on sofra verildiğini biliyorum” demektedir ki, bunu her insanın bütçesinin kaldıramayacağı aşikardır. Abdi Hoca temiz giyimli [tirendez] biridir aynı zamanda. Şalvar tipi pantolonu, başında sarık veya abaniye vardır. Bazen şapkanın üzerine abaniye sarar.

              Fotoğraf ve Davula [müzik?] Bakışı:

  Fotoğrafa ve davula [müzik ?] karşıdır Abdi Hoca. Ancak şeyhi Gümüşhanevi’nin fotoğrafının Abdi Hoca’da olduğu ve bunu insanlardan gizlediği söylenir. Bir keresinde oğlu Hakkı Bilici, Hoca’nın hastalığında Fatsa iken, “Babacığım bir fotoğrafını çektirelim de bizde kalsın” diye istirham ettiğinde, “Haydi ulan çektirelim bari” der fakat günlerden Pazar olduğu ve açık fotoğrafçı dükkanı olmadığı için bu istekleri akim kalır. Bununla birlikte Abdi Hoca, paralarda bulunan fotoğraflar ile nüfus cüzdanlarında bulunan fotoğraflara ‘zaruret” olduğu için cevaz verir, resmin olduğu yere meleklerin girmediği söyleyen hadislerden hareketle resim ve fotoğrafa karış çıkan biridir. Bugün elimizde bulunan Abdi Hoca’nın vesikalık fotoğrafı onun hüviyet cüzdanındaki fotoğrafıdır ve gerçekte bu fotoğrafta Hoca’nın başında sarık yoktur. Sarık sonradan montaj yapılmıştır asıl fotoğrafa. Fizme’ye davulun girmemesinin tarihi aslında Abdi Hoca’dan çok öncelere dayanır. Rivayete göre Pelitli Mahallesi’nde Efendioğullarından zengin biri üç oğlunu birden evlendirir ve bir hafta davul çaldırır. O bölgedeki âlimler davul sesinden muzdarip kalıp zindancık denilen dereye giderler ve orada bir hafta kadar kalırlar. Galiba onların dua etmeleri neticesinde davul çaldıran aile zaman içinde hepsi sönüp gider. Abdullah Azalma’nın ifadesine göre ise davulcular ölmüşler âlimlerin duası neticesinde. İşte o günden beri Fizme’ye davul girmez derler. Abdi Hoca da davula oldukça karşı çıkar, “Düğünde çalgı varsa nikah geçersiz olur” şeklinde görüş beyan eder. Ancak askerdeki mızıka bölüğü ve mehtere tavrı müspettir. Yine şayet herhangi bir zorbanın icbarı ile düğünlerde davul çalınırsa nikahın davul çalma faslı bittikten sonra yapılması gerektiğini belirtir Abdi Hoca. Fakat bu konuya Hoca’nın torunu Ahmet Bilici: “Fizme’ye davulun girmemesi ile Abdi Hoca’nın hiç ilgisi yok. Bir gün Fizme’ye davulu ilk sokan ben olursam kimse şaşmamalı! Diyelim davulcu Fizme’ye girdi ve ölmedi. Bu sefer şöyle bir manzara ortaya çıkmaz mı: İşte sizin büyük âlim kabul ettiğiniz kişi ancak bu kadar olur! Halbuki bugün hemen her evde televizyon ve o televizyonlarda davul sesi var. yanlış bir algılama bu!” diyerek tepkisini ortaya koyar.

                Vefatı:

   Abdi Hoca’nın ölümü de dikkat çekicidir. Ali Peru’nun ifadesine göre Hoca: “Yarın yer gök, melekler ağlayacak, kadınlar daha benim yanıma gelmesinler, çıksınlar” demiş ve Salı günü vefat etmiş. Yıl 1957. Abdi Hoca’dan bir hafta öncesinde ise büyük âlim Hacı Ali Efendi vefat etmiş bir Salı günü. Ancak muhterem pederim Mehmet Çapku bu konuda bana şu bilgiyi vermişti. “1957 yılının Eylül’ünde bir Salı günü müderris Abdi Hoca, öbür Salı günü Pencik/Esence’li müderris Hacı Ali Efendi, öbür Salı günü ise Yusuf Işık Efendi ardı ardına vefat etmişlerdi!...” demişti. Böylece bir bölgede üç âlim peşpeşe öbür aleme uful eylemişler!...[11] Ölüm anında Abdi Hoca, oğlu Hakkı Efendi’nin yanında bulunur. Şöyle anlatır Hakkı Bilici: “Ölümüne yakın divandan aşağı indirdik babamı. Odada misafirler vardı. Ben babamın yanında idim. Kucağıma aldım onu. Ağzını dinliyorum. Ne okuyor diye. O sırada kucağımda şöyle bir ağzını açtı ve ruhunu teslim etti. Salı gecesi idi. Misafirler gelince ‘orada ışık gördük’ demişler. Halbuki o ışık mehtap idi. Hoca’nın kızından torunu Sabri, ölüm anında odaya gelince Hoca’nın durumunu anladı ve telkin olarak kelime-i şehadet getirmeye başlayınca babam, kafasanı salladı ve ‘beni şaşırtma’ dedi ona.” Hoca tam bir mümin teslimiyeti ile rahmet-i rahmana kavuşur. Cenazesi bekletilmez ve aynı günü defnedilir. Çok büyük kalabalık vardır cenazede. “Akdana’dan cenazeyi getirirken sandım ki bu millet Avdullu’ya sığmaz. Şimdiki gibi telefon imkanı olsaydı belki Avdullu değil Fizme bile insanları almazdı. Zira Hoca’nın ismi anılınca Tokat’tan, Samsun’dan berisi gelirdi. Hoca’nın cenazesine sadece duyup da yayan gelebilenler geldi” der Cemal Çaya. Kumru ve Korgan’a haberciler gönderilir. Cenazede duayı Fatsa Müftüsü Mehmet Efendi ve diğer hocalar yaparlar. Ordu Müftüsü Yusuf Efendi, kendilerine haber verilmediği için bu duruma sitem ederler. Hoca’nın ardın destan yazılır: /Bütün dostları Akdana’ya geldiler / O zatın gittiğini gördüler / Üç âlim peşpeşe vefat ettiler / Ağlayın efendiler her yere oldu ilan / şeklinde otuz beyitlik bir destan.

  Hoca’nın mezarı bugün Fizme’nin Avdullu Mahallesi’nde kendi evine yakın bir yerdedir. Abdi Hoca ilmiyeden gelen, müderris ve aynı zamanda tarikat yönü olan biridir. Mezar taşlarının da bunu yansıtacak nitelikte olmasını gönlümüz çok isterdi. Ne var ki, Abdi Hoca, özellikle oğlu Hakkı Efendi’ye, ‘Benim mezarımı süslü yapmayın, başıma biraz büyücek bir taş dikin” şeklinde tavsiye etmiş. Hocamızın mezar taşlarının ilmiye mensubuna yakışacak şekilde yapılarak düzenlemesi şeklinde teklifi Hakkı Bilici’ye ilettiğimizde o: “Hayır, babamızın bize vasiteyi bu. Babamın mezar taşlarını ben diktim. Onun mezarının güzelce yapılmasını biz de arzu ederdik. Fakat babam buna razı olmadı” demektedir.[12]

              Ezcümle Abdi Hoca’mız başta Fizme olmak üzere etrafa ışık saçmış, hayatı, fikirleri, ilme hizmeti ile etrafına örnek olmuş bir şahsiyettir. Onun hayatı hakkında derlediğimiz bilgiler ise oldukça yüzeysel kalmaktadır maalesef. Keşke hakkında yazılan otuz beyitlik destana ulaşabilse idik. Yine keşke Tevkür’ün Büyükköyü’nde yüzbeş yaşlarında Hoca Efendi’nin talebesi olmuş Tevkür Hatibi’ne ulaşabilse idik. Yine İstanbul/Sultanbeyli’nin Göçbeyli Köyü’nde meskün Abdi Hoca’nın talebesi olan yaşlı biri var, ona da ulaşma imkanımız olsa da Hoca’ya talebe olma nimetine ermiş kişilerden onun hayatı ile ilgili biraz daha fazla bilgi alabilse idik. Ya nasip… Hasılı, buraya kadar topladığımız ve sizlerle paylaşmak istediğimiz bilgilerin muhtemelen kusuru ve küsuru vardır. Yapıcı bir üslupla bizi tenkit eden, elindeki bilgi ve belgeyi bizlerle paylaşmak isteyenlere şimdiden medyun-ı şükran olduğumuzu ifade etmek isterim. Hasbelkader Hocamızın hayatı ile ilgili bir miktar bilgi ortaya koyabilmiş isek kendimizi bahtiyar addedeceğiz.

            Saygılarımla.

Ahmet ÇAPKU

            18.01.2005. Üsküdar/İstanbul


 

* Yani bekâr mı? evli mi? dul mu? boşamış mı? boşanmış mı?

[1] Hoca Efendi’nin ‘nüfus hüviyet cüzdanı’nın fotokopisini almamıza izin veren Ahmet Bilici ağabeye teşekkürlerimi sunarım. [A. Çapku]

[2] Halilefendiler Doğu Beyazıt’tan gelen ve aynı zamanda alim yetiştiren bir aile imiş. Kumru Merkez Camii’nin yanına medrese açmışlar. Bir medrese de Fizme’ye açmışlar.

[3] Hüseyin Eviş’in verdiği bilgiye göre Fizme’nin Çakıllı denilen mevkine ilk medreseyi yaptıran Mehmet Efendi’dir. Abdi Hoca daha sonraları bu medrereyi tamir ettirip müderris olarak orada ders verir. Adı geçen Mehmet Efendi bugün Fizme’nin Keşlik mezarlığında medfundur.

[4] Yaygın bir söylentiye göre, şapka devriminden sonra Trabzon’u ziyaret eden Mustafa Kemal Atatürk’e vilayetin sorunları hakkında bir brifing verilmiş ve bu esnada Of kazasından Hacı Ferşat Efendi namında bir din hocasının şapka giymemekte direndiği kendisine arzedilmiş. Atatürk özel bir şapka hazırlatır ve hocanın huzura getirilmesini emreder. Hoca derdest huzura çıkarılır. Atatürk şapkayı getirir, kendi eliyle hocanın başına koyar ve sorar: -“Hoca Efendi, sen şimdi gavura mı benzedin?” Hoca Efendi bir yutkunur, sonra “hayır” diye cevap verir. Hocanın başından aldığı şapkayı bu kez kendi başına koyan Atatürk: -“Ya ben” der; “gavura benzedim mi?” Hoca Efendi “evet” anlamında başını sallayarak mukabelede bulunur. Hiç beklemediği bu cevap karşısında hayrete düşen Atatürk: -“Nasıl olur?!” der, “bir serpuşun şer’i hükmü bir baştan diğerine değişir mi?” Hoca Efendi, durumu şöyle izah eder: -“Ben şapka giymeye zorlanıyor ve kerhen giyiyorum. Size gelince, devletin başısınız ve hiçbir mecburiyetiniz yokken giyiyorsunuz. Serpuş aynı olsa da durum farklı ve dolayısıyla hüküm de farklıdır.”

Hocanın samimiyet ve cesaretini takdir eden Atatürk, hocaya devletten aylık maaş bağlanmasını emreder. Hocanın bizzat Atatürk tarafından tahsisi emredilen bu maaşı hayatının sonuna kadar almaya devam ettiği söylenir. Merhum Hacı Ferşat Efendi’nin Cennetlik lakabıyla anılan mahdumunu el-Ezher’deki talebeliği yıllarında tanımış ve “bu rivayetin aslı var mı?” diye sormuştum. Hatırladığım kadarıyla doğrulamıştı. [Nakleden Osman Z. Soyyiğit, Küçük Hafız, s. 50-51, İstanbul 1999]. Bkz. Dücane Cündioğlu, Arasokakların Tarihi, İstanbul Temmuz 2004, II. Bsm., Gelenek Yay., sf. 138-139.

[5] Ben sancağı henüz görebilmiş değilim ancak Abdurrahman Bilici bey, fotoğrafını bana göndereceğini söyledi. Dolayısıyla sancaktaki ibareleri yakinen görmediğim için bu konuda net bir şey söylemek istemem. [A.Çapku].

[6] Osman Yılmaz’ın verdiği bilgiye göre, Abdi Hoca’yı ziyarete gidenler, ‘Hocam siz vefat ettikten sonra biz kime gidip ders yapalım’ diye sorduklarında Hoca, ‘Karaağaçlı Hüsne kadına gidin. O çok çalışıyor’ demiş. Gerçekten de Hüsne Abu dediğimiz ve benim de halam olan bu Hanımefendi, Abdi Hoca’dan dersli, ilahi aşkı derin ve cezbeli biri idi. “Âh oğlum! Abdi Bubam beni çok severdi. Her gidişimde beni hemen yanına alır, benimle sohbet ederdi. Hoca Bubam benim neyimi severdi oğlum? Çalışmamı severdi çalışmamı!” derdi bana. Hüsne Abumuz 2001’de vefat etti. Kabri Karaağaç Köyü Güllük Camii avlusundadır.  [A. Çapku]

[7] Ben bu hikayeyi Yalnızdam Köyü imam hatibi Aydın Kışan hocadan şöyle dinlemiştim. “Bir gün Tunceli’de görev yapmaktayım. Baktım hoca kılığında bir adam camide namaz kıldı. Selam kelam derken onunla tanıştık. Meğer bu kişi meşhur vaiz Timurtaş Uçan hoca imiş. Hocam Tunceli’de ne işiniz var, diye sordum. O da, bir akrabasını ziyarete geldiğini ve burada Munzur Dağları’na adını veren Munzur isimli birinin hikayesini anlattı bana. Hikayeye göre Munzur, bir efendinin hizmetçisi imiş. Efendi hacca gidince Beytullah’ı tavaf edip yorgun haliyle şöyle kenara geçip dinlenirken canı tandır ekmeği çekmiş. Munzur da Efendisinin hanımına gelip, bizim efendinin canı tandır ekmeği çekti. Hazırlayın da götüreyim, demiş ve ekmeği aldığı gibi Beytullah’ta hac vazifesi yapan efendisine vermiş. Hizmetçisini yanında gören efendi şaşırıp kalmış ve tandırı ondan alıp yemiş. Hac dönüşü kendisini ziyarete gelenlere, esas hacı bizim Munzur’dur, deyip gelenleri onu ziyarete sevketmiş. Bu durum karşısında fena halde sıkılan Munzur dağlara doğru çekilmiş ve geçit vermez dağlara tırmanırken kendisi için sanki bir yol açılmış ve o da oradan savuşmuş bir daha göze görünmemek üzere. Şimdi onun geçtiği dağ aralığından bol köpüklü sular akıyor Munzur dağlarından. Nitekim o dağlara da o hizmetçinin adı verilmiş Munzur Dağladı diye” [A. Çapku]

[8] Göreve gelişi: 12.04.1951. Görevden ayrılışı: 10.06.1960.

[9] Van 100. Yıl Ün. İlahiyat Fak. Tefsir anabilim dalı doçenti.

[10] Şu an Hicri 1425 yılı içindeyiz.

[11] Âlimin ölümünü âlemin ölümü olarak kabul ederler. Üç âlimin ardı ardına göçüşünü ne ile izah etmek mümkündür!...

[12] Son zamanlarda mezarın etrafı çevrilmiş ve başına: “Hüve’l-bâkî. Müderris Abdurrahman Hilmi Bilici. D. 1862 – Ö. 1957. Ruhuna Fatiha” yazılmıştır. Ancak ‘hüve’l-bâkî’ yazısı olsun biraz düzgünce yazılamaz mıydı!...

              


.................... © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...