Bugün bitirdiğim (15 Nisan 2006) Mary Roach’ın “Kadavra” adlı kitabı bu yazıyı yazmama neden oldu. Kitap
kadavraların yaşantılarını anlatıyor. Bizim dildeki kadavranın karşılığı ölmüş insan bedenleri. Kadavralar doktorların okuduğu okullarda hayatlarını sürdürüyor. Neticede bir ameliyatı öğrenme canlı bedende olamayacağına göre, ölmüş bedenlerde bu kesip biçme işini yapmak, tıpta da gelişmeyi sağlıyor. Tabi ki gerekli.Ölüm üzerine yazılanlar öldükten sonra bir insanın kadavra olabileceğini ve kadavra olarak bir tıp öğrencisinin elinde kesilip biçilme olduğunu işlemiyorlar. Bir kesim “kara yerler, kanmaz yerler ya da ölümün ilk gecesi ya da yılan çıyan yemelerini” söz konusu ederken, bir kesimde “ışıklar içerisinde uyuma seansları” olacağını düşünüyorlar. Oysa öldükten sonra o ilk gece ya da diğer zamanlarda bir tıp öğrencisinin elinde, hocaların gözetiminde kesilip biçilmeniz de mümkündür. Sadece kadavra olma ihtimali değil, insan nerede ve nasıl öleceğini bilemediğinden cesedinde çürüyene kadar ne gibi bir durumla karşı karşıya kalacağını kestirmesi de mümkün değil. Öyle de olsa mesela bir Amerikalı şöyle düşünebilir…
Kalbinize yenik düştünüz. Ve cesedinizin tüm bölümlerini ilgili fakültenin ilgili bölümünde her türlü deneyde kullanılmak üzere “kadavra olarak” bağışlandığını ve siz lime lime kesilip acılar içerisinde kıvranırken, sahibiniz sizin kadavranızdan yararlanan öğrencilerin tıptaki gelişmelere faydalı olacağını düşünerek mutluluktan uçtuğunu “ düşününüz… Kelimeler ve kavramlar bulunduğunuz yere göre bazen acı bazen de mutluluk verdiği gün gibi aşikâr. Merasimler de aynı kavramların uzantısı. Dünyanın birçok yerinde zenginseniz kadavranız bağışlanmaz ama cesedinizi ateşi bol olan fırında büyük bir törenle yakılacağınız gerçeği sizin için bir mutluluk kaynağıdır. Benim gibi garibansanız “ keşke ben ölünce en azından tören olmasa da olur diyerek çalılar ve çırpılarla yakılmayı” arzu edersiniz.
Ben bizim mezarlıkta mezarlara bakarak yaşadıkları dönemlerde nelerle mutlu olduklarını görebiliyorum. Bulundukları yerlerden onlar beni nasıl görür bilgim dışında.
Ben şahsen denize bakan yani deniz manzaralı bir mezar ve etrafı çiçeklerle dolu bir bahçesi olan bir yerde yatmak isterim. Mezarımı alımlı ve çalımlı dünyada en iyi mermerden yapılmasını isterim. Cenazeme yüzlerce insanın bölük bölük katılarak “ulan ne adamdı be” denilmesini isterim. Yakınlarıma başsağlığına gelenlerin siyasette de ticarette de her türlü mevki ve makamlarda bulunanların “ne güzel adamdı, çok güzel ve faydalı işler yaptı” diye yalandan da olsa söz söylemelerini isterim…Çalı ve çırpıların içerisinde toprakla örtülü mezar aksesuarı olarak sadece başı yanımda bir taş olsun istemem…Bırakın istemeyi ben öyle kapkaranlık yerlerden korkarım. Benim mezarım şehre yakın ve görkemli ve ziynetli olsun…(dayalı döşeli bir ev yani…)
Ölmeden önce ölmek zor şey. Öğrendiğimiz kelimelerle yola çıkarak “ölüm”ü tarif etmekte zor şey. Dünyadan zaman zaman bağları koparmadan ölüme yolculuğa çıkmak ta zor şey. Ne söylenilirse söylenilsin bildiğimiz kelimeler ve kavramlar, yaşayanların beş duyusu, bu olup biteni tarif etmeye, gerçeği görmeye, gördüklerimiz ve yaşadıklarımızla olayın vahametini açıklamaya çalışmak mümkün değildir. Yani sizin tarifiniz ya da yazınız sizin yaşarken gördükleriniz ve yaşantınızdan başka bir şey değildir. Oysa bedenle ruh birbirlerinden ayrıldığında bambaşka bir hayat ve bambaşka bir hayatın içerisine kapı açmaktır.
Ruhla bedenin bir arada bulunmasıdır insana canlılık veren. Bedenle ruhun ayrılmasıdır “ölüm” hadisesini gerçekleştiren. Canlı diye nitelendirdiğimiz bizler dahil tüm canlılar gerçek ve işin aslı değildir. Asıl özdedir ve özde gerçektir. Öz ise bozulmaz, parçalanmaz ve çürümez.
Ceset ve kadavra fark etmez aslına döner.
Gerçeği hayal etmek ya da göz atmak için zaman zaman perdeyi aralamak gerekir.
Ruhla bedenin bir arada olduğu hayata sadece ceset ve kadavra yönüyle bakmak ve ruhta olan özü yok saymak, perdeyi her geçen gün kalınlaştıracaktır. Hangi bakış açısı olursa olsun cesedin duyu organları ile ölümün gerçek yönü anlaşılmayacaktır.
Buluşmak ümidiyle…
Not : Bu yazı 15 Nisan 2006 tarihinde PROVİZYON GAZETESİ’nde Bekir AKKAYA yazısı olarak yayımlanmıştır.
Bekir AKKAYA /15 Nisan 2006 /PROVİZYON GAZETESİ /FATSA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...