Düşünme deyince, aklıma hep şu şiir gelir…
Düşün, yollara düşün…
Düşün, yolları düşün…
Yollarda görülen düşün,
Tabiri neye yarar?
Düşünme problemi… Yani, olaylar ve nesneler arasında ilişki kurmak?
Pek çok düşünme yolları vardır. Havanın durumuna bakarak, yağmur yağıp yağmayacağını söylemek bir düşünmedir. Sabah kalktığımızda, baktık ki yerler ıslak. Havalar da güneşli. Ama biz, ıslaklık üzerinden hareketle gece yağmış olabileceğini söyleyebiliriz.
Yalnız bu ikinci yol, birincisinden daha riskli bir düşünme şeklidir. Çünkü birisi yerleri ıslatmış olabilir.
Bir meteoroloji memuru bu konuda şöyle bir hatırasını anlatmıştı:
Teknolojilerin bu kadar gelişmediği dönemlerde, her gün saat onda, genel müdürlüğe telgrafla havanın durumunu bildirirlermiş. Bir gün yine raporunu hazırlamak üzere doğru istasyona gider. Bakar ki yağmur ölçen kapta epeyce su var. Bir anda, geceleyin çok yağmur yağdığı kanaatine varır. Ve buna göre raporunu hazırlayıp gönderir.
Fakat kısa zaman sonra, merkezden ararlar. " Bu kadar yağmur yağmışsa, daha şunlar, şunlar da olması lazım. Onları niçin bildirmedin?" derler.
Meğerse birisi yağmur ölçeğine su koyarak şaka yapmış… Memurumuz da, sadece sonuca bakarak, başka sebepleri araştırmaya ihtiyaç duymadan,
rapor hazırlayınca, böyle bir tatsız tecrübe yaşamış.
Özellikle, sırf sonuçlara bakarak, bu alanla ilgili amaç ve metod belirlemek, telafisi mümkün olmayan hatalara yol açabilir. Meselâ biz toplum olarak, bu hatayı çok yapıyoruz. Üstelik bunu, okumuş, kanaat önderi olmuş, ilmî payeler kazanmış kimseler de yapıyor… Hele medyada, bu tip düşünenlere o kadar çok örnek var ki… Say say bitmez.
Şimdi düşünelim…
Kopya çekerek sınıflarını geçen bazı öğrencilerin olduğu bilinmektedir. Burada sonuca bakarak, sınıf geçmenin yolu kopyadan geçer, diyebilir miyiz?.. Elbette ki diyemeyiz.
Akıllı düşünene kadar deli köprüyü geçer, diye bir söz var. Tamam, deli köprüyü geçmiştir. Ona, niçin geçtin, denilmez. Geçişini geçersiz saymak da uygun düşmez. Yalnız, bu delinin başarısına bakarak, akıllıları bu köprüden geçmeye zorlarsak ne olur? Olacağı belli… Bir sürü zayiat!.. Burada doğru düşünmenin yolu, akıllıların geçebileceği köprüler yapmaktır. Akıllı davranış budur.
Konunun daha iyi kavranması için bir misâl daha arz edeyim, …
Bir çobanın dağda bir keçisi kaybolur . Ertesi gün aramaya çıkar. Bakar ki, keçinin ayağı kayanın ve ağaç köklerinin arasına sıkışmış. Kurtarırken, keçinin ayağının bir altın küpünün içine girdiği ni görür. Hemen altınları çıkarır, bir yolunu bulup satar ve zengin olur. Sonra bunu duyan ve keçi çobanlığından hiç anlamayan bir komşusu, bütün kerameti keçide görüp tarlalarını satarak keçi satın alır. Fakat kısa zamanda hepsi telef olur. En sonunda ne olur, biliyor musunuz?
Adamcağız keçileri kaçırır!.. Böylece, keçi ile altın aramak nasılmış, bir güzel görür.
Duygusal toplumlarda bu tip hatalar hep olur… Ama, problem çözmeye yönelik olarak analitik düşünen toplumlar, daha temkinli davranırlar…
Kahvehane kültürüne dayalı düşünme şekli de böyle…
Bu kültürde oluşan düşünme şekline göre, toplumu düzeltmek için, meydanda üç beş kişiyi ipte sallandırmak gerekir. Yalnız aynı kişiler, bir yere adam seçeceklerinde, "ipten adam kurtaracak" birini tercih etmektedir. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?
Peki, öyleyse, neden insanımızın büyük çoğunluğu, daha çok sonuca bakarak düşünmektedir?
Bir kere, kolay ve ucuz bir düşünme yoludur. Kendisini de başkasını da ikna etmek kolaydır. Çünkü ortada, bir başarı görüntüsü vardır.
Bu arada şunu unutmamak gerekir ki, işin sonunu düşünmekle, sonuca bakarak düşünmek birbirinden tamamen farklıdır.
Said Halim Paşa, sırf sonuca bakarak düşünmemizin bizi geri bıraktığını söyler.. Bu konuda aşağı yukarı hep şu noktaya vurgu yapar:
Batı'nın vardığı sonuçları, kalkınmalarının sebepleri gibi görmek…
Yani demek ister ki, biz büyük bir gözlem hatası içinde olduk.
Ne yapmışız buna göre? Batı'nın kültürü ne ve kalkınma neticesinde oluşturduğu lüks yaşayışa bakmışız… Kalkınmalarının sebebi bu olsa gerektir, diye düşünmüşüz… Bu yüzden de bir türlü, ilim elde etme zihniyetine dönüp bakmamışız. Ondan sonrada ne olmuş, biliyor musunuz?
Onlardan aldığımız kültürel değerleri ve yaşama biçimini zaten yarım yamalak almışız. Kendimizi güzel bir kandırmışız. Üretmeden tüketme yolunu tutmuşuz… Karşı çıkanların da her bir adını bir yerde koymuşuz… Sonuçta aydınlarla halkın arası açılmış… Hiç kimse birbirini anlamaz hale gelmiş… Herkes ayrı telden çalar olmuş. Kamplaşmalar, kavgalar, kin, nefret, particilik, grupçuluk… Sonunda bir sürü gencimiz ve vatandaşımız, bu düşünme şeklinin kurbanı olmuş…
Hâlbuki Japonlar, hiç böyle yapmamış… Onun için de bugünkü Japonya olmuşlar… Biz ise, nal toplamaya devam ediyoruz…
Bir de meseleye aktüel olarak bakalım… Bunun için de, medyamızdan bir iki misâl verelim…
Konu, şu malum 28 Şubattır…
Neşe Düzel, Radikal gazetesinde (4 Aralık 2006'da), Visconsin Üniversitesi öğretim üyelerinden büyük tarihçi Prof.Dr. Kemal Karpat'la yaptığı bir röportajı yayınladı. (Bak. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=206399)
Ne diyor bakınız Karpat Hoca?
"Bu hükümeti Refah Partisi'nden ayrılan genç bir grup kurdu. 28 Şubat'ı desteklemiyorum, ama iyi neticelerini de inkâr etmemek lazım. 28 Şubat'tan ders alarak değiştiler."
Yani Karpat Hoca, mevcut hükümeti, bazı endişeleri olmakla birlikte, beğeniyor. Ve bunların ortaya çıkışını, 28 Şubat olayına bağlı olarak izah ediyor.
Hürriyet'in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, 5 Aralık 2006'da yayınladığı yazısında, Karpat hocadan daha kesin konuşur… (Bak. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5554607&tarih=2006-12-05 )
Ertuğrul Özkök, "28 Şubat'ı neden destekledim? " isimli makalesinde, R. Tayip Erdoğan'ı 28 Şubat'ın bir ürünü olarak görür ve şöyle bir yorum yapar:
"28 Şubat, Türkiye'de " dinci" kesimin en azından bir bölümünün Milli Görüş'ten koparak demokratik bir zihniyete gelmesinde çok etkili olmuştur."
Buna karşılık, Cengiz Çandar, 6 Aralık 2000'de, Bugün'de yazdığı "Kemal Karpat'tan Tayyip Erdoğan'a Türkiye İçin 'Tarihi Fırsat Önerisi' üzerine... " isimli yazısında, her iki görüşe de katılmaz… O, sonuçlardan ziyade, sebeplerden hareketle düşünür. O dönemde andıçlı gazeteciler arasında yer alışının, bu düşüncesinde ne derece etkili olup olmadığını tabiî ki bilmiyoruz. Ama yazısına bakılırsa, doğru bir düşünme metodu ile yola çıktığı görülmektedir. (Bak. http://www.bugun.com.tr/haberler/061206/p25539y133.asp)
Peki, neden biz, genellikle, doğru düşünme konusunda bu derece ters bir mantıkla hareket etmekteyiz? Öyle sanıyorum ki bu bir eğitim meselesi. Biraz da duygusal yönümüz var… Onun içindir ki hep, üzüm yeme yerine bağcıyı dövüyoruz. Bu sebepten de, en küçük problemlerimize çözüm üretirken, tıkanıp kalıyoruz. Bu sefer de, " ya hep ya hiç" demek kalıyor geriye. Bu da bize hep pahalıya mal oluyor… Neticede, defalarca damdan düşsek de bir türlü ders alamıyoruz… Neden mi? Onu da söyleyeyim…
Deli her gün düşse de damdan,
Sakın ders alır sanma bundan…
Hasar, hasar üstüne hasar…
Bilmez ki çürük tahtaya basar!...
Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK
Düşün, yollara düşün…
Düşün, yolları düşün…
Yollarda görülen düşün,
Tabiri neye yarar?
Düşünme problemi… Yani, olaylar ve nesneler arasında ilişki kurmak?
Pek çok düşünme yolları vardır. Havanın durumuna bakarak, yağmur yağıp yağmayacağını söylemek bir düşünmedir. Sabah kalktığımızda, baktık ki yerler ıslak. Havalar da güneşli. Ama biz, ıslaklık üzerinden hareketle gece yağmış olabileceğini söyleyebiliriz.
Yalnız bu ikinci yol, birincisinden daha riskli bir düşünme şeklidir. Çünkü birisi yerleri ıslatmış olabilir.
Bir meteoroloji memuru bu konuda şöyle bir hatırasını anlatmıştı:
Teknolojilerin bu kadar gelişmediği dönemlerde, her gün saat onda, genel müdürlüğe telgrafla havanın durumunu bildirirlermiş. Bir gün yine raporunu hazırlamak üzere doğru istasyona gider. Bakar ki yağmur ölçen kapta epeyce su var. Bir anda, geceleyin çok yağmur yağdığı kanaatine varır. Ve buna göre raporunu hazırlayıp gönderir.
Fakat kısa zaman sonra, merkezden ararlar. " Bu kadar yağmur yağmışsa, daha şunlar, şunlar da olması lazım. Onları niçin bildirmedin?" derler.
Meğerse birisi yağmur ölçeğine su koyarak şaka yapmış… Memurumuz da, sadece sonuca bakarak, başka sebepleri araştırmaya ihtiyaç duymadan,
rapor hazırlayınca, böyle bir tatsız tecrübe yaşamış.
Özellikle, sırf sonuçlara bakarak, bu alanla ilgili amaç ve metod belirlemek, telafisi mümkün olmayan hatalara yol açabilir. Meselâ biz toplum olarak, bu hatayı çok yapıyoruz. Üstelik bunu, okumuş, kanaat önderi olmuş, ilmî payeler kazanmış kimseler de yapıyor… Hele medyada, bu tip düşünenlere o kadar çok örnek var ki… Say say bitmez.
Şimdi düşünelim…
Kopya çekerek sınıflarını geçen bazı öğrencilerin olduğu bilinmektedir. Burada sonuca bakarak, sınıf geçmenin yolu kopyadan geçer, diyebilir miyiz?.. Elbette ki diyemeyiz.
Akıllı düşünene kadar deli köprüyü geçer, diye bir söz var. Tamam, deli köprüyü geçmiştir. Ona, niçin geçtin, denilmez. Geçişini geçersiz saymak da uygun düşmez. Yalnız, bu delinin başarısına bakarak, akıllıları bu köprüden geçmeye zorlarsak ne olur? Olacağı belli… Bir sürü zayiat!.. Burada doğru düşünmenin yolu, akıllıların geçebileceği köprüler yapmaktır. Akıllı davranış budur.
Konunun daha iyi kavranması için bir misâl daha arz edeyim, …
Bir çobanın dağda bir keçisi kaybolur . Ertesi gün aramaya çıkar. Bakar ki, keçinin ayağı kayanın ve ağaç köklerinin arasına sıkışmış. Kurtarırken, keçinin ayağının bir altın küpünün içine girdiği ni görür. Hemen altınları çıkarır, bir yolunu bulup satar ve zengin olur. Sonra bunu duyan ve keçi çobanlığından hiç anlamayan bir komşusu, bütün kerameti keçide görüp tarlalarını satarak keçi satın alır. Fakat kısa zamanda hepsi telef olur. En sonunda ne olur, biliyor musunuz?
Adamcağız keçileri kaçırır!.. Böylece, keçi ile altın aramak nasılmış, bir güzel görür.
Duygusal toplumlarda bu tip hatalar hep olur… Ama, problem çözmeye yönelik olarak analitik düşünen toplumlar, daha temkinli davranırlar…
Kahvehane kültürüne dayalı düşünme şekli de böyle…
Bu kültürde oluşan düşünme şekline göre, toplumu düzeltmek için, meydanda üç beş kişiyi ipte sallandırmak gerekir. Yalnız aynı kişiler, bir yere adam seçeceklerinde, "ipten adam kurtaracak" birini tercih etmektedir. Bu ne perhiz, ne lahana turşusu?
Peki, öyleyse, neden insanımızın büyük çoğunluğu, daha çok sonuca bakarak düşünmektedir?
Bir kere, kolay ve ucuz bir düşünme yoludur. Kendisini de başkasını da ikna etmek kolaydır. Çünkü ortada, bir başarı görüntüsü vardır.
Bu arada şunu unutmamak gerekir ki, işin sonunu düşünmekle, sonuca bakarak düşünmek birbirinden tamamen farklıdır.
Said Halim Paşa, sırf sonuca bakarak düşünmemizin bizi geri bıraktığını söyler.. Bu konuda aşağı yukarı hep şu noktaya vurgu yapar:
Batı'nın vardığı sonuçları, kalkınmalarının sebepleri gibi görmek…
Yani demek ister ki, biz büyük bir gözlem hatası içinde olduk.
Ne yapmışız buna göre? Batı'nın kültürü ne ve kalkınma neticesinde oluşturduğu lüks yaşayışa bakmışız… Kalkınmalarının sebebi bu olsa gerektir, diye düşünmüşüz… Bu yüzden de bir türlü, ilim elde etme zihniyetine dönüp bakmamışız. Ondan sonrada ne olmuş, biliyor musunuz?
Onlardan aldığımız kültürel değerleri ve yaşama biçimini zaten yarım yamalak almışız. Kendimizi güzel bir kandırmışız. Üretmeden tüketme yolunu tutmuşuz… Karşı çıkanların da her bir adını bir yerde koymuşuz… Sonuçta aydınlarla halkın arası açılmış… Hiç kimse birbirini anlamaz hale gelmiş… Herkes ayrı telden çalar olmuş. Kamplaşmalar, kavgalar, kin, nefret, particilik, grupçuluk… Sonunda bir sürü gencimiz ve vatandaşımız, bu düşünme şeklinin kurbanı olmuş…
Hâlbuki Japonlar, hiç böyle yapmamış… Onun için de bugünkü Japonya olmuşlar… Biz ise, nal toplamaya devam ediyoruz…
Bir de meseleye aktüel olarak bakalım… Bunun için de, medyamızdan bir iki misâl verelim…
Konu, şu malum 28 Şubattır…
Neşe Düzel, Radikal gazetesinde (4 Aralık 2006'da), Visconsin Üniversitesi öğretim üyelerinden büyük tarihçi Prof.Dr. Kemal Karpat'la yaptığı bir röportajı yayınladı. (Bak. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=206399)
Ne diyor bakınız Karpat Hoca?
"Bu hükümeti Refah Partisi'nden ayrılan genç bir grup kurdu. 28 Şubat'ı desteklemiyorum, ama iyi neticelerini de inkâr etmemek lazım. 28 Şubat'tan ders alarak değiştiler."
Yani Karpat Hoca, mevcut hükümeti, bazı endişeleri olmakla birlikte, beğeniyor. Ve bunların ortaya çıkışını, 28 Şubat olayına bağlı olarak izah ediyor.
Hürriyet'in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, 5 Aralık 2006'da yayınladığı yazısında, Karpat hocadan daha kesin konuşur… (Bak. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5554607&tarih=2006-12-05 )
Ertuğrul Özkök, "28 Şubat'ı neden destekledim? " isimli makalesinde, R. Tayip Erdoğan'ı 28 Şubat'ın bir ürünü olarak görür ve şöyle bir yorum yapar:
"28 Şubat, Türkiye'de " dinci" kesimin en azından bir bölümünün Milli Görüş'ten koparak demokratik bir zihniyete gelmesinde çok etkili olmuştur."
Buna karşılık, Cengiz Çandar, 6 Aralık 2000'de, Bugün'de yazdığı "Kemal Karpat'tan Tayyip Erdoğan'a Türkiye İçin 'Tarihi Fırsat Önerisi' üzerine... " isimli yazısında, her iki görüşe de katılmaz… O, sonuçlardan ziyade, sebeplerden hareketle düşünür. O dönemde andıçlı gazeteciler arasında yer alışının, bu düşüncesinde ne derece etkili olup olmadığını tabiî ki bilmiyoruz. Ama yazısına bakılırsa, doğru bir düşünme metodu ile yola çıktığı görülmektedir. (Bak. http://www.bugun.com.tr/haberler/061206/p25539y133.asp)
Peki, neden biz, genellikle, doğru düşünme konusunda bu derece ters bir mantıkla hareket etmekteyiz? Öyle sanıyorum ki bu bir eğitim meselesi. Biraz da duygusal yönümüz var… Onun içindir ki hep, üzüm yeme yerine bağcıyı dövüyoruz. Bu sebepten de, en küçük problemlerimize çözüm üretirken, tıkanıp kalıyoruz. Bu sefer de, " ya hep ya hiç" demek kalıyor geriye. Bu da bize hep pahalıya mal oluyor… Neticede, defalarca damdan düşsek de bir türlü ders alamıyoruz… Neden mi? Onu da söyleyeyim…
Deli her gün düşse de damdan,
Sakın ders alır sanma bundan…
Hasar, hasar üstüne hasar…
Bilmez ki çürük tahtaya basar!...
Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...