Toplumda, hiç bir çaba sarf etmeden, başkalarının yaptıklarını kendisi yapmış gibi sahiplenen kişilerin sayısı hiç de az değildir… Biraz yakından bakılınca, bunu her alanda ve her faaliyette görmek mümkündür.
Bunlar insana, belgesellerdeki hayvanları hatırlatıyor…
Meselâ bazıları o kadar hazırcı ki…
Av yapma riskine girmiyor; ama birisi yaptığında da pay almak için üzerine atlıyor.
Eh, kiminin hazırı, kiminin huzuru!
Her halde Mevlanâ, insanı bunun için ormana benzetmiş olmalı.
Der ki, insan içinde, ormanda yaşayan canlıların hepsinden bir özellik taşır. Yalnız bunlar nötr haldedir. Hangisine öncelik verilirse, o gün yüzüne çıkar…
Meselâ tilkilik özelliği geliştirilirse, tavukların vay haline!
Ya akreplik?
O zaman da kimin canının yanacağını Allah bilir!
Bütün mesele, bu duyguların iyi yönde dengeli bir şekilde eğitilmesidir. Zaten psikolojik anlamda, eğitim denilince, bu anlaşılır.
Yalnız, bu hazıra konma işini elinin tersiyle itenler de yok değil.
Bir zamanlar, kendisini iyi yetiştirmiş bir vâli tanımıştım.
Gösteriş meraklısı olmadığı için, öyle olur olmaz açılışlara ve davetlere pek gitmezdi.
Ona göre, bir eser ortaya konmuşsa, onun şanı da şerefi de emek sahibine ait olmalıydı. Leşe konmak yakışık almazdı! İnsanlık ve vazife bilinci bunu gerektirirdi.
Kanunî Sultan Süleyman’la ilgili olarak da şöyle bir hikâye anlatılır:
Büyük usta Mimar Sinan, ünlü eserlerinden Süleymaniye’yi bitirince, haliyle Padişah da açılışa gelir… Herkes açılışı Kununî’nin yapacağını zanneder. Fakat böyle olmaz. Padişah, eserin ustasını çağırarak, bu işi ona yaptırır. Bu taltifiyle büyük bir insanî davranış sergiler.
Öyle sanıyoruz ki herkesin kafasında az çok, bu konuyla ilgili bir hikâye vardır.
İsterseniz, benimkilerden birisini sizlerle paylaşayım…
Öğrenciliğim sırasında, okulun güreş takımında yer aldığım zamanlar olmuştu.
Bir keresinde, takım olarak bayağı iyi durumda idik. Bu da bizi ister istemez, iddialı bir duruma getirmişti.
Yalnız beslenme konusunda biraz sıkıntımız vardı. Kuru fasulye ve bulgur pilavına talim ile kondisyon kazanmak o kadar kolay olmuyordu. Halbuki şampiyonalarda, öyle besili takımlar görüyorduk ki… Bunlara imrenmemek elde değildi. Bir kere yiyip içmeleri ve giyimleri o biçimdi. Kaldıkları yerler de öyle…
Başkaları gibi kamp falan istemiyorduk. Maçlara yakın, biraz gıda desteği olabilirdi. Yeni eşofmanlarımız ve ayakkabılarımız da olsa fena olmazdı.
Sağ olsunlar; çalışmalara gitmemizi müsamaha ile karşılayan ve kuru alkışlarla destekleyen hocalarımız vardı. Arkadaşlar ve onlar da olmasa, bu iş zaten çekilmezdi.
Yalnız bir keresinde, müsabakalara bir hafta kala, okul müdürümüz bizim kaptana, takıma taktik vereceğini söylemiş…
Fakat bunun nasıl bir şey olacağını, doğrusu çok merak ettik.
Acaba taktikten sonra, başka şeyler de verir miydi?
Soğuk bir bahar gününün sabahında, bizi okulun bahçesine çıkardı. Sıraya dizdi… “Bacaklarınızı yana açın, kollarınızı yukarı kaldırın, zıplayın, belinizi oynatın”, diye komutlar verdi… Biz de ayıp olmasın diye yaptık.
Bu iş bir saat kadar sürdü. Öyle üşümüştük ki…
Bu takım, sabahları beş kilometre koşuyor ve buna ilave olarak haftada en az üç kere antrenman yapıyordu…
Öyleyse niye üşütülmüştük?
Bunun tek sebebi olmalıydı…
İlerde takım başarırsa, bundan bir pay almak…
Ya mağlup olursa ne olacak?
Bu konuda geçerli olan kural şudur:
Düşenin dostu olmaz! Kabahat (suç) samur kürk olsa kimse sırtına (üstüne) almaz!
Ne yazık ki eğitim sistemimiz, genelde, bu tip kafa yapısına sahip kişi ve idareciler yetiştiriyor…
Bunun temelinde şöyle bir hayat anlayışı olsa gerek…
Kenarda bulunup ortada görünerek malı götürmek!
Peki, bunlar nasıl önlenecek?
Bize kalırsa, iyi örnekleri çoğalmasına yardımcı olmak gerekiyor…
Bunlar insana, belgesellerdeki hayvanları hatırlatıyor…
Meselâ bazıları o kadar hazırcı ki…
Av yapma riskine girmiyor; ama birisi yaptığında da pay almak için üzerine atlıyor.
Eh, kiminin hazırı, kiminin huzuru!
Her halde Mevlanâ, insanı bunun için ormana benzetmiş olmalı.
Der ki, insan içinde, ormanda yaşayan canlıların hepsinden bir özellik taşır. Yalnız bunlar nötr haldedir. Hangisine öncelik verilirse, o gün yüzüne çıkar…
Meselâ tilkilik özelliği geliştirilirse, tavukların vay haline!
Ya akreplik?
O zaman da kimin canının yanacağını Allah bilir!
Bütün mesele, bu duyguların iyi yönde dengeli bir şekilde eğitilmesidir. Zaten psikolojik anlamda, eğitim denilince, bu anlaşılır.
Yalnız, bu hazıra konma işini elinin tersiyle itenler de yok değil.
Bir zamanlar, kendisini iyi yetiştirmiş bir vâli tanımıştım.
Gösteriş meraklısı olmadığı için, öyle olur olmaz açılışlara ve davetlere pek gitmezdi.
Ona göre, bir eser ortaya konmuşsa, onun şanı da şerefi de emek sahibine ait olmalıydı. Leşe konmak yakışık almazdı! İnsanlık ve vazife bilinci bunu gerektirirdi.
Kanunî Sultan Süleyman’la ilgili olarak da şöyle bir hikâye anlatılır:
Büyük usta Mimar Sinan, ünlü eserlerinden Süleymaniye’yi bitirince, haliyle Padişah da açılışa gelir… Herkes açılışı Kununî’nin yapacağını zanneder. Fakat böyle olmaz. Padişah, eserin ustasını çağırarak, bu işi ona yaptırır. Bu taltifiyle büyük bir insanî davranış sergiler.
Öyle sanıyoruz ki herkesin kafasında az çok, bu konuyla ilgili bir hikâye vardır.
İsterseniz, benimkilerden birisini sizlerle paylaşayım…
Öğrenciliğim sırasında, okulun güreş takımında yer aldığım zamanlar olmuştu.
Bir keresinde, takım olarak bayağı iyi durumda idik. Bu da bizi ister istemez, iddialı bir duruma getirmişti.
Yalnız beslenme konusunda biraz sıkıntımız vardı. Kuru fasulye ve bulgur pilavına talim ile kondisyon kazanmak o kadar kolay olmuyordu. Halbuki şampiyonalarda, öyle besili takımlar görüyorduk ki… Bunlara imrenmemek elde değildi. Bir kere yiyip içmeleri ve giyimleri o biçimdi. Kaldıkları yerler de öyle…
Başkaları gibi kamp falan istemiyorduk. Maçlara yakın, biraz gıda desteği olabilirdi. Yeni eşofmanlarımız ve ayakkabılarımız da olsa fena olmazdı.
Sağ olsunlar; çalışmalara gitmemizi müsamaha ile karşılayan ve kuru alkışlarla destekleyen hocalarımız vardı. Arkadaşlar ve onlar da olmasa, bu iş zaten çekilmezdi.
Yalnız bir keresinde, müsabakalara bir hafta kala, okul müdürümüz bizim kaptana, takıma taktik vereceğini söylemiş…
Fakat bunun nasıl bir şey olacağını, doğrusu çok merak ettik.
Acaba taktikten sonra, başka şeyler de verir miydi?
Soğuk bir bahar gününün sabahında, bizi okulun bahçesine çıkardı. Sıraya dizdi… “Bacaklarınızı yana açın, kollarınızı yukarı kaldırın, zıplayın, belinizi oynatın”, diye komutlar verdi… Biz de ayıp olmasın diye yaptık.
Bu iş bir saat kadar sürdü. Öyle üşümüştük ki…
Bu takım, sabahları beş kilometre koşuyor ve buna ilave olarak haftada en az üç kere antrenman yapıyordu…
Öyleyse niye üşütülmüştük?
Bunun tek sebebi olmalıydı…
İlerde takım başarırsa, bundan bir pay almak…
Ya mağlup olursa ne olacak?
Bu konuda geçerli olan kural şudur:
Düşenin dostu olmaz! Kabahat (suç) samur kürk olsa kimse sırtına (üstüne) almaz!
Ne yazık ki eğitim sistemimiz, genelde, bu tip kafa yapısına sahip kişi ve idareciler yetiştiriyor…
Bunun temelinde şöyle bir hayat anlayışı olsa gerek…
Kenarda bulunup ortada görünerek malı götürmek!
Peki, bunlar nasıl önlenecek?
Bize kalırsa, iyi örnekleri çoğalmasına yardımcı olmak gerekiyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...