Memlekete gittiğimde annemin konuşma tarzı hep dikkatimi çekerdi. Aynı dili konuşuyorduk fakat annemin konuşma tarzı yerel idi. Ben ise uzun yıllar şehirde yaşamanın etkisiyle olsa gerek köy dilinden epeyce uzaklaşmıştım. Nihayet annemin dilindeki yerel kelimeleri derlemeyi düşündüm. Bu düşünce bende karar aşamasına geldikten sonra annemin ve diğer komşu kadınların konuşmalarını dinlemeye can atmaya başlamıştım. Zira her bir konuşmada [onlar buna dertleşme derler] üç beş yerel kelime tesbit ediyordum. Bu benim için oldukça heyecanlı bir şeydi! Aslında içinde yaşadığımız bir dünya idi bu, lakin ne aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz sözü gereği ben artık bir şey arıyordum ve ne aradığımı da bu açıdan biliyordum.
Kimi zaman elimde kağıt kalem bir şeyler not alırken köydeki yakınlarım bunu biraz küçümsediler, sanki lüzumsuz bir işle uğraşıyor olmamdan dolayı bana gülüp geçtiler. Ben de onlara gülüp geçtim…
Yıllar da geçip gidiyordu. Bendeki kelime listesi de uzayıp gitti yani yıllandı ve/veya olgunlaştı. En azından bir lügatçe yazmaya elverişli hale gelmişti. Osmanlı’nın son zamanındaki örf-âdetlere, yerel ağızlara dair yazılmış eserlere baktığımızda nice kelimenin, deyimin, tâbirin artık gündelik hayatımızdan uçup gittiğini görürüz. Kelimeler de birer canlı gibidir. Onların da tazelikleri, olgunlukları ve ihtiyarlıkları ve tabi ölümleri vardır. Bu noktada mühim olan, tarihe, bir yerlere not düşmek, onları sonraki nesillere aktarabilmektir. Aksi halde kendi kelimesini unutanlar iş başa düşünce herhangi bir çeviri yapmaya kalkıştıklarından bunu kendi hazinelerinden bulup çıkarmak yerine başkalarından borç alırlar. Bu borç yükü arttıkça zamanla başka dil/diller gelip bizim dil/(düşünce) ülkemizi-vatanımızı pekala işgale kalkışabilirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur, tabi ibret alanlar için.
Özellikle 1980’li yıllarda köyümüzün gençleri para kazanmak için gurbete açıldılar. Önceleri yılda altı yedi ay kalıyorlardı gurbette. Sonra baba ocağına gelip gurbet hikayeleri, geleceğe dair hayal ve umutlarını büyük bir iştahla anlatıyorlardı. Zamanla altı yedi aylık gurbetler on aya ve bir yıla uzadı. Nihayet kimileri yavaştan yavaştan eşini ve çocuklarını çalıştığı yerlere götürmeye başlamıştı. Böylece köylü, şehre göçüyor, farklı iklimlere yelken açıyordu. Bütün bunlar olup biterken şehire taşınan ya da şehirde doğan çocuklar artık dede-ninelerinin kullandığı köydeki yerel ağzı da unutuyorlardı. Ve bu gayet tabii bir durumdu. Bu noktada asıl dikkat edilmesi gereken şey, evlerimizin baş köşesinde birer eğitmen olarak duran televizyon (medya, internet vb.) dilinin artık yetişen neslimizin de dili olma yolundaki aldığı mesafeydi. Böylece nice yerel kelime-dil de kendiliğinden kaybolup gitme tehlikesiyle baş başa kalıyordu.
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle yerel dildeki kelimelerin, konuşma dilinden örnekler verilerek tesbit edilmesi konusu bende iyice yer etmişti. Zira kelimelerin konuşma dilindeki halleriyle yazılması, onun cümle içinde nasıl kullanıldığını da göstermiş olurdu. Bu açıdan aşağıdaki lügatçede/derlemede kelimeleri yerel ağızla ve bold renkte verdim. Anlamlarını ise iki noktadan (:) sonra açıkladım. Eğer kelime birbirinden farklı anlamları muhtevi ise aralarına virgül koydum. Şayet bir tür deyim-tâbir olarak da anlamı varsa bu durumu kelimeler arasındaki noktadan sonra açıkladım ve ondan sonra da köşeli parantez içinde konuşma dilindeki bir cümle ile verdim. Burada kaleme alınanlar benim tesbitlerimdir. Eksiği gediği olması ise gayet doğaldır. Her birinin, ceddimizin hayat tarzı ve dünya görüşüyle örtüşen hatırası olan bu yerel kelimelere yeniden hayat verebilmek elbette en kalbî temennimizdir. Zira bir dil ancak kendi derûnundakileri günyüzüne çıkartarak zenginleşir, o dili konuşanlara yeni düşünce ufukları açar. Başkalarından alınan kelimeler de bile hep bir yabancılık hissi söz konusudur. Dil yabancılaşırsa o dili konuşanlar da kendilerine yabancılaşır. Bu durumda kişinin, iç dünyasında kendisiyle ve yaşadığı toplumdaki insanlarla anlaşabilmesi gittikçe zorlaşır. Öyle ya, bir filozofun deyimiyle; kavramlarda anlaşabilseydik kavga etmezdik!
KÖY KELİMELERİ
Aba: Çeket.
Abramak: Kavramak, anlamak.
Abrul: Nisan ayı.
Abu: [Abla ?], teyze, hala anlamında yaşlı komşu kadınları.
Acımuk: Ekşimeye durmuş, acılaşmış.
Acôza: Haşarı, başkalarına zararı dokunan geçimsiz kişi.
Adını avmak: Adını anmak, zikretmek, hatırlamak. [Unun adını avma bâ!]
Afır: Ahır, ağıl.
Ahrında: Ahirinde, sonunda.
Aldır ayaz: Korumasız, bakımsız. [Evin içi aldır ayaz, her yandan soğuk geliya!]
Ameden: Aniden, kasten.
Ana: Anne, değirmen oluğundaki su akanağı yeri.
Ânalamak: Eşeğin yerde yuvarlanarak sırtını kaşağılaması hali.
Arnak: Arın, hafif yamaçta göz önünde bulunan yer.
Aruk: Çelimsiz, ufak tefek.
Aşana: Oda.
Avaralık: Boş vakit, işin gücün olmadığı zaman.
Avdurmak: Ağır gelmek. [Yükün bi tarafı avduruya.]
Avız ükenmek [ağız öykünmek]: Birini kötülemek manasında onun taklidini yapmak.
Avkuru: Hafif yamaç. [Avkuru yoldan gidicêm.]
Avmak: Gitmek, kovulmak. [Fazla gonuşma, avarsın şimdi!]
Avzını aramak: Herhangi bir konuda ne düşündüğünü yoklamak. [Şöle bi avzını ara bakalım.]
Avzının payını vermek! : Gerektiği ölçüde karşı tarafı susturucu söz söylemek, susturmak, dövmek. [Şunun avzının payını versene!]
Ayruseçü yapmak: İkircikli davranmak, ayırım yapmak, çifte standart.
Badal: Merdiven ve iskelenin her bir basamağı, bir yukarısı.
Balak: Manda yavrusu.
Bardabaş: Aksi, haylaz. [ Ne gada bardabaş şu çocuk!]
Basurmak: Aksini söylemek, ters hareket etmek. [Boş yere suçûn geri basurma! / Soba geri basurıya.]
Başı boydak: Başına buyruk, söz dinlemeyen.
Başı esellü: Başı eserli, biraz deli tipli, nerede ne yapacağı belli olmayan biri.
Başını bavlamak: Başını bağlamak, nişanlamak, evlendirmek, yuvasını kurmak.
Başından ırımak: Başından savmak, yanından uzaklaştırmak.
Başlık: Hayvanların başına takılan ip.
Batukcu: Elindeki imkanları har vurup harman savuran, müsrif.
Bavlama [bağlama]: Büyük bahçe.
Bazar ekmeği: Pazar-şehir ekmeği, buğday ekmeği.
Behlemek: Önceden belirlemek, yerini tayin etmek.
Bel: Toprak kazmaya yarayan iki tane uzun ucu olan bir alet.
Berinnemek: Uykudan korkarak uyanmak.
Bertilmek: Burkulmak.
Beslek: Hizmetçi, köle.
Beybazarı olmamak! : Düşünmeden karar vermek, beklenmedik davranış sergilemek. [Onun hiç beybazarı olmaz!]
Beyni çelpeşmek: Bunalmak, hafif şuur kaybı yaşamak. [Iscakdan beynim çelpeşdi.]
Bıhtı gibi: Oldukça besili, gürbüz, sağlıklı. [Şuna baksana. Bıhtı gibi et!]
Bıldır: Geçen yıl, evvelki sene.
Bıraşannuk yapmak: Bozgunculuk çıkarmak.
Biçik: küçük buzağı, dana.
Bidek: Küçük bitki tohumu. Küçük oranda: [“Bidek burunnu şey!”]
Biyammada: Bir hamlede, çabucak, göz açıp yumana kadar.
Bölce/fasile: Fasülye.
Börken: Böğürtlen.
Buruk: İnatçı, biraz kendini beğenen.
Buvazı çöpcek gibi! : Çok zayıf! Marazî.
Buymak: Üşümek. [Çok buydum!]
Bürün: Yarından sonraki gün, öbür gün.
Calaz: Ateşin yukarı doğru çıkan kıvılcımları.
Cavraklamak: Çalışırken işte yılgınlık göstermek.
Cember: Baş örtüsü.
Cemek: Sabandaki toprak ve çamurları silmek için övendirenin başına takılan metal parçası.
Cenâbet: Cünüplük hali.
Cereme: Ceza, karşılık.
Cenik: Rakım olarak yayla gibi yerlerden daha aşağıda bulunan köyler.
Cerge: Zayıf, naif yapılı.
Cıbban çalmak: Alkışlamak, alkış tutmak.
Cıbır: Fakir, meteliksiz.
Cılduruk: Az bir miktarda olup akan. [Cılduruk su.]
Cılga: patika, dar.
Cılk: Ekşimiş, bayatlamış. [Yumurta cılkımış.]
Cımbırt gibi: Yiğit ve boylu boslu. [Cımbırt gibi delügannu.]
Cımbış: Kişinin hanımıyla oynaşması, şakalaşması hali.
Cıngar para: Ufak metal paralar.
Cırcır: Fermuar.
Cırt: Tam olmamış, eksiği gediği olan. [Cırt daru.]
Cıv gibi: Su gibi, fidan gibi, genç yaşta. [Cıv gibi delügannu.]
Cıvık: Akıcı, sulu. Geçimsiz: [U çok cıvık biridür!]
Cicik: Meme. Birini beklenti içine sokmak: [“U, ötekine cicik vermeseydi böyle olmazdı.”]
Cicoslu: Aşırı süslü, fiyakalı.
Cilim: Çok fazla, katmerli. [Yollar hep cilim çamur!]
Cim savcısı: Cumhuriyet savcısı.
Cimcük atmak: Kıpmak.
Cin başına-cin yalôz: Tek başına, yapayalnız. [Cin yalôz evde nas durıya acaba?!]
Cini zaman: Çok eskiden beri var olan. [Cini zamanın yolu orası.]
Cirit gibi gayıya: Çok kaygan, tehlikeli yol.
Ciyanker: Cihangir, atılgan, gözü pek, yırtıcı.
Ciymaklamak: Yırtmak.
Coruk: Zayıf, çelimsiz, naif yapılı. [Bu çocuk ne gada coruk ya!]
Cöke: Kısa boylu tombul erkekler için lakap.
Cuvul/tömentü: Biçilen mısırların deste yapılarak beş on tanesinin dikili şekilde bir araya getirilmiş hali.
Cürümsüz: Naif yapılı, zayıf bünyeli.
Çakmak: Birden saldırmak. [Tovuklara dilki çakmış!]
Çalgaruşlu: Havanın yağdım yağacak olması hali. [Hava bugün çalgaruşlu, üstên bişi al!]
Çalım: Benzemek, tafra atmak, kabadayılık taslamak. [Bi çalımı falanca gibi. / Niye çalım atıyon?!]
Çamur çökek: Aşırı çamurlu olma hali.
Çangal: Biraz uzunca çubuk, sırık.
Çekiş: Kavga, niza hali. Çekiş/niza etmek: [Unnarınan çekiş ettük!]
Çeküntü: Mısırın el değirmeninde ufalanmış hali.
Çetillik: Çetir ağaçlarının olduğu fundalık yer.
Çaturmak: Birini kötü bir iş yaparken yakalamak. [“Fırsızlık yaparken çaturdum unu!”]
Çevrük: Etrafı çitle çevrili yer, tarla.
Çımuk: Çok yağmurlu. [Bu yıl çımuk gitti.]
Çıpır: Cilt lekesi. [lakap: (mesela): Çıpır….]
Çıtan: Filiz. [Ağaç çıtan vermiş.]
Çimmek: Banyo yapmak, yıkanmak, gölde-denizde yüzmek.
Çismük: Çiseli, puslu hava.
Çite bacak/îne bacak: Bacakları ince olan kız-kadın için hafif manada hakaret için kullanılır.
Çitil: Kavgacı, gürültücü.
Çovuş: Kelek. [Daru hep çovuş atmış!]
Çökülcen: Baharda beyaz renkte çiçek açan ve yemeklerde kullanılan bir çeşit ot.
Çölük: Basık, içe dönük. [Çölük burun.]
Çöplük: Avlu, evin etrafındaki bahçe.
Çöreklenmek: Bir yere iyice yerleşmek.
Çörtük: Küçük armut, dağlarda kendiliğinden yetişen küçük armut.
Çötelemek: Zor bir durumdan kurtulmak için uğraşmak. [Tavuk orada govuğa girdi. Şimdi çöteleyip duruya.]
Daklaşmak: Dalaşmak, sürtünmek, kavga için bahane aramak.
Dalaklanmak: Böğrüne ağrı girmek. Çok dövmek: [“Seni dalaklarım valla!”]
Dânamak: Kınamak. [Nefret ve kınama: “Eh eneym! Daşlarım dânasın!”/ “Dânama başân gelür!”]
Daru: Mısır danesi/daneleri. [Daruyu hambara goydum.]
Delek: Saf, hakkını savunamayan, kendisine verilen işi başaramayan. [“Ekmek delê!”]
Dem geçmek: Kan kaybına uğramak.
Depükleşmek: kurumak, yürünür hale gelmek. [Yol çamurdu, depükleşmiş.]
Desdi geçmek: Hatırı, nazı geçmek.
Dımdızlak galmak: Beş parasız, yalnız başına orta yerde kalakalmak.
Dili gadanmak: Şok geçirme halinde konuşamaz duruma gelmek.
Dilleşmek! : Geri sırtarmak, çene kavgası yapmak. [Ne dilleşip duruyosuz!]
Dilliksiz! : Geçimsiz, huysuz, sürekli çene kavgası yapan.
Direcen: Eşeğe yük yüklenirken bir tarafa dayanak için konulan odun parçası.
Dokurcun daşları: Bir evin temelinde yer alan büyük taşlar.
Dolukmak: Ağlamaklı hale gelmek. [Çocûn üstüne gitme, iyice dolukdu!]
Dörmedökün: Etrafa atılıp saçılmış, dağınık. [Evin için hep dörmedökün!]
Dört ellü çalışmak: Çok gayret etmek.
Dövmek: İç etmek, temizlemek, kabuğundan ayırmak. [Patoz fındığı dövdü.]
Dumlamak-dum etmek: Boylamak, boyunu aşmak. [Göl çok derin, adamı dumlıya.]
Dutuk: Tutuk, serbest konuşamayan, hakkını savunmaktan aciz.
Düve: Biraz büyücek dişi dana.
Ebemguşâ: Gök kuşağı.
Ebrüm: Yiğit, semiz.
Ecir: Cereme, ceza, karşılık.
Ecit becit: Ye’cüc me’cüc.
Ecri çıkmak: Acısı, sıkıntısı sonradan görülmek. [Üstûn iyi giyin, yoksa ecri sôna çıkar!]
Ecünnü: Cin.
Effan / effannamak: Ehven, kolay, rahat, hastalık vb. iyileşmesi hali.
Ehli guguk: Ehli hukuk, bilirkişi heyeti.
Ekmek deleği! : Pısırık, bir işi beceremeyen, içe kapanık kişi.
Eleme: El emeği parası. [Eleme parası ne gada?]
Ele mustâk olmak: Müstehak-elverişli olmak, kocaya gitmeye müsait yaşa gelen kız. [Artuk ele mustâk olmuş.]
Elemüt gibi! : Oldukça maharetli, hamarat. [Elemüt gibi gız!]
Eli tîtebar galmak: Beş parası kalmamak, fakir düşmek. [Elîn tîtebar bırakma!]
Ellême: Herhalde, galiba, sanırım. [Unun adamı çalışıya ellême?]
Emen: Patates ocağı vb.
Emişik: Süt kardeşi olmak.
Ensavat: Dere üstü gibi yerlerde hafif çıkıntılı tümsek yer.
Erinmek: Tembel davranmak, üşenmek, işi gözünde büyütmek. [“Orıya gitmiye eriniyom.”]
Esellü: Eseri olan, tuhaf hareketler sergileyen.
Etemin: Kanaviçe.
Evlek: Küçük bir parça yer.
Evmek: Acele etmek.
Eyin-eski: Giyecek elbise vb.
Eyiş: Sac üzerinde ekmek pişirmeye yarayan demir alet.
Eylenmek: Beklemek, bekletmek, durmak. [Az eylen, ben de geliyom!]
Fedik: Suda pişirilmiş sütlü mısır.
Ferfelemiş: Bunamış, aklı zayıflamış, ihtiyarlamış.
Ferik: Biraz büyümüş dişi civciv.
Fılıka gadar: Küçücük yer, daracık bir mekan.
Fırakdu: Çit, engel. [Tallıya fırakdu bekiddim.]
Fırkıl: Armut, elma vb. meyveyi ateşte buğulamak; [Fırkıl gibi: Etli butlu, bakımlı.]
Fingilim atmak! : Fink atmak, ortalıkta dolaşıp durmak.
Finişge: Küçük afacan çocuk.
Fitozlu: Hotozlu.
Gabala: Kabaca, detaya inmeden. [Bu tarla gabala şu gadar fındık verür.]
Gabêt: Kabahat, hata.
Gabizlemek: Bir yeri tutmak, ele geçirmek.
Gaçurmak: Alıp götürmek, söndürmek. [Işığı gaçur.]
Gadanmak: Konuşamaz olmaz. [Dili gadanmak.]
Galça güğümü: Kalça güğümü. Kalça üzerine konularak su taşınan büyük güğüm.
Galduruk: Dağlarda bahar mevsiminde ortaya çıkan ve yemeklerde kullanılan geniş yapraklı bir çeşit ot.
Gamalak: Hızlı hareket edemeyen, işi ağırdan alan.
Gamıyolu: Kamu yolu, kamyon yolu, asfalt yol.
Gan ayaklu! : Tembel, hakkını savunamayan. [U çocuk çok gan ayaklu biri!]
Gancık: İki yüzlü, güvenilmez, köpek ve eşeğin dişisi.
Ganı gaynamak: Yerinde duramamak, afacan, çok hareketli olmak. [Çocuğun ganı gaynıya!]
Gansız: Acımasız, merhametsiz kişi.
Gapcuk: Fındığın kabuk kısmını çevreleyen en dış kısmı.
Gara dutmak: Kinini unutmamak, hırsını saklamak. [Sen çok garacısın!]
Gapdaç: Küçük su deposu.
Garez: Kin, nefret.
Gargaşannuk: Kargaşa hali.
Garsalamak: İncitmek, acıtmak, sarsmak. [Çocû garsalama!]
Gartubu/gostil: Patates.
Garuşduma: Mısır ekmeğinin tereyağıyla kavrularak yapıldığı bir tür yemek.
Gatgatıya-gatagat galmak: Neticede iş başa düşerse. [Gatgatıya galınca yaparım.]
Gav gibi: Çok hafif, yeğnik.
Gavilci: Aldatıcı, tehlikeli. [U çok gavilci bi köpekdür!]
Gavilleşmek: Karşılıklı olarak bir konuda anlaşmak, söz vermek.
Gavlamak: Uçuk. [Dodakları gavlamış.]
Gazel: Yere dökülmüş yapraklar.
Gebeş/çölmek garın! : Şişman, karnı büyük biri. [Kara mizah: “Çölmek garınnu şey!”]
Gecirük: Kışın hayvanlara verilen saman-alaf karışımı ot.
Geçük: Geçmiş, zayıflamış, ihtiyarlamış.
Gegek: Kapıyı kilitlemek için kullanılan hafif kalın çubuk. Zayıf kişi: [Gegek gibi galmış!]
Geğel olmak: Olgunlaşıp kabuğundan çıkar hale gelmek. [Fındık artuk geğel olıya.]
Gelemârı: Bir çeşit ot.
Gelô: Geme, büyük fare.
Geniş olmak: Sabırlı, temkinli, teenni ile hareket eder olmak.
Gıdık: Küçük sepet.
Gıdım gıdım: Az az, parça parça. [Şunu gıdım gıdım yi!]
Gılibük: Kılıbık, karı kafalı, hanımının dediğinden çıkmayan.
Gılik: Küçük ekmek parçası.
Gınuk: Aç gözlü, muhteris. [Hakaret için: ‘Gınuk şey!’]
Gırkmak: Kırpmak, traş etmek. [Goyun gırkma zamanı geliya.]
Gırnap: Kutu, çuval ağzı vb. bağlamak için kullanılan ip.
Gısmuk: Cimri.
Gışmuk: Tekme, çifte. [Eşşên gerisinde durma, gışmuk atar!]
Gıvılada: Hemencecik, çabucak. [Tavuk gıvılada yere çöktü.]
Gıyô: Damat.
Gıyluk: Temiz, yeni. Mesela herhangi bir meclise gitmek için hazırda tutulan yeni pantolon.
Gıypuk: Küçücük, minnacık. [Una bir gıypuk yer vermemiş!]
Gidişmek: Kaşınmak.
Girebi: Bir çeşit odun kesme aleti.
Girempe: Girişken, atılgan, müteşebbis ruhlu.
Goca gafa! : Kıt zekalı, ahmak.
Gocuk: Kalın kış giyeceği, baş kısmı da olan içi yünlü dış giysi.
Godalak: Gönlü büyük, bir miktar kibirli.
Gogil: Fes, kışın başa konulan yünlü giysi.
Gollamak: Korlamak, ateş içinde pişirmek. [Patadis gollaması iyi olmuş!]
Gompay gurmak: Grup oluşturmak.
Gopca: Düğme.
Gopuk: Güzel giyimli ve kibirli kişi.
Goruk: İçi boş. [Goruk fındık.]
Gôz: Tam dolu olmayan. [Çuvalın avzını gôz bırakdım.]
Göden: Kurbağa.
Göğnü büyümek: Nazlanmak, muhatabı pek dikkate almamak. [Senin de göğnün/gönlün büyüyüp duruya!]
Göğnümüş-bılkımış: Tam olmuş, olgunlaşmış.
Gölmeç: Gölet.
Göncük: Kuytu, hafif karanlık ve çukur yer.
Görümder: Bakıma muhtaç.
Gösdügöbelek: Köstebek.
Gövün yalı gatı: Çok yüksek.
Gözleri çakmak çalmak: Uyanık, açıkgözlü olmak.
Gözü almak: Hafif uykuya dalmak.
Guguk gibi: Sevimli, güzel, hoş. Derli toplu: [Guguk gibi sakalı var!]
Gurum: Kurum, baca isi.
Guruvaz: Zayıf, çelimsiz.
Guvak: Saçtaki kepek.
Gülderiç: ağaçtan mamul kepçe. [“Gülderici versene.” Tabir: Vermiş gülderici ataşın altına!]
Gün geçmek: Güneş çarpması hali. [Dışarda fazla dolaşma, başân gün geçer.]
Haçan: Ne çabuk! [Haçan geldin?!]
Haklamak: Üstesinden gelmek.
Halbur: İri gözenekleri olan bir kap.
Hamaylo: Boğaza takılıp taşınan muska.
Hamuraguyma: İçine patates, fındık vb. konularak pişirilen bir çeşit hamurlu yiyecek.
Harar: Büyük çuval.
Hasim: Hasım, düşman.
Hayalamak: Sezinlemek, hafiften farkına varmak. [Davşan, köpê hayaladı!]
Hayat: Çimenlik alan, harman yeri.
Haybiyeye: Boş yere, gereksiz şekilde.
Heder: Utanma, sakınma, haya duygusu. [Şuna bak, hiç hederi yok!]
Helbet: Elbette.
Helâ: Tuvalet, ayak yolu.
Helesin: Hele ki, meğer ki.
Hemi! : Öyle mi? [Sen geldin hemi?]
Heral: Herhalde.
Hıkbuvaz etmek! : Konuşturmamak, sözü ağzında koymak. [Sen de çocû hıkbuvaz etme!]
Hıkdan hıka sokmak: Köşeye sıkıştırmak, eziyet etmek.
Hırtlak: Gırtlak.
Hışım buvazına yimek/Hışım buvazlu: Mide düşkünü (şikemperver) / (Hakaret: ) Kendisine verilen görevi yapmayan için söylenir. [Ekmê alıp gelmedin, şimdi hışım buvazân yiyon!]
Holluk: Tavukların yumurtladığı yer.
Horata: Kırıcı söz. [Ne u! Horatandan geçilmiya?!]
Horkuç-holtak: Çok büyük, gevşek, sıkı olmayan. [Lasdik, ayâma holtak geliya!]
Hors atmak: Fors atmak, havalı yürümek.
Horuk: Meyve ağaçları için korumalık/korkuluk.
Horutmak: İstenilen karşılığı elde etmek. [U talla beni horutmadı.]
Hozan: Bakımsız, kendi halinde. [Talla hozan galmış.]
Höbek/tömentü/çömen: Öbek, mısır destelerinden yapılmış düzenli büyük yığıntı.
Hökelâlık yapmak: Efelik taslamak, zulmetmek.
Höl/hölümek: Islak/ıslanmak. [Yağmurda hep hölüdüm!]
Höngül: Yemek yapılan bir tür bitki.
Hösük: Olmamış, olgunlaşmamış. [Hösük daru.]
Hötellemek: Ateşte pişirilen sütlü mısır vb. biraz fazlaca pişirmiş olmak.
Ikbala: Bahtına, şansına ne çıkarsa.
Irsızlamak: Kimsesiz hale gelmek. [Gördüm de oralar ırsızlamış!...]
Işgun: Işkın, filiz.
Işmar: El veya gözel yapılan işaret. [Işmar etmek: El işaretiyle çağırmak.]
İciklemek: Gözetlemek, tarassut etmek. [Ne icikleyip duruyon! /Çocuklarla oyun oynamak için denilir: “İcik, bê!”]
İçer: Evin mutfak kısmı.
İlenmek: Beddua etmek.
İlisdir: Bir çeşit süzgeç görevi yapan kap. Delik deşik etmek: [“İlisdir kesmiş adamı!”]
İlkmek: İteklemek, ileri doğru itmek.
İtdirisen: Gözde çıkan arpacık.
Kaklık: Balgam.
Kartlak/katırak: Çabuk kırılan, kırılgan olan. [İncir ağacı çok kartlakdur!]
Kebiç: Orta boy, hafif küçük. [Kebiç gaşuk.]
Kef/keyif bağışlamak: Gönlünü etmeye çalışmak.
Kekildek: Kekeme.
Kemre: Hayvan gübresi.
Kenef: Ayak yolu, tuvalet.
Kensine satmak: Önemsememek, değer vermemek.
Kepez: Balıkların bolca bulunduğu yer.
Kerat cetveli: Kerrât cetveli, çarpım tablosu.
Kerkele sürmek: Bir konuda muhataba söz dokundurmak. [Kerkelen al da kürkên yama!]
Kersen-teyin: Sincap. [Fındığı kersen yimiş!]
Kesek: Büyük dilim.
Kesemek: Odun elde edilen fundalık orman.
Kese: Kısa, uzatmadan. [Keseden konuş!]
Kesmük: Meyvenin yenilmeyip de geri bırakılan yeri.
Kesük-avız: Yeni doğum yapmış ineğin sütü.
Keşik: İmece yapmak.
Kevük: Mısır koçanında danelerin üzerinde dizili bulunduğu kısım, mısır koçanı sapı.
Kirez ayı: Haziran ayı.
Kirmit: Sütlü mantar.
Kokla: Dantela ipi yumağı.
Kökelemek: Üzüm ağacından bir parça alıp kök salması için toprağa koymak.
Köllenmek: Paslanmak, kullanılamaz hale gelmek.
Külek: İçine inek yağı konulan tas. [Argo: “Külek gafa!”]
Kültürej olmak: Bir yeri kırılmak, hareket edemez olmak.
Küsek: Çabuk küsüp darılan.
Küt olmak: Hareket edemez halde olmak.
Kütmek: Tahtadan yapılmış bir çeşit tabure.
Küyüretmek: Kayır kuyur ses çıkararak bir şey yemek.
Laflamak: Sohbet etmek, dedikodu yapmak. [Laf dinlemek: Söylenen söze itibar etmek.]
Lengelek: Ağzına kadar dolu.
Leşbellik: Rençberlik, ziaatle uğraşmak.
Likat: Rekat. [İki likat namaz gıldım.]
Mada: İştah. [Unun madası iyidür.]
Mahna: Sebep.
Maksa: Mahsusen, kasten.
Mar almak: Birden ateş almak, tutuşmak.
Mâsumamak: Önemsememek, dikkate almamak. [“Beni hiç mâsumıya işte!”]
Malak: Karşı oyuncunun attığı gol, üstünlük elde etmek.
Mâl atmak: Birini kötülemek, kötülemek için taklidini yapmak.
Mayıl mayıl bakmak: Anlamsızca bakmak.
Meccânen: Ücretsiz, bedava.
Meder: Kudret, güç. [Hiç mederim yok!]
Meh: Al, buyur.
Mehni: Hayvanlara saman-alaf verilen yer.
Mesô geçmek: Gammazlamak. [“U ne mesôcudur!”]
Mıkır: Cimri.
Mıngılları gırılmak: Morali bozulmak, psikolojik olarak çökmek.
Mort laf: Gönül kırıcı söz.
Mudara: Cılız, eksik, yetersiz. [Bu ipi mudara bavlamışın. / Mudaram yok: Minnetim yok.]
Mum dutturmak! : (Çocuklar için:) Bir konuda diretip durmak, bağırıp çağırmak. [Ah bu çocuk yok mu, mum dutturuya insana!]
Muh/mıh: Çivi.
Muvaggaten: Geçici olarak.
Muzu: Hileci, hilekâr, kurnaz.
Mücret: Ne pahasına olursa olsun, mutlaka. [Mücret boruya gelsin!]
Mükgem: Muhkem, kuvvetli.
Mürt gitmek: İmansız, murdar olarak ölmek.
Nacak: Küçük girebi, küçük odun kesme aleti.
Nahnuk: Burnundaki bir hastalıktan dolayı net konuşamayan. Burnundan konuşan.
Namazlô: Seccade.
Namaz sıraları: Namazda okunmak üzere Sübhâneke’den Fâtihâ’ya, Fil Suresi’nden Nâs Suresi’ne kadar olan duaları içine alan kısım.
Nasibetini etmek: Adını anmak, hakkında konuşmak. [Geçende senin nasibetin etdük.]
Ne akullu! : Fazla değil, az miktarda. [Ne akullu fındık var ki?!]
Nivik: Dağlarda bahar mevsiminde ortaya çıkan ve yemeklerde kullanılan, ağza alındığında adeta ağzın içini iğneleyen bir çeşit ot.
Oğul atmak: Arıların oğul atması, çok fazla. [Başında bit oğul atıya!]
Okkalu: Okkalı, olgun, terbiyeli.
Oturaklu: Olgun, terbiyeli.
Ovmak: İçi yanmak, hasretini çekmek, [Kadından yana ovmak!]
Öğsô: Bir ucu yanan ateşteki odun.
Ölezek: Zayıf, epey hasta, cürümsüz.
Ölüzger: Rüzgar.
Öndere: Övendire. Çift sürerken hayvanı yürütmek için kullanılan uzun çubuk.
Örnek almak: Daha önce örülmüş bir kazak vb. benzerini yapmak için ona bakmak.
Öre dutmak: Yavru yapmak isteyen dişi hayvanı, erkeği ile buluşturma faaliyeti.
Örsemek: Hayvanların yavru yapma zamanında gösterdikleri davranışlar. [İnek örsemiş.]
Örü durmak: Ayakta durmak. [Örü duramıyom, çok hastayım!]
Öşş! : Sevgi ifadesi olarak söylenir.
Öteberi: Ev eşyası, ihtiyaç maddesi. [Eve öteberi aldım.]
Öteçe: Öte yaka, öteki yer, karşı yer.
Ötôgün: Bir önceki gün.
Paklô: Baklava.
Palampos: Giyime dikkat etmeyen, pejmürde gezinen.
Paltun: Palan, kalın şey. [“Paltun dodaklu şey!”]
Pardaf atmak: Bol keseden atıp tutarak konuşmak.
Pasa: Sürekli, devamlı.
Patazlamak: Dövmek, dayak atmak. [İyi bi patazladım unu!]
Peşgir: Havlu
Peşgo: Soba
Pey: Taştan yapılan duvar, set.
Pıllamak: Uçmak, koşarak gitmek. [Ne duruyon dâ, pılla!]
Pıtık: Mile, bilye.
Pıtıklamak: Bir miktar dökmek. [Yimeğe biraz duz pıtıkla.]
Pıtlak gibi: İyice doymuş olmak, semiz hale gelmek.
Pisik: Kedi.
Porsumak: Buruşmak.
Porsûnu çıkarmak! : Herhangi bir şeyi hor kullanarak yıpratmak.
Posta girmek: Aşırı dayak yemek. [Seni posta sokarım bak!]
Poymak: Yukarıdan aşağıya doğru hızlıca koşmak.
Pöntüklemek: İhtiyarlamak, bakımsız hale gelmek.
Pörezen: Bakımsız, ıssız.
Puvar: Pınar, çeşme.
Pünçek: Bitki kökü vb.
Pünnük: Kümes, tavukların vb. tünediği yer.
Püsgül: Fındık vb. meyvenin çiçeği. Çok fazla: [“Püsgül gibi!”]
Püskente: Parça, bir bütünün parçası. [Kenarda aha öyle püskende bir yer galdı]
Püsülemek: İp vb. sağaltmak.
Sagırtlak: Sakurga, sığırlarda bulunan bir çeşit kene.
Satışı iyi! : Hitabeti düzgün olmak.
Savlur: Evdeki ineğin süt, yoğurt ve ayranı vb.
Saymak: Saygı duymak, söze gitmek. [Şuna bak, hiç adam saymıya!]
Sef: Sehiv, yanlış.
Selek: Cömert.
Semellemek: Sersemletmek, ağır yaralamak. [Yılanı semelledim!]
Sepsiz: Yersiz, münasebetsiz, uygun olmayan. [Arabayı sepsiz yere çekmişin.]
Sırtaruk: Sürekli geri söyleyen, karşı gelen.
Sebürtgün: Fırtınanın rüzgarla birlikte belli bir yönden hızlanması hali.
Sıbartlamak: Fidan vb. budamak.
Sırtaruk: Geri sırtaran, karşı gelen.
Sînenmek: Sinmek, saklanmak.
Sini: Sofra.
Sivişmek: Gözden kaybomak, usulca bir yere oturmak.
Sivitlemek: Bitlenmek, bitlerden temizlenme faaliyeti. [Başı sivitlemek.]
Sivsilek: Küçük, ufak. [Sivsilek sıçan.]
Sokranmak: Bir işi istemeyerek yapan kişinin homurdanması hali. [Ne sokranıp duruyon?!]
Soluvan: Tık nefes, nefes darlığı olan, yola fazla gidemeyen. [Soluvan at.]
Sormak/sorumak: İçine çekmek, suyunu gidermek. [Pilav suyunu sorumuş]
Sömelek: Uyuşuk, pısırık.
Sölpütmek: Sağaltmak, gerginliğini-sıkılığını gidermek.
Sübyen: Sıbyan, çocuk. [Sübyen mektebi.]
Süğlem: Yukarı doğru dimdik. [Fidan süğlem olmuş.]
Sükût geçmek: Susmak, bir şey söylememek, içine atmak. [Gonuşup durdular, bense öyle sükût geçtim…]
Süngürt: Su oluğu. [Süngürt gibi yutuyon yimê!]
Şalak: Fazlaca olgunlaşmış sebze. [Bostan şalak olmuş.]
Şaşuk: Şaşkın, azgın.
Şebek: Alaycı, mizahı bol. [U çok şebek gonuşur.]
Şevük: Eli çabuk olan, hareketli.
Şıpırak: Eli çabuk olan, bir işi kısa zamanda yapan.
Şipe: Musluk, çeşme.
Tahralu: Dayanıklı, muhkem. [Meşe ağacının odunu tahraludur.]
Tam: Oda.
Tamlamak: Odaya kilitlemek, hapsetmek.
Tapır tapır: Yavaş yavaş, ümit verici şekilde. [Çocuk tapır tapır emekliya.]
Tav: Kıvam, hal, eda. [“Unda u tav yok.” / Tavlamak: Kafaya almak.]
Tavukgötü: Elde veya ayakta çıkan siğilce.
Taylamak: Peyda etmek, hazırlamak. [Eşşên odununu tayladım.]
Tebelleş olmak: Üzerine çöreklenmek, sömürmek.
Teklemek: Kendisiyle konuşulmak istenen kişiyi tek başına bir yere çekmek. [Toplumdan unu şöyle bi tekledim.]
Telek: Yaprak.
Tellek: Birden parlayan ve öfkelenen kişi. [U çok tellek biri!]
Teltük: Tehlikeli. [“Araba çok teltük gidiya!”]
Tembe etmek: Tembihlemek, uyarmak.
Tesbermek: Yüzü soğuktan solmuş olmak, cildin herhangi bir yerinin kabarması.
Teslek: Kedilerin süt içmesi için taştan yapılmış kap.
Teyin gibi: Oldukça hızlı.
Tezeliye-tezberi: Tez elden, çabucak, hemen.
Tıkıltıkmak atmak: Yuvarlanmak, başının üzerine yere yatıp yukarı kalkmak hareketi.
Tıyâre: Tayyare, uçak.
Tingo para: Peşin ödeme, tık para.
Tınnuk: Geçimsiz, tehlikeli, tedirginlik verici. [Çok tınnuk araba sürüya!/ Çok tınnuk biri.]
Tirendez: Temizliğe ve giyimine dikkat etmek. [U çok tirendez biridür.]
Tirit: Kalın olmayan, ince. [Tirit bi şey giymiş, üşüya!]
Tîteber galmak: Beş parası olmamak.
Tokmak gibi: Sağlıklı, gürbüz. [Tokmak gibi çocuk!]
Tomman: Pijama, pantolon altına giyilen alt giysi.
Tongalak: (Küçük çocuklar için:) Hafif tombul, etine dolgun olmak.
Topur: Sertleşmiş küçük toprak kütlesi.
Tor: İyice tembelleşmiş, işlemez olmuş. Sözünde durmamak: [“Una güveniyodum emme tor çıktı!”]
Tömzek: Küçük bir pencere aralığı, hafif aydınlık gelen yer. Biraz büyücek: [“Tömzek burunlu şey!”]
Töngel: Döngel, muşmula, beş bıyık.
Tüm: Tümsek, hafif yüksekçe yer.
Tüymek: Ortalıktan kaybolmak, hızlıca koşup gitmek. [“Dâ ne duruyon, tüy!”]
Ûllaşmak: Takılmak, kavga için bahane aramak. [Una ûllaşma, gendü işên bak!]
Umuk: Ilık, hafif serin.
Uvarmak: Düzeltmek, temizlemek, yırtık yeri dikmek. [Fındık çadırının gıyını uvar.]
Uvaz: Üvez, hurma.
Ül: civcivlere verilen mısır unundan yapılmış hamur yiyecek.
Ürsolmak: Sürekli rahatsız etmek, takılmak. [Durmadan ürsolma bâ!]
Ürünmek: Ürsolmak, takılmak. [Bırak gendü haline, ürüyüp dursun!]
Üsgülü gibi: Çok fazla, bol miktarda.
Ûllâşmak: Rahatsız etmek.
Vera bayrâ dikmek: Karşı koymak, sertçe muhalif olmak.
Vire vire/pasa: Sürekli, devamlı. [Vire vire elin kapısı çalınmaz ki!]
Yal: Köpeklere ve sığırlara verilen yiyecek.
Yalak: Küçük su birikintisinin olduğu yer.
Yalô: Alev. [Ataşın yalôsu göve çıkıya!]
Yandurmak: Pardaf atmak, yalan yanlış konuşup övünmek.
Yarıncımak: Başkasında olup da kendisinde olmayan bir şeyden dolayı üzüntü duymak hali. [“Çocuğu yarıncuma, una da al.”]
Yaşmak: Kadınların, yüz haricinde kalan baş kısmını örtmeleri.
Yazalamak: Etrafa yaymak. [Fındığı şöyle yazala etrafa.]
Yelikmek: Haksız yere taşkınlık yapmak, ileri gitmek. [Çok yelikmişti, başına bi şey gelice bellûdi!]
Yennemek: Herhangi bir dişi hayvanın yenini-memelerini aşağı sarkıtması, memelerine süt birikmesi hali.
Yerük yermek: Aş yermek.
Yeyi sene: Gelecek sene.
Yeynik: Hafif. Sebzv vb. gibi hafif yemekler. [“Yeynik adam”: Çabucak kavgaya girebilen, düşüncesiz davranan kişi.]
Yırtuk: Açık ve çekinmeden konuşan.
Yiti: Ekşi. [Ayran çok yiti!]
Yivdin: Acılığı ile meşhur bir ot çeşiti. [Yivdin gibi acı!]
Yoka: Yufka, derin olmayan.
Yoku [Avzının yoku]: Başkasının ağzının sürüldüğü yer. [Ben unun avzının yokunu yimem!/ Onun karıştığı işe bulaşmam]
Yoluk – palazlu: Üstü başı düzgün olmayan, yoksul.
Yuyup yıkamak! : Azarlamak, paylamak, ağzına geleni söylemek.
Yüklük: Yatakların tertipli şekilde düzenlenmesi hali.
Yürenmek: İğrenmek, tiksinmek. [Unun hiç yürenceliği yokdur.]
Yüzü gızartma: Bir tür gözleme.
Zahra: Değirmene öğütülmek için götürülen mısır çuvalı vb.
Zancını çekmek: Sıkıntısına katlanmak.
Zebellah gibi: İri yarı, cüsseli.
Zefil: Sefil, fakir.
Zelve: Çift sürülürken öküzlerin boynuna geçirilen ağaç halka.
Zeruri geçim: Zor, sıkıntılı geçim yapmak hali.
Zıbarmak: Aksilik yapmak, kendini ön plana çıkarmaya çalışmak.
Zımba gibi: Tok, doymuş, yiğit. [Mallar zımba gibi doymuş!]
Zıngazık: Ağzına kadar. [Zıngazık dolu!]
TABİRLER-DEYİMLER
Adam etmek/adam yapmak: İmece usulüyle yapılan çalışmalarda biri başkasının işine gidince gittiği yerden bir adam alacağı var anlamında.
Adam akullu: Fena halde, tam olarak: [“Adam akullu dövdü!”]
Adamı köpek yerine gomıya: Birinin, herhangi bir büyüğünün sözünü dinlememesi hali.
Adımı devüşdürürüm: Bir konuda kesin kararlı olmak ve iddiaya girmek.
Afır beşik: Âhir beşik, son çocuk.
Ah anacûm: Hoşa giden ya da kendisine acıma duyulan bir şeyden dolayı aşırı sevgi/heyecan belirtisi olarak söylenir.
Ahdı dutmak: Bedduası tutmuş olmak.
Ahret gardaşı: Karşı köylerden biriyle tanışıp dostluk kuran kişi, aralarında anlaşarak onunla ahiret kardeşliği kurar. Buna ahret gardaşlığı derler.
Aklım ayarım almıya: Bu işe aklım ermiyor, anlayamıyorum.
Al basmak: Lohusalık humması. Yeni doğum yapmış bir kadını kabus basması anlamında kullanılır. Bu tür kadınların yattığı yere tedbir amaçlı olark bıçak, Kur’an vb. koyarlar.
Aldın mı habarı / Git gabarı gabarı!: İşin gerçeği senin hoşuna gitmese de böyledir anlamında hafif tehdit ifadesi.
Ali okulu: Gece okulunda ya da askerde okuma yazmayı öğreten uygulama. [“Pek okuma bilmem: Ben ali okulu mezunuyum!”]
Allah sizi döllü döşeklü eylesin: Yeni evlenen çift için söylenen dua cümlesi.
Alnını garışlamak: Tehdit, uyarı. İşin zorluğunu belirtmek: “Ben bunu yapabilürüm diyen adamın alnını garışlarım!”]
Arpa yimek: Fena halde dayak yemek. [“Sâ öyle bi arpa yidûrüm ki!”]
Aşna fişna olmak: Biriyle ileri boyutta yüz göz olmak.
Avarak zavarak gonuşmak: İleri geri, yerli yersiz gevezelik yapıp durmak.
Azladım duzladım, … avzına bazladım: [Argo]: Çok konuşan, geveze birisi için söylenir.
Bacakları çartıl olmak: Fazla yürümekten dolayı çok yorulmuş olmak.
Baş yimek: Başına bir şey gelmek, zarar görmek. [“Fındık bu sene çok. Baş mı yîcek ne?!”]
Başına gagaç olmak: Yaptığı bir işten dolayı kişinin töhmet altında kalması hali.
Başının etini yimek: Bir konuda çok rahatsız etmek, ısrarcı olmak, muzırlık yapmak.
Başlık parası: Kız evinin damat evinden aldığı bir miktar para.
Bazlamanın ucundan dutıya: Henüz küçük olup da oruç tutamayan çocuklar için söylenir.
Belinin avını gırmak: Omuriliğinde hasar meydana getirmek, iyileşemeyecek şekilde zarar vermek.
Benim annımda enayi mi yazıya: Ben aptal mıyım, bana yutturamazsın!
Bertük: Ukde, acı. [“İçimde çok bertük var!”]
Bi bakîm, yimiyom: Bir bakayım, elinden almıyorum.
Bi tecük yanû var: Bir tek erkek çocuğu olan kişi için söylenir.
Biri beşden atmak: Aşırı mübalağalı konuşmak.
Biz topladuk delü dülü / Mevlâm versin dolu dolu: Mesela fındık tarlasında ürün toplama işi bittiğinde tarla sahibi için yapılan dua cümlesi.
Bobalı boynuma: Vebali boynuma, Allah hesabını benden sorsun ki!, bir tür yemin.
Bu dâ önce selede miydi sepetde miydi: Bu konuyu daha önce niçin hiç konuşmuyordunuz da şimdi gündeme getirdiniz, anlamında sitem sözü.
Buldukca bunamak: Bir şeyin daha fazlasını istemek. [“Sen de buldukca bunama!”]
Cânın yime: Kendini fazla yorma.
Cıbıl cıbıl yapmak: Küçük çocuğu banyo yaptırmak için söylenir.
Cinim hazetmez: Birinden hiç hoşlanmamak. [“Undan cinim hazetmez!”]
Cinsdür çeker, …dur gokar: Bir kötülüğe bulaşan kişinin, yakın akrabalarının da aynı istikamette olduğuna işaret için söylenir.
Cüzdâ galdı: Az daha kalsaydı. [“Cüzdâ galdı getdîdim!”]
Çakmâ çakmak: Önemli bir konuda karar verdikten sonra hiç beklemeden pazarlık yapıp işi bağlamak.
Çaput: Bez parçası.
Çığır açmak: Çok kar yağınca yol açmak için birinin önden giderek yol açması hali.
Çıv parça olmak: Paramparça olmak.
Çıvıl çıvıl yavıya: Çisil çisil yağıyor.
Çilesi yok: Yüzü hasta görünüyor, güçsüz – takatsiz. [Unun çilesi iyi görünmiya!]
Çivlüce yimek: Çiğ iken pişirmeden yemek. Haklamak, üstesinden gelmek: [“U çocuk, öbürünü çivlüce yir yahu!”]
Çocû galkmıya: Çocuk doğurduğu halde çocukları fazla yaşamadan ölen kadın için söylenir.
Çocûmun ölüsünü öpîm: Karşı tarafı temin etmek, bir şeye kesin karar vermek hali.
Çürük götlü şey/götü iş dutmıya: İşe pişkin olmayan, eline aldığı işi kararlılıkla devam ettiremeyen, çabuk hastalanan.
Darpada ukarı galkmak: Çabucak ayağa kalkmak.
Dilime samsak: Keşke dilime sarımsak değip yaksaydı da bu sözü söylemeseydim! / Sözümü geri aldım.
Dimmede yanında bitmek: Damdan düşercesine orada olmak.
Döneböcük atmak: Çok yağmak. [Gar döneböcük atıya!]
Döre galkmak: Özellikle gece hasta olan çocukların ana babasını uyutmaması halinde söylenir.
Dös dös gitmek: Sevilmeyen biri, istediği şeyi alamayıp gidince onun ardı sıra söylenir.
Duz daşı gibi yerinden galkmıya: Çok ağır, bakımlı.
Dünyaya ferman okumak: Meydan okumak, diklenmek, efelik yapmak.
Düşmanın böyle olsun: Bir iş bitince o işin sahibinin önüne mesela bir çalı parçası vb. koyarlar ve ‘düşmanın böyle olsun!’ diyerek bahşiş umarlar.
Düvcülük yapmak: Dünür gitmek, kızını istemek.
Ebe vurdu garar: Özellikle kız evlendirmek, tarla satışı yapmak gibi hallerde söz kendisinden kesilen kişinin verdiği karar.
Ebem öldü yeri bâ galdı: Biri oturduğu yerden kalkınca onun yerine başka biri geçer ve bu tekerlemeyi söyler.
Ekmek gözüme dursun [Ekmek Gurân çarpsın ki! / Ottûm yerden galkmîm ki!] : Bir çeşit yemin, temin etmek.
Eli pancar doğramıya: Kendisine yapılan saldırıya karşılık verir.
Elü yüzü hep güvermiş: Çok üşümüş!
Eli yüzü perzü gibi: Çok sağlıklı.
Eli yüzü turşu saçmak: Çok öfkeli olmak.
Erük cücük: Toptan, hepsi birden. [Erük cücük gelmişler!]
Evsük görmek: Eksikleri, ihtiyaçları gidermek.
Fortik gada boyu var, tüllü tüllü huyu var: Küçücük boyu var ama boyundan büyük işlere burnunu sokar!
Gabirde yerü dura yokdur: Dünyada iken pek çok haksızlığa bulaşmış biri için söylenir.
Gademola: Kademli, hayırlı olsun.
Gafası ambalaj olmak: Çok yorulmuş olmanın etkisiyle zihnî herhangi bir şeye girişememek hali.
Galbi ölük olmak: Acıması, şefkati bol, dinî konulara eğilimi fazla olmak.
Galdurmak: Bir kızı zorla kaldırıp kaçırmak: Kız kaldırmak. [a-Kız kaldırmak: Kızın rızası olmadan zorla götürmek. b- Kız Kaçırmak: Kızın rızası dahilinde kızın kendisinin başka birine kaçması hali.]
Gammâna binmek: Kıpırdayamaz hale getirmek, kontrolünü ele geçirmek. [“Boynunun gammâna bindim!”]
Gan ayaklu: Kan ayaklı, pısırık, aciz.
Gannı tüfek atıya: Doğumu yaklaşmış kadının karnının büyümesi hali. Karnı burnunda.
Garışık garışmak: Görülür bir sebep yokken başı ağrımak, sürekli esnemek ve dermansızlık hali. Bu durumda olan biri kendisine “garışık duaları” okutur.
Gazı goz annamak: Söylenen sözü yanlış anlamak. [“Sen de gazı, goz annama!”]
Geçileri gaçurmak [Geçilerim başıma geliya!] : Beni çok kızdırıyorsun!
Gelin gibi: Meyvesi çok olan ağaç için söylenir. [“Ağaç gelin gibi, yıkılıya! Dibi de sergü gibi!”]
Geri gonuşmak: Zıt, aykırı fikirler ileri sürmek. [“Sen bazen geri gonuşuyon!”]
Gıcıra bükmek: Gasbâne, zorlayarak. [U gız gıcıra bükme gocıya gitti!]
Gıldır gıldır işini yürütmek: Kendi işiyle ciddi şekilde ilgilenip sorunlarını halletmek.
Gırma goymak: Evde veya bir toplulukta kavga çıkarıp insanların huzurunu kaçırmak.
Gızma bavlamak: Kavga etmek için bahane aramak.
Gız satmak: Kızını evlendirmek, yuvasını kurmak.
Goca kiskil: Saçı başı dağınık biri için söylenir.
Gorkuyu geçirmek: Herhangi bir kişi ya da ürünün zamanında derlenip toparlanması. [Yağmur yağmadan fındığı guruttuk. Fındık artuk gorkuyu geçürdü!]
Göz haggı: Göz hakkı. Herhangi bir meyve vb. biri görünce sahibinden bir miktar ister ve buna göz hakkı derler.
Gözü götürmemek: Onuruna yedirememek, kıskanmak, çekememek.
Gözü kesmek: Bir yerlerden tanımak / Birine dövmek için gücünün yeteceğine kanaat getirmek.
Gudura! [Hudura / budur ha!]: Lades yapan iki kişiden birinin öbürünü yenince söylediği söz.
Gurtlarını dökmek: İçindekini anlatmak, bir araya gelip ferahlamak, sohbet edip dertleşmek.
Gücü gurumak: Onuruna dokunmak, kederlenmek, üzülmek.
Gülk: Gurk olmuş tavuk.
Haldan zardan galmak. Güçten, takatten düşmek.
Hay gidi hay: [Bir şeyi beğenmiş olmanın ifadesi.]
Hallik bırakmamak: Güçten, takatten düşürmek, etkisiz hale getirmek.
Hasır kesmek: Aşırı ziyanlık vermek. [Mallar tallî hasır kesmiş!]
Her tarafı dırımak: Etrafı kısa zamanda dolaşıp bulduğunu toplamak.
Her tarafın fethini veriya: Aşırı afacan çocuklar için söylenir.
Hır mı hayır mı? : Uzaktan gelen biriyle hoş beşten sonra “ne var ne yok / geliş sebebin nedir?” anlamında söylenir.
Hiç lam cim etme: Hiç ileri geri konuşma.
Höngede geçmek. Hasta olunca birden zayıflayan çocuklar vb. için söylenir.
Irımeli gavuru: [Urumeli, Ermeni gavuru!] Zalim, acımasız.
Kel gızın emê, delü gızın yumâ aha bu [Kel kızın emeği, deli kızın yumağı işte bu!]: Elde edilen hasılat için kullanılır.
Kenâlu gonuşmak: İmâlı, birilerine dokundurarak konuşmak.
Leyliye muhtaç olmak: Beş parasız kalmak, fakir düşmek.
Mahracını almak: Oyuna dalan çocuğun yeterince oynaması, birinin bir şeyde doygunluğa ulaşması hali.
Miz miz etme, şıpırak ol: Biraz hızlı-hareketli ol, işi ağırdan alma.
Mort dillü: Kaba ve gönül yıkıcı konuşan.
Müsübiyen/sıbyan/çocuk musgası: Çocuğu olmayan kadınların şifa niyetiyle üzerinde taşıdığı muska.
Müşşek gibi oturmak: Üzerine düşen işi yapmayıp bir kenara oturmak anlamında hafif hakaret ifadesi.
Ötsün de görelim: Yeni olarak alınıp da medhedilen bir şeyin maharetini görmek için söylenir.
Öyle yâma yok [Öyle yağma yok!] : Yapılan bir işe karşı çıkmak için söylenir.
Pıtım pıtım pıtlamak: Tedirginlikten dolayı sıkıntı içinde olmak.
Seni ecünnüler gabizlemiş: [Cin çarpması hali ya da kişinin normal dışı hareketinde söylenen söz.]
Pöyürede yaş gelmek: Hiç beklenmedik şekilde hemen ağlamak.
Senin balık aradûn gölde yâniş bile yok: Boşuna o konunun peşine düşme./ [Yâniş: Dere suyunda yaşayan küçük bir canlı.]
Seninki gafa da benimki gofa mı?: [Hep sen mi akıllısın?!]
Seyirdim bazarı gelmek: Hızlıca koşup gelmek.
Sırtını çirpi çubûnan yakmak: (Özellikle çocuklar için:) Çok dövmek, canını acıtmak.[Sırtîn çirpi çubûnan yakarım bak!]
Sırtın dömbeleğini germek: Çok dövmek. [Sırtîn dömbelêni gererim senin!]
Sim sim etmek: Yavaş yürümek.
Sônaki yamalık insana yakışmıya: İkinci evlilik insana pek huzur getirmez! / [“İlk bahtım can tahtım!”]
Suyu gözünden bulamak: İşi başından bağlamak.
Şepi gapmış: Hastalanmış.
Şakıldak kesilmek: Yağmur altında sırılsıklam olmak.
Şeytan aldatması: Kişinin uykuda ihtilam olması hali.
Takdalu köy: Kabristan. [Takdalu köyü boylamak!]
Tasır tasır yarılmak: Yer yer çatlamış olmak. [“Toprak gurakdan tasır tasır yarılmış!”]
Umma etmek: Çok bekletmek.
Undan-cuvazıma: Ondan sonra.
Velâ havle dedütdimiya! [Velâ havle dedittirmiyor]: Hiç vakit kaybetmeden tuş etmek, devre dışı bırakmak.]
Vera bayrâ dikmek: Aşırı tepki duymak, karşı koymak.
Vurancı öküz gibi bakmak: Düşmanca bakış sergilemek. [“Ne u! Vurancı öküz gibi bakıyon?”]
Ya herru ya merru: Ya öyle olur ya da böyle. İkisinden biri.
Yâ mevlâsını almak: Gönlünü almak, görüşüne değer verdiğini hissettirmek.
Yaf yanmak: Hayıflanmak.
Yatak döşşek olmak: Evlenmek, yuva kurmak.
Yazuda galmak: Orta yerde kalakalmak.
Yılkı gibi: Çok hareketli, kötü ahlaklı.
Yüz göz olmak: Kendi işini halletmek için biriyle yakından dostluk kurmak.
Zırangada verilmek: Yere fena halde düşmek.
KUMRU HABER EDİTÖRÜ BEKİR AKKAYA'NIN NOTU:
SİTEMİZDE YAYINLANAN ARAŞTIRMA YAZISI
VE TÜM YAZILARI VE SİTEMİZDEKİ TÜM YAZILAR VE DÖKÜMANLAR İLK KEZ SİTEMİZDE YAYINLANMAKTA OLUP İZİNSİZ ALINMASI TELİF HAKLARI YASASINA GÖRE SUÇ TEŞKİL ETMEKTE OLUP TÜM ÜÇÜNCÜ ŞAHISLARA TEKRAREN HATIRLATIRIZ.....
--
6/29/2010 03:54:00 AM tarihinde Editör: Bekir Akkaya tarafından "KUMRU HABER" ARŞİVİ (GÜNCEL YAZI VE HABER): EDİTÖR: Bekir AKKAYA adresine gönderildi
....................
© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............
Kimi zaman elimde kağıt kalem bir şeyler not alırken köydeki yakınlarım bunu biraz küçümsediler, sanki lüzumsuz bir işle uğraşıyor olmamdan dolayı bana gülüp geçtiler. Ben de onlara gülüp geçtim…
Yıllar da geçip gidiyordu. Bendeki kelime listesi de uzayıp gitti yani yıllandı ve/veya olgunlaştı. En azından bir lügatçe yazmaya elverişli hale gelmişti. Osmanlı’nın son zamanındaki örf-âdetlere, yerel ağızlara dair yazılmış eserlere baktığımızda nice kelimenin, deyimin, tâbirin artık gündelik hayatımızdan uçup gittiğini görürüz. Kelimeler de birer canlı gibidir. Onların da tazelikleri, olgunlukları ve ihtiyarlıkları ve tabi ölümleri vardır. Bu noktada mühim olan, tarihe, bir yerlere not düşmek, onları sonraki nesillere aktarabilmektir. Aksi halde kendi kelimesini unutanlar iş başa düşünce herhangi bir çeviri yapmaya kalkıştıklarından bunu kendi hazinelerinden bulup çıkarmak yerine başkalarından borç alırlar. Bu borç yükü arttıkça zamanla başka dil/diller gelip bizim dil/(düşünce) ülkemizi-vatanımızı pekala işgale kalkışabilirler. Tarih bunun örnekleriyle doludur, tabi ibret alanlar için.
Özellikle 1980’li yıllarda köyümüzün gençleri para kazanmak için gurbete açıldılar. Önceleri yılda altı yedi ay kalıyorlardı gurbette. Sonra baba ocağına gelip gurbet hikayeleri, geleceğe dair hayal ve umutlarını büyük bir iştahla anlatıyorlardı. Zamanla altı yedi aylık gurbetler on aya ve bir yıla uzadı. Nihayet kimileri yavaştan yavaştan eşini ve çocuklarını çalıştığı yerlere götürmeye başlamıştı. Böylece köylü, şehre göçüyor, farklı iklimlere yelken açıyordu. Bütün bunlar olup biterken şehire taşınan ya da şehirde doğan çocuklar artık dede-ninelerinin kullandığı köydeki yerel ağzı da unutuyorlardı. Ve bu gayet tabii bir durumdu. Bu noktada asıl dikkat edilmesi gereken şey, evlerimizin baş köşesinde birer eğitmen olarak duran televizyon (medya, internet vb.) dilinin artık yetişen neslimizin de dili olma yolundaki aldığı mesafeydi. Böylece nice yerel kelime-dil de kendiliğinden kaybolup gitme tehlikesiyle baş başa kalıyordu.
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle yerel dildeki kelimelerin, konuşma dilinden örnekler verilerek tesbit edilmesi konusu bende iyice yer etmişti. Zira kelimelerin konuşma dilindeki halleriyle yazılması, onun cümle içinde nasıl kullanıldığını da göstermiş olurdu. Bu açıdan aşağıdaki lügatçede/derlemede kelimeleri yerel ağızla ve bold renkte verdim. Anlamlarını ise iki noktadan (:) sonra açıkladım. Eğer kelime birbirinden farklı anlamları muhtevi ise aralarına virgül koydum. Şayet bir tür deyim-tâbir olarak da anlamı varsa bu durumu kelimeler arasındaki noktadan sonra açıkladım ve ondan sonra da köşeli parantez içinde konuşma dilindeki bir cümle ile verdim. Burada kaleme alınanlar benim tesbitlerimdir. Eksiği gediği olması ise gayet doğaldır. Her birinin, ceddimizin hayat tarzı ve dünya görüşüyle örtüşen hatırası olan bu yerel kelimelere yeniden hayat verebilmek elbette en kalbî temennimizdir. Zira bir dil ancak kendi derûnundakileri günyüzüne çıkartarak zenginleşir, o dili konuşanlara yeni düşünce ufukları açar. Başkalarından alınan kelimeler de bile hep bir yabancılık hissi söz konusudur. Dil yabancılaşırsa o dili konuşanlar da kendilerine yabancılaşır. Bu durumda kişinin, iç dünyasında kendisiyle ve yaşadığı toplumdaki insanlarla anlaşabilmesi gittikçe zorlaşır. Öyle ya, bir filozofun deyimiyle; kavramlarda anlaşabilseydik kavga etmezdik!
KÖY KELİMELERİ
Aba: Çeket.
Abramak: Kavramak, anlamak.
Abrul: Nisan ayı.
Abu: [Abla ?], teyze, hala anlamında yaşlı komşu kadınları.
Acımuk: Ekşimeye durmuş, acılaşmış.
Acôza: Haşarı, başkalarına zararı dokunan geçimsiz kişi.
Adını avmak: Adını anmak, zikretmek, hatırlamak. [Unun adını avma bâ!]
Afır: Ahır, ağıl.
Ahrında: Ahirinde, sonunda.
Aldır ayaz: Korumasız, bakımsız. [Evin içi aldır ayaz, her yandan soğuk geliya!]
Ameden: Aniden, kasten.
Ana: Anne, değirmen oluğundaki su akanağı yeri.
Ânalamak: Eşeğin yerde yuvarlanarak sırtını kaşağılaması hali.
Arnak: Arın, hafif yamaçta göz önünde bulunan yer.
Aruk: Çelimsiz, ufak tefek.
Aşana: Oda.
Avaralık: Boş vakit, işin gücün olmadığı zaman.
Avdurmak: Ağır gelmek. [Yükün bi tarafı avduruya.]
Avız ükenmek [ağız öykünmek]: Birini kötülemek manasında onun taklidini yapmak.
Avkuru: Hafif yamaç. [Avkuru yoldan gidicêm.]
Avmak: Gitmek, kovulmak. [Fazla gonuşma, avarsın şimdi!]
Avzını aramak: Herhangi bir konuda ne düşündüğünü yoklamak. [Şöle bi avzını ara bakalım.]
Avzının payını vermek! : Gerektiği ölçüde karşı tarafı susturucu söz söylemek, susturmak, dövmek. [Şunun avzının payını versene!]
Ayruseçü yapmak: İkircikli davranmak, ayırım yapmak, çifte standart.
Badal: Merdiven ve iskelenin her bir basamağı, bir yukarısı.
Balak: Manda yavrusu.
Bardabaş: Aksi, haylaz. [ Ne gada bardabaş şu çocuk!]
Basurmak: Aksini söylemek, ters hareket etmek. [Boş yere suçûn geri basurma! / Soba geri basurıya.]
Başı boydak: Başına buyruk, söz dinlemeyen.
Başı esellü: Başı eserli, biraz deli tipli, nerede ne yapacağı belli olmayan biri.
Başını bavlamak: Başını bağlamak, nişanlamak, evlendirmek, yuvasını kurmak.
Başından ırımak: Başından savmak, yanından uzaklaştırmak.
Başlık: Hayvanların başına takılan ip.
Batukcu: Elindeki imkanları har vurup harman savuran, müsrif.
Bavlama [bağlama]: Büyük bahçe.
Bazar ekmeği: Pazar-şehir ekmeği, buğday ekmeği.
Behlemek: Önceden belirlemek, yerini tayin etmek.
Bel: Toprak kazmaya yarayan iki tane uzun ucu olan bir alet.
Berinnemek: Uykudan korkarak uyanmak.
Bertilmek: Burkulmak.
Beslek: Hizmetçi, köle.
Beybazarı olmamak! : Düşünmeden karar vermek, beklenmedik davranış sergilemek. [Onun hiç beybazarı olmaz!]
Beyni çelpeşmek: Bunalmak, hafif şuur kaybı yaşamak. [Iscakdan beynim çelpeşdi.]
Bıhtı gibi: Oldukça besili, gürbüz, sağlıklı. [Şuna baksana. Bıhtı gibi et!]
Bıldır: Geçen yıl, evvelki sene.
Bıraşannuk yapmak: Bozgunculuk çıkarmak.
Biçik: küçük buzağı, dana.
Bidek: Küçük bitki tohumu. Küçük oranda: [“Bidek burunnu şey!”]
Biyammada: Bir hamlede, çabucak, göz açıp yumana kadar.
Bölce/fasile: Fasülye.
Börken: Böğürtlen.
Buruk: İnatçı, biraz kendini beğenen.
Buvazı çöpcek gibi! : Çok zayıf! Marazî.
Buymak: Üşümek. [Çok buydum!]
Bürün: Yarından sonraki gün, öbür gün.
Calaz: Ateşin yukarı doğru çıkan kıvılcımları.
Cavraklamak: Çalışırken işte yılgınlık göstermek.
Cember: Baş örtüsü.
Cemek: Sabandaki toprak ve çamurları silmek için övendirenin başına takılan metal parçası.
Cenâbet: Cünüplük hali.
Cereme: Ceza, karşılık.
Cenik: Rakım olarak yayla gibi yerlerden daha aşağıda bulunan köyler.
Cerge: Zayıf, naif yapılı.
Cıbban çalmak: Alkışlamak, alkış tutmak.
Cıbır: Fakir, meteliksiz.
Cılduruk: Az bir miktarda olup akan. [Cılduruk su.]
Cılga: patika, dar.
Cılk: Ekşimiş, bayatlamış. [Yumurta cılkımış.]
Cımbırt gibi: Yiğit ve boylu boslu. [Cımbırt gibi delügannu.]
Cımbış: Kişinin hanımıyla oynaşması, şakalaşması hali.
Cıngar para: Ufak metal paralar.
Cırcır: Fermuar.
Cırt: Tam olmamış, eksiği gediği olan. [Cırt daru.]
Cıv gibi: Su gibi, fidan gibi, genç yaşta. [Cıv gibi delügannu.]
Cıvık: Akıcı, sulu. Geçimsiz: [U çok cıvık biridür!]
Cicik: Meme. Birini beklenti içine sokmak: [“U, ötekine cicik vermeseydi böyle olmazdı.”]
Cicoslu: Aşırı süslü, fiyakalı.
Cilim: Çok fazla, katmerli. [Yollar hep cilim çamur!]
Cim savcısı: Cumhuriyet savcısı.
Cimcük atmak: Kıpmak.
Cin başına-cin yalôz: Tek başına, yapayalnız. [Cin yalôz evde nas durıya acaba?!]
Cini zaman: Çok eskiden beri var olan. [Cini zamanın yolu orası.]
Cirit gibi gayıya: Çok kaygan, tehlikeli yol.
Ciyanker: Cihangir, atılgan, gözü pek, yırtıcı.
Ciymaklamak: Yırtmak.
Coruk: Zayıf, çelimsiz, naif yapılı. [Bu çocuk ne gada coruk ya!]
Cöke: Kısa boylu tombul erkekler için lakap.
Cuvul/tömentü: Biçilen mısırların deste yapılarak beş on tanesinin dikili şekilde bir araya getirilmiş hali.
Cürümsüz: Naif yapılı, zayıf bünyeli.
Çakmak: Birden saldırmak. [Tovuklara dilki çakmış!]
Çalgaruşlu: Havanın yağdım yağacak olması hali. [Hava bugün çalgaruşlu, üstên bişi al!]
Çalım: Benzemek, tafra atmak, kabadayılık taslamak. [Bi çalımı falanca gibi. / Niye çalım atıyon?!]
Çamur çökek: Aşırı çamurlu olma hali.
Çangal: Biraz uzunca çubuk, sırık.
Çekiş: Kavga, niza hali. Çekiş/niza etmek: [Unnarınan çekiş ettük!]
Çeküntü: Mısırın el değirmeninde ufalanmış hali.
Çetillik: Çetir ağaçlarının olduğu fundalık yer.
Çaturmak: Birini kötü bir iş yaparken yakalamak. [“Fırsızlık yaparken çaturdum unu!”]
Çevrük: Etrafı çitle çevrili yer, tarla.
Çımuk: Çok yağmurlu. [Bu yıl çımuk gitti.]
Çıpır: Cilt lekesi. [lakap: (mesela): Çıpır….]
Çıtan: Filiz. [Ağaç çıtan vermiş.]
Çimmek: Banyo yapmak, yıkanmak, gölde-denizde yüzmek.
Çismük: Çiseli, puslu hava.
Çite bacak/îne bacak: Bacakları ince olan kız-kadın için hafif manada hakaret için kullanılır.
Çitil: Kavgacı, gürültücü.
Çovuş: Kelek. [Daru hep çovuş atmış!]
Çökülcen: Baharda beyaz renkte çiçek açan ve yemeklerde kullanılan bir çeşit ot.
Çölük: Basık, içe dönük. [Çölük burun.]
Çöplük: Avlu, evin etrafındaki bahçe.
Çöreklenmek: Bir yere iyice yerleşmek.
Çörtük: Küçük armut, dağlarda kendiliğinden yetişen küçük armut.
Çötelemek: Zor bir durumdan kurtulmak için uğraşmak. [Tavuk orada govuğa girdi. Şimdi çöteleyip duruya.]
Daklaşmak: Dalaşmak, sürtünmek, kavga için bahane aramak.
Dalaklanmak: Böğrüne ağrı girmek. Çok dövmek: [“Seni dalaklarım valla!”]
Dânamak: Kınamak. [Nefret ve kınama: “Eh eneym! Daşlarım dânasın!”/ “Dânama başân gelür!”]
Daru: Mısır danesi/daneleri. [Daruyu hambara goydum.]
Delek: Saf, hakkını savunamayan, kendisine verilen işi başaramayan. [“Ekmek delê!”]
Dem geçmek: Kan kaybına uğramak.
Depükleşmek: kurumak, yürünür hale gelmek. [Yol çamurdu, depükleşmiş.]
Desdi geçmek: Hatırı, nazı geçmek.
Dımdızlak galmak: Beş parasız, yalnız başına orta yerde kalakalmak.
Dili gadanmak: Şok geçirme halinde konuşamaz duruma gelmek.
Dilleşmek! : Geri sırtarmak, çene kavgası yapmak. [Ne dilleşip duruyosuz!]
Dilliksiz! : Geçimsiz, huysuz, sürekli çene kavgası yapan.
Direcen: Eşeğe yük yüklenirken bir tarafa dayanak için konulan odun parçası.
Dokurcun daşları: Bir evin temelinde yer alan büyük taşlar.
Dolukmak: Ağlamaklı hale gelmek. [Çocûn üstüne gitme, iyice dolukdu!]
Dörmedökün: Etrafa atılıp saçılmış, dağınık. [Evin için hep dörmedökün!]
Dört ellü çalışmak: Çok gayret etmek.
Dövmek: İç etmek, temizlemek, kabuğundan ayırmak. [Patoz fındığı dövdü.]
Dumlamak-dum etmek: Boylamak, boyunu aşmak. [Göl çok derin, adamı dumlıya.]
Dutuk: Tutuk, serbest konuşamayan, hakkını savunmaktan aciz.
Düve: Biraz büyücek dişi dana.
Ebemguşâ: Gök kuşağı.
Ebrüm: Yiğit, semiz.
Ecir: Cereme, ceza, karşılık.
Ecit becit: Ye’cüc me’cüc.
Ecri çıkmak: Acısı, sıkıntısı sonradan görülmek. [Üstûn iyi giyin, yoksa ecri sôna çıkar!]
Ecünnü: Cin.
Effan / effannamak: Ehven, kolay, rahat, hastalık vb. iyileşmesi hali.
Ehli guguk: Ehli hukuk, bilirkişi heyeti.
Ekmek deleği! : Pısırık, bir işi beceremeyen, içe kapanık kişi.
Eleme: El emeği parası. [Eleme parası ne gada?]
Ele mustâk olmak: Müstehak-elverişli olmak, kocaya gitmeye müsait yaşa gelen kız. [Artuk ele mustâk olmuş.]
Elemüt gibi! : Oldukça maharetli, hamarat. [Elemüt gibi gız!]
Eli tîtebar galmak: Beş parası kalmamak, fakir düşmek. [Elîn tîtebar bırakma!]
Ellême: Herhalde, galiba, sanırım. [Unun adamı çalışıya ellême?]
Emen: Patates ocağı vb.
Emişik: Süt kardeşi olmak.
Ensavat: Dere üstü gibi yerlerde hafif çıkıntılı tümsek yer.
Erinmek: Tembel davranmak, üşenmek, işi gözünde büyütmek. [“Orıya gitmiye eriniyom.”]
Esellü: Eseri olan, tuhaf hareketler sergileyen.
Etemin: Kanaviçe.
Evlek: Küçük bir parça yer.
Evmek: Acele etmek.
Eyin-eski: Giyecek elbise vb.
Eyiş: Sac üzerinde ekmek pişirmeye yarayan demir alet.
Eylenmek: Beklemek, bekletmek, durmak. [Az eylen, ben de geliyom!]
Fedik: Suda pişirilmiş sütlü mısır.
Ferfelemiş: Bunamış, aklı zayıflamış, ihtiyarlamış.
Ferik: Biraz büyümüş dişi civciv.
Fılıka gadar: Küçücük yer, daracık bir mekan.
Fırakdu: Çit, engel. [Tallıya fırakdu bekiddim.]
Fırkıl: Armut, elma vb. meyveyi ateşte buğulamak; [Fırkıl gibi: Etli butlu, bakımlı.]
Fingilim atmak! : Fink atmak, ortalıkta dolaşıp durmak.
Finişge: Küçük afacan çocuk.
Fitozlu: Hotozlu.
Gabala: Kabaca, detaya inmeden. [Bu tarla gabala şu gadar fındık verür.]
Gabêt: Kabahat, hata.
Gabizlemek: Bir yeri tutmak, ele geçirmek.
Gaçurmak: Alıp götürmek, söndürmek. [Işığı gaçur.]
Gadanmak: Konuşamaz olmaz. [Dili gadanmak.]
Galça güğümü: Kalça güğümü. Kalça üzerine konularak su taşınan büyük güğüm.
Galduruk: Dağlarda bahar mevsiminde ortaya çıkan ve yemeklerde kullanılan geniş yapraklı bir çeşit ot.
Gamalak: Hızlı hareket edemeyen, işi ağırdan alan.
Gamıyolu: Kamu yolu, kamyon yolu, asfalt yol.
Gan ayaklu! : Tembel, hakkını savunamayan. [U çocuk çok gan ayaklu biri!]
Gancık: İki yüzlü, güvenilmez, köpek ve eşeğin dişisi.
Ganı gaynamak: Yerinde duramamak, afacan, çok hareketli olmak. [Çocuğun ganı gaynıya!]
Gansız: Acımasız, merhametsiz kişi.
Gapcuk: Fındığın kabuk kısmını çevreleyen en dış kısmı.
Gara dutmak: Kinini unutmamak, hırsını saklamak. [Sen çok garacısın!]
Gapdaç: Küçük su deposu.
Garez: Kin, nefret.
Gargaşannuk: Kargaşa hali.
Garsalamak: İncitmek, acıtmak, sarsmak. [Çocû garsalama!]
Gartubu/gostil: Patates.
Garuşduma: Mısır ekmeğinin tereyağıyla kavrularak yapıldığı bir tür yemek.
Gatgatıya-gatagat galmak: Neticede iş başa düşerse. [Gatgatıya galınca yaparım.]
Gav gibi: Çok hafif, yeğnik.
Gavilci: Aldatıcı, tehlikeli. [U çok gavilci bi köpekdür!]
Gavilleşmek: Karşılıklı olarak bir konuda anlaşmak, söz vermek.
Gavlamak: Uçuk. [Dodakları gavlamış.]
Gazel: Yere dökülmüş yapraklar.
Gebeş/çölmek garın! : Şişman, karnı büyük biri. [Kara mizah: “Çölmek garınnu şey!”]
Gecirük: Kışın hayvanlara verilen saman-alaf karışımı ot.
Geçük: Geçmiş, zayıflamış, ihtiyarlamış.
Gegek: Kapıyı kilitlemek için kullanılan hafif kalın çubuk. Zayıf kişi: [Gegek gibi galmış!]
Geğel olmak: Olgunlaşıp kabuğundan çıkar hale gelmek. [Fındık artuk geğel olıya.]
Gelemârı: Bir çeşit ot.
Gelô: Geme, büyük fare.
Geniş olmak: Sabırlı, temkinli, teenni ile hareket eder olmak.
Gıdık: Küçük sepet.
Gıdım gıdım: Az az, parça parça. [Şunu gıdım gıdım yi!]
Gılibük: Kılıbık, karı kafalı, hanımının dediğinden çıkmayan.
Gılik: Küçük ekmek parçası.
Gınuk: Aç gözlü, muhteris. [Hakaret için: ‘Gınuk şey!’]
Gırkmak: Kırpmak, traş etmek. [Goyun gırkma zamanı geliya.]
Gırnap: Kutu, çuval ağzı vb. bağlamak için kullanılan ip.
Gısmuk: Cimri.
Gışmuk: Tekme, çifte. [Eşşên gerisinde durma, gışmuk atar!]
Gıvılada: Hemencecik, çabucak. [Tavuk gıvılada yere çöktü.]
Gıyô: Damat.
Gıyluk: Temiz, yeni. Mesela herhangi bir meclise gitmek için hazırda tutulan yeni pantolon.
Gıypuk: Küçücük, minnacık. [Una bir gıypuk yer vermemiş!]
Gidişmek: Kaşınmak.
Girebi: Bir çeşit odun kesme aleti.
Girempe: Girişken, atılgan, müteşebbis ruhlu.
Goca gafa! : Kıt zekalı, ahmak.
Gocuk: Kalın kış giyeceği, baş kısmı da olan içi yünlü dış giysi.
Godalak: Gönlü büyük, bir miktar kibirli.
Gogil: Fes, kışın başa konulan yünlü giysi.
Gollamak: Korlamak, ateş içinde pişirmek. [Patadis gollaması iyi olmuş!]
Gompay gurmak: Grup oluşturmak.
Gopca: Düğme.
Gopuk: Güzel giyimli ve kibirli kişi.
Goruk: İçi boş. [Goruk fındık.]
Gôz: Tam dolu olmayan. [Çuvalın avzını gôz bırakdım.]
Göden: Kurbağa.
Göğnü büyümek: Nazlanmak, muhatabı pek dikkate almamak. [Senin de göğnün/gönlün büyüyüp duruya!]
Göğnümüş-bılkımış: Tam olmuş, olgunlaşmış.
Gölmeç: Gölet.
Göncük: Kuytu, hafif karanlık ve çukur yer.
Görümder: Bakıma muhtaç.
Gösdügöbelek: Köstebek.
Gövün yalı gatı: Çok yüksek.
Gözleri çakmak çalmak: Uyanık, açıkgözlü olmak.
Gözü almak: Hafif uykuya dalmak.
Guguk gibi: Sevimli, güzel, hoş. Derli toplu: [Guguk gibi sakalı var!]
Gurum: Kurum, baca isi.
Guruvaz: Zayıf, çelimsiz.
Guvak: Saçtaki kepek.
Gülderiç: ağaçtan mamul kepçe. [“Gülderici versene.” Tabir: Vermiş gülderici ataşın altına!]
Gün geçmek: Güneş çarpması hali. [Dışarda fazla dolaşma, başân gün geçer.]
Haçan: Ne çabuk! [Haçan geldin?!]
Haklamak: Üstesinden gelmek.
Halbur: İri gözenekleri olan bir kap.
Hamaylo: Boğaza takılıp taşınan muska.
Hamuraguyma: İçine patates, fındık vb. konularak pişirilen bir çeşit hamurlu yiyecek.
Harar: Büyük çuval.
Hasim: Hasım, düşman.
Hayalamak: Sezinlemek, hafiften farkına varmak. [Davşan, köpê hayaladı!]
Hayat: Çimenlik alan, harman yeri.
Haybiyeye: Boş yere, gereksiz şekilde.
Heder: Utanma, sakınma, haya duygusu. [Şuna bak, hiç hederi yok!]
Helbet: Elbette.
Helâ: Tuvalet, ayak yolu.
Helesin: Hele ki, meğer ki.
Hemi! : Öyle mi? [Sen geldin hemi?]
Heral: Herhalde.
Hıkbuvaz etmek! : Konuşturmamak, sözü ağzında koymak. [Sen de çocû hıkbuvaz etme!]
Hıkdan hıka sokmak: Köşeye sıkıştırmak, eziyet etmek.
Hırtlak: Gırtlak.
Hışım buvazına yimek/Hışım buvazlu: Mide düşkünü (şikemperver) / (Hakaret: ) Kendisine verilen görevi yapmayan için söylenir. [Ekmê alıp gelmedin, şimdi hışım buvazân yiyon!]
Holluk: Tavukların yumurtladığı yer.
Horata: Kırıcı söz. [Ne u! Horatandan geçilmiya?!]
Horkuç-holtak: Çok büyük, gevşek, sıkı olmayan. [Lasdik, ayâma holtak geliya!]
Hors atmak: Fors atmak, havalı yürümek.
Horuk: Meyve ağaçları için korumalık/korkuluk.
Horutmak: İstenilen karşılığı elde etmek. [U talla beni horutmadı.]
Hozan: Bakımsız, kendi halinde. [Talla hozan galmış.]
Höbek/tömentü/çömen: Öbek, mısır destelerinden yapılmış düzenli büyük yığıntı.
Hökelâlık yapmak: Efelik taslamak, zulmetmek.
Höl/hölümek: Islak/ıslanmak. [Yağmurda hep hölüdüm!]
Höngül: Yemek yapılan bir tür bitki.
Hösük: Olmamış, olgunlaşmamış. [Hösük daru.]
Hötellemek: Ateşte pişirilen sütlü mısır vb. biraz fazlaca pişirmiş olmak.
Ikbala: Bahtına, şansına ne çıkarsa.
Irsızlamak: Kimsesiz hale gelmek. [Gördüm de oralar ırsızlamış!...]
Işgun: Işkın, filiz.
Işmar: El veya gözel yapılan işaret. [Işmar etmek: El işaretiyle çağırmak.]
İciklemek: Gözetlemek, tarassut etmek. [Ne icikleyip duruyon! /Çocuklarla oyun oynamak için denilir: “İcik, bê!”]
İçer: Evin mutfak kısmı.
İlenmek: Beddua etmek.
İlisdir: Bir çeşit süzgeç görevi yapan kap. Delik deşik etmek: [“İlisdir kesmiş adamı!”]
İlkmek: İteklemek, ileri doğru itmek.
İtdirisen: Gözde çıkan arpacık.
Kaklık: Balgam.
Kartlak/katırak: Çabuk kırılan, kırılgan olan. [İncir ağacı çok kartlakdur!]
Kebiç: Orta boy, hafif küçük. [Kebiç gaşuk.]
Kef/keyif bağışlamak: Gönlünü etmeye çalışmak.
Kekildek: Kekeme.
Kemre: Hayvan gübresi.
Kenef: Ayak yolu, tuvalet.
Kensine satmak: Önemsememek, değer vermemek.
Kepez: Balıkların bolca bulunduğu yer.
Kerat cetveli: Kerrât cetveli, çarpım tablosu.
Kerkele sürmek: Bir konuda muhataba söz dokundurmak. [Kerkelen al da kürkên yama!]
Kersen-teyin: Sincap. [Fındığı kersen yimiş!]
Kesek: Büyük dilim.
Kesemek: Odun elde edilen fundalık orman.
Kese: Kısa, uzatmadan. [Keseden konuş!]
Kesmük: Meyvenin yenilmeyip de geri bırakılan yeri.
Kesük-avız: Yeni doğum yapmış ineğin sütü.
Keşik: İmece yapmak.
Kevük: Mısır koçanında danelerin üzerinde dizili bulunduğu kısım, mısır koçanı sapı.
Kirez ayı: Haziran ayı.
Kirmit: Sütlü mantar.
Kokla: Dantela ipi yumağı.
Kökelemek: Üzüm ağacından bir parça alıp kök salması için toprağa koymak.
Köllenmek: Paslanmak, kullanılamaz hale gelmek.
Külek: İçine inek yağı konulan tas. [Argo: “Külek gafa!”]
Kültürej olmak: Bir yeri kırılmak, hareket edemez olmak.
Küsek: Çabuk küsüp darılan.
Küt olmak: Hareket edemez halde olmak.
Kütmek: Tahtadan yapılmış bir çeşit tabure.
Küyüretmek: Kayır kuyur ses çıkararak bir şey yemek.
Laflamak: Sohbet etmek, dedikodu yapmak. [Laf dinlemek: Söylenen söze itibar etmek.]
Lengelek: Ağzına kadar dolu.
Leşbellik: Rençberlik, ziaatle uğraşmak.
Likat: Rekat. [İki likat namaz gıldım.]
Mada: İştah. [Unun madası iyidür.]
Mahna: Sebep.
Maksa: Mahsusen, kasten.
Mar almak: Birden ateş almak, tutuşmak.
Mâsumamak: Önemsememek, dikkate almamak. [“Beni hiç mâsumıya işte!”]
Malak: Karşı oyuncunun attığı gol, üstünlük elde etmek.
Mâl atmak: Birini kötülemek, kötülemek için taklidini yapmak.
Mayıl mayıl bakmak: Anlamsızca bakmak.
Meccânen: Ücretsiz, bedava.
Meder: Kudret, güç. [Hiç mederim yok!]
Meh: Al, buyur.
Mehni: Hayvanlara saman-alaf verilen yer.
Mesô geçmek: Gammazlamak. [“U ne mesôcudur!”]
Mıkır: Cimri.
Mıngılları gırılmak: Morali bozulmak, psikolojik olarak çökmek.
Mort laf: Gönül kırıcı söz.
Mudara: Cılız, eksik, yetersiz. [Bu ipi mudara bavlamışın. / Mudaram yok: Minnetim yok.]
Mum dutturmak! : (Çocuklar için:) Bir konuda diretip durmak, bağırıp çağırmak. [Ah bu çocuk yok mu, mum dutturuya insana!]
Muh/mıh: Çivi.
Muvaggaten: Geçici olarak.
Muzu: Hileci, hilekâr, kurnaz.
Mücret: Ne pahasına olursa olsun, mutlaka. [Mücret boruya gelsin!]
Mükgem: Muhkem, kuvvetli.
Mürt gitmek: İmansız, murdar olarak ölmek.
Nacak: Küçük girebi, küçük odun kesme aleti.
Nahnuk: Burnundaki bir hastalıktan dolayı net konuşamayan. Burnundan konuşan.
Namazlô: Seccade.
Namaz sıraları: Namazda okunmak üzere Sübhâneke’den Fâtihâ’ya, Fil Suresi’nden Nâs Suresi’ne kadar olan duaları içine alan kısım.
Nasibetini etmek: Adını anmak, hakkında konuşmak. [Geçende senin nasibetin etdük.]
Ne akullu! : Fazla değil, az miktarda. [Ne akullu fındık var ki?!]
Nivik: Dağlarda bahar mevsiminde ortaya çıkan ve yemeklerde kullanılan, ağza alındığında adeta ağzın içini iğneleyen bir çeşit ot.
Oğul atmak: Arıların oğul atması, çok fazla. [Başında bit oğul atıya!]
Okkalu: Okkalı, olgun, terbiyeli.
Oturaklu: Olgun, terbiyeli.
Ovmak: İçi yanmak, hasretini çekmek, [Kadından yana ovmak!]
Öğsô: Bir ucu yanan ateşteki odun.
Ölezek: Zayıf, epey hasta, cürümsüz.
Ölüzger: Rüzgar.
Öndere: Övendire. Çift sürerken hayvanı yürütmek için kullanılan uzun çubuk.
Örnek almak: Daha önce örülmüş bir kazak vb. benzerini yapmak için ona bakmak.
Öre dutmak: Yavru yapmak isteyen dişi hayvanı, erkeği ile buluşturma faaliyeti.
Örsemek: Hayvanların yavru yapma zamanında gösterdikleri davranışlar. [İnek örsemiş.]
Örü durmak: Ayakta durmak. [Örü duramıyom, çok hastayım!]
Öşş! : Sevgi ifadesi olarak söylenir.
Öteberi: Ev eşyası, ihtiyaç maddesi. [Eve öteberi aldım.]
Öteçe: Öte yaka, öteki yer, karşı yer.
Ötôgün: Bir önceki gün.
Paklô: Baklava.
Palampos: Giyime dikkat etmeyen, pejmürde gezinen.
Paltun: Palan, kalın şey. [“Paltun dodaklu şey!”]
Pardaf atmak: Bol keseden atıp tutarak konuşmak.
Pasa: Sürekli, devamlı.
Patazlamak: Dövmek, dayak atmak. [İyi bi patazladım unu!]
Peşgir: Havlu
Peşgo: Soba
Pey: Taştan yapılan duvar, set.
Pıllamak: Uçmak, koşarak gitmek. [Ne duruyon dâ, pılla!]
Pıtık: Mile, bilye.
Pıtıklamak: Bir miktar dökmek. [Yimeğe biraz duz pıtıkla.]
Pıtlak gibi: İyice doymuş olmak, semiz hale gelmek.
Pisik: Kedi.
Porsumak: Buruşmak.
Porsûnu çıkarmak! : Herhangi bir şeyi hor kullanarak yıpratmak.
Posta girmek: Aşırı dayak yemek. [Seni posta sokarım bak!]
Poymak: Yukarıdan aşağıya doğru hızlıca koşmak.
Pöntüklemek: İhtiyarlamak, bakımsız hale gelmek.
Pörezen: Bakımsız, ıssız.
Puvar: Pınar, çeşme.
Pünçek: Bitki kökü vb.
Pünnük: Kümes, tavukların vb. tünediği yer.
Püsgül: Fındık vb. meyvenin çiçeği. Çok fazla: [“Püsgül gibi!”]
Püskente: Parça, bir bütünün parçası. [Kenarda aha öyle püskende bir yer galdı]
Püsülemek: İp vb. sağaltmak.
Sagırtlak: Sakurga, sığırlarda bulunan bir çeşit kene.
Satışı iyi! : Hitabeti düzgün olmak.
Savlur: Evdeki ineğin süt, yoğurt ve ayranı vb.
Saymak: Saygı duymak, söze gitmek. [Şuna bak, hiç adam saymıya!]
Sef: Sehiv, yanlış.
Selek: Cömert.
Semellemek: Sersemletmek, ağır yaralamak. [Yılanı semelledim!]
Sepsiz: Yersiz, münasebetsiz, uygun olmayan. [Arabayı sepsiz yere çekmişin.]
Sırtaruk: Sürekli geri söyleyen, karşı gelen.
Sebürtgün: Fırtınanın rüzgarla birlikte belli bir yönden hızlanması hali.
Sıbartlamak: Fidan vb. budamak.
Sırtaruk: Geri sırtaran, karşı gelen.
Sînenmek: Sinmek, saklanmak.
Sini: Sofra.
Sivişmek: Gözden kaybomak, usulca bir yere oturmak.
Sivitlemek: Bitlenmek, bitlerden temizlenme faaliyeti. [Başı sivitlemek.]
Sivsilek: Küçük, ufak. [Sivsilek sıçan.]
Sokranmak: Bir işi istemeyerek yapan kişinin homurdanması hali. [Ne sokranıp duruyon?!]
Soluvan: Tık nefes, nefes darlığı olan, yola fazla gidemeyen. [Soluvan at.]
Sormak/sorumak: İçine çekmek, suyunu gidermek. [Pilav suyunu sorumuş]
Sömelek: Uyuşuk, pısırık.
Sölpütmek: Sağaltmak, gerginliğini-sıkılığını gidermek.
Sübyen: Sıbyan, çocuk. [Sübyen mektebi.]
Süğlem: Yukarı doğru dimdik. [Fidan süğlem olmuş.]
Sükût geçmek: Susmak, bir şey söylememek, içine atmak. [Gonuşup durdular, bense öyle sükût geçtim…]
Süngürt: Su oluğu. [Süngürt gibi yutuyon yimê!]
Şalak: Fazlaca olgunlaşmış sebze. [Bostan şalak olmuş.]
Şaşuk: Şaşkın, azgın.
Şebek: Alaycı, mizahı bol. [U çok şebek gonuşur.]
Şevük: Eli çabuk olan, hareketli.
Şıpırak: Eli çabuk olan, bir işi kısa zamanda yapan.
Şipe: Musluk, çeşme.
Tahralu: Dayanıklı, muhkem. [Meşe ağacının odunu tahraludur.]
Tam: Oda.
Tamlamak: Odaya kilitlemek, hapsetmek.
Tapır tapır: Yavaş yavaş, ümit verici şekilde. [Çocuk tapır tapır emekliya.]
Tav: Kıvam, hal, eda. [“Unda u tav yok.” / Tavlamak: Kafaya almak.]
Tavukgötü: Elde veya ayakta çıkan siğilce.
Taylamak: Peyda etmek, hazırlamak. [Eşşên odununu tayladım.]
Tebelleş olmak: Üzerine çöreklenmek, sömürmek.
Teklemek: Kendisiyle konuşulmak istenen kişiyi tek başına bir yere çekmek. [Toplumdan unu şöyle bi tekledim.]
Telek: Yaprak.
Tellek: Birden parlayan ve öfkelenen kişi. [U çok tellek biri!]
Teltük: Tehlikeli. [“Araba çok teltük gidiya!”]
Tembe etmek: Tembihlemek, uyarmak.
Tesbermek: Yüzü soğuktan solmuş olmak, cildin herhangi bir yerinin kabarması.
Teslek: Kedilerin süt içmesi için taştan yapılmış kap.
Teyin gibi: Oldukça hızlı.
Tezeliye-tezberi: Tez elden, çabucak, hemen.
Tıkıltıkmak atmak: Yuvarlanmak, başının üzerine yere yatıp yukarı kalkmak hareketi.
Tıyâre: Tayyare, uçak.
Tingo para: Peşin ödeme, tık para.
Tınnuk: Geçimsiz, tehlikeli, tedirginlik verici. [Çok tınnuk araba sürüya!/ Çok tınnuk biri.]
Tirendez: Temizliğe ve giyimine dikkat etmek. [U çok tirendez biridür.]
Tirit: Kalın olmayan, ince. [Tirit bi şey giymiş, üşüya!]
Tîteber galmak: Beş parası olmamak.
Tokmak gibi: Sağlıklı, gürbüz. [Tokmak gibi çocuk!]
Tomman: Pijama, pantolon altına giyilen alt giysi.
Tongalak: (Küçük çocuklar için:) Hafif tombul, etine dolgun olmak.
Topur: Sertleşmiş küçük toprak kütlesi.
Tor: İyice tembelleşmiş, işlemez olmuş. Sözünde durmamak: [“Una güveniyodum emme tor çıktı!”]
Tömzek: Küçük bir pencere aralığı, hafif aydınlık gelen yer. Biraz büyücek: [“Tömzek burunlu şey!”]
Töngel: Döngel, muşmula, beş bıyık.
Tüm: Tümsek, hafif yüksekçe yer.
Tüymek: Ortalıktan kaybolmak, hızlıca koşup gitmek. [“Dâ ne duruyon, tüy!”]
Ûllaşmak: Takılmak, kavga için bahane aramak. [Una ûllaşma, gendü işên bak!]
Umuk: Ilık, hafif serin.
Uvarmak: Düzeltmek, temizlemek, yırtık yeri dikmek. [Fındık çadırının gıyını uvar.]
Uvaz: Üvez, hurma.
Ül: civcivlere verilen mısır unundan yapılmış hamur yiyecek.
Ürsolmak: Sürekli rahatsız etmek, takılmak. [Durmadan ürsolma bâ!]
Ürünmek: Ürsolmak, takılmak. [Bırak gendü haline, ürüyüp dursun!]
Üsgülü gibi: Çok fazla, bol miktarda.
Ûllâşmak: Rahatsız etmek.
Vera bayrâ dikmek: Karşı koymak, sertçe muhalif olmak.
Vire vire/pasa: Sürekli, devamlı. [Vire vire elin kapısı çalınmaz ki!]
Yal: Köpeklere ve sığırlara verilen yiyecek.
Yalak: Küçük su birikintisinin olduğu yer.
Yalô: Alev. [Ataşın yalôsu göve çıkıya!]
Yandurmak: Pardaf atmak, yalan yanlış konuşup övünmek.
Yarıncımak: Başkasında olup da kendisinde olmayan bir şeyden dolayı üzüntü duymak hali. [“Çocuğu yarıncuma, una da al.”]
Yaşmak: Kadınların, yüz haricinde kalan baş kısmını örtmeleri.
Yazalamak: Etrafa yaymak. [Fındığı şöyle yazala etrafa.]
Yelikmek: Haksız yere taşkınlık yapmak, ileri gitmek. [Çok yelikmişti, başına bi şey gelice bellûdi!]
Yennemek: Herhangi bir dişi hayvanın yenini-memelerini aşağı sarkıtması, memelerine süt birikmesi hali.
Yerük yermek: Aş yermek.
Yeyi sene: Gelecek sene.
Yeynik: Hafif. Sebzv vb. gibi hafif yemekler. [“Yeynik adam”: Çabucak kavgaya girebilen, düşüncesiz davranan kişi.]
Yırtuk: Açık ve çekinmeden konuşan.
Yiti: Ekşi. [Ayran çok yiti!]
Yivdin: Acılığı ile meşhur bir ot çeşiti. [Yivdin gibi acı!]
Yoka: Yufka, derin olmayan.
Yoku [Avzının yoku]: Başkasının ağzının sürüldüğü yer. [Ben unun avzının yokunu yimem!/ Onun karıştığı işe bulaşmam]
Yoluk – palazlu: Üstü başı düzgün olmayan, yoksul.
Yuyup yıkamak! : Azarlamak, paylamak, ağzına geleni söylemek.
Yüklük: Yatakların tertipli şekilde düzenlenmesi hali.
Yürenmek: İğrenmek, tiksinmek. [Unun hiç yürenceliği yokdur.]
Yüzü gızartma: Bir tür gözleme.
Zahra: Değirmene öğütülmek için götürülen mısır çuvalı vb.
Zancını çekmek: Sıkıntısına katlanmak.
Zebellah gibi: İri yarı, cüsseli.
Zefil: Sefil, fakir.
Zelve: Çift sürülürken öküzlerin boynuna geçirilen ağaç halka.
Zeruri geçim: Zor, sıkıntılı geçim yapmak hali.
Zıbarmak: Aksilik yapmak, kendini ön plana çıkarmaya çalışmak.
Zımba gibi: Tok, doymuş, yiğit. [Mallar zımba gibi doymuş!]
Zıngazık: Ağzına kadar. [Zıngazık dolu!]
TABİRLER-DEYİMLER
Adam etmek/adam yapmak: İmece usulüyle yapılan çalışmalarda biri başkasının işine gidince gittiği yerden bir adam alacağı var anlamında.
Adam akullu: Fena halde, tam olarak: [“Adam akullu dövdü!”]
Adamı köpek yerine gomıya: Birinin, herhangi bir büyüğünün sözünü dinlememesi hali.
Adımı devüşdürürüm: Bir konuda kesin kararlı olmak ve iddiaya girmek.
Afır beşik: Âhir beşik, son çocuk.
Ah anacûm: Hoşa giden ya da kendisine acıma duyulan bir şeyden dolayı aşırı sevgi/heyecan belirtisi olarak söylenir.
Ahdı dutmak: Bedduası tutmuş olmak.
Ahret gardaşı: Karşı köylerden biriyle tanışıp dostluk kuran kişi, aralarında anlaşarak onunla ahiret kardeşliği kurar. Buna ahret gardaşlığı derler.
Aklım ayarım almıya: Bu işe aklım ermiyor, anlayamıyorum.
Al basmak: Lohusalık humması. Yeni doğum yapmış bir kadını kabus basması anlamında kullanılır. Bu tür kadınların yattığı yere tedbir amaçlı olark bıçak, Kur’an vb. koyarlar.
Aldın mı habarı / Git gabarı gabarı!: İşin gerçeği senin hoşuna gitmese de böyledir anlamında hafif tehdit ifadesi.
Ali okulu: Gece okulunda ya da askerde okuma yazmayı öğreten uygulama. [“Pek okuma bilmem: Ben ali okulu mezunuyum!”]
Allah sizi döllü döşeklü eylesin: Yeni evlenen çift için söylenen dua cümlesi.
Alnını garışlamak: Tehdit, uyarı. İşin zorluğunu belirtmek: “Ben bunu yapabilürüm diyen adamın alnını garışlarım!”]
Arpa yimek: Fena halde dayak yemek. [“Sâ öyle bi arpa yidûrüm ki!”]
Aşna fişna olmak: Biriyle ileri boyutta yüz göz olmak.
Avarak zavarak gonuşmak: İleri geri, yerli yersiz gevezelik yapıp durmak.
Azladım duzladım, … avzına bazladım: [Argo]: Çok konuşan, geveze birisi için söylenir.
Bacakları çartıl olmak: Fazla yürümekten dolayı çok yorulmuş olmak.
Baş yimek: Başına bir şey gelmek, zarar görmek. [“Fındık bu sene çok. Baş mı yîcek ne?!”]
Başına gagaç olmak: Yaptığı bir işten dolayı kişinin töhmet altında kalması hali.
Başının etini yimek: Bir konuda çok rahatsız etmek, ısrarcı olmak, muzırlık yapmak.
Başlık parası: Kız evinin damat evinden aldığı bir miktar para.
Bazlamanın ucundan dutıya: Henüz küçük olup da oruç tutamayan çocuklar için söylenir.
Belinin avını gırmak: Omuriliğinde hasar meydana getirmek, iyileşemeyecek şekilde zarar vermek.
Benim annımda enayi mi yazıya: Ben aptal mıyım, bana yutturamazsın!
Bertük: Ukde, acı. [“İçimde çok bertük var!”]
Bi bakîm, yimiyom: Bir bakayım, elinden almıyorum.
Bi tecük yanû var: Bir tek erkek çocuğu olan kişi için söylenir.
Biri beşden atmak: Aşırı mübalağalı konuşmak.
Biz topladuk delü dülü / Mevlâm versin dolu dolu: Mesela fındık tarlasında ürün toplama işi bittiğinde tarla sahibi için yapılan dua cümlesi.
Bobalı boynuma: Vebali boynuma, Allah hesabını benden sorsun ki!, bir tür yemin.
Bu dâ önce selede miydi sepetde miydi: Bu konuyu daha önce niçin hiç konuşmuyordunuz da şimdi gündeme getirdiniz, anlamında sitem sözü.
Buldukca bunamak: Bir şeyin daha fazlasını istemek. [“Sen de buldukca bunama!”]
Cânın yime: Kendini fazla yorma.
Cıbıl cıbıl yapmak: Küçük çocuğu banyo yaptırmak için söylenir.
Cinim hazetmez: Birinden hiç hoşlanmamak. [“Undan cinim hazetmez!”]
Cinsdür çeker, …dur gokar: Bir kötülüğe bulaşan kişinin, yakın akrabalarının da aynı istikamette olduğuna işaret için söylenir.
Cüzdâ galdı: Az daha kalsaydı. [“Cüzdâ galdı getdîdim!”]
Çakmâ çakmak: Önemli bir konuda karar verdikten sonra hiç beklemeden pazarlık yapıp işi bağlamak.
Çaput: Bez parçası.
Çığır açmak: Çok kar yağınca yol açmak için birinin önden giderek yol açması hali.
Çıv parça olmak: Paramparça olmak.
Çıvıl çıvıl yavıya: Çisil çisil yağıyor.
Çilesi yok: Yüzü hasta görünüyor, güçsüz – takatsiz. [Unun çilesi iyi görünmiya!]
Çivlüce yimek: Çiğ iken pişirmeden yemek. Haklamak, üstesinden gelmek: [“U çocuk, öbürünü çivlüce yir yahu!”]
Çocû galkmıya: Çocuk doğurduğu halde çocukları fazla yaşamadan ölen kadın için söylenir.
Çocûmun ölüsünü öpîm: Karşı tarafı temin etmek, bir şeye kesin karar vermek hali.
Çürük götlü şey/götü iş dutmıya: İşe pişkin olmayan, eline aldığı işi kararlılıkla devam ettiremeyen, çabuk hastalanan.
Darpada ukarı galkmak: Çabucak ayağa kalkmak.
Dilime samsak: Keşke dilime sarımsak değip yaksaydı da bu sözü söylemeseydim! / Sözümü geri aldım.
Dimmede yanında bitmek: Damdan düşercesine orada olmak.
Döneböcük atmak: Çok yağmak. [Gar döneböcük atıya!]
Döre galkmak: Özellikle gece hasta olan çocukların ana babasını uyutmaması halinde söylenir.
Dös dös gitmek: Sevilmeyen biri, istediği şeyi alamayıp gidince onun ardı sıra söylenir.
Duz daşı gibi yerinden galkmıya: Çok ağır, bakımlı.
Dünyaya ferman okumak: Meydan okumak, diklenmek, efelik yapmak.
Düşmanın böyle olsun: Bir iş bitince o işin sahibinin önüne mesela bir çalı parçası vb. koyarlar ve ‘düşmanın böyle olsun!’ diyerek bahşiş umarlar.
Düvcülük yapmak: Dünür gitmek, kızını istemek.
Ebe vurdu garar: Özellikle kız evlendirmek, tarla satışı yapmak gibi hallerde söz kendisinden kesilen kişinin verdiği karar.
Ebem öldü yeri bâ galdı: Biri oturduğu yerden kalkınca onun yerine başka biri geçer ve bu tekerlemeyi söyler.
Ekmek gözüme dursun [Ekmek Gurân çarpsın ki! / Ottûm yerden galkmîm ki!] : Bir çeşit yemin, temin etmek.
Eli pancar doğramıya: Kendisine yapılan saldırıya karşılık verir.
Elü yüzü hep güvermiş: Çok üşümüş!
Eli yüzü perzü gibi: Çok sağlıklı.
Eli yüzü turşu saçmak: Çok öfkeli olmak.
Erük cücük: Toptan, hepsi birden. [Erük cücük gelmişler!]
Evsük görmek: Eksikleri, ihtiyaçları gidermek.
Fortik gada boyu var, tüllü tüllü huyu var: Küçücük boyu var ama boyundan büyük işlere burnunu sokar!
Gabirde yerü dura yokdur: Dünyada iken pek çok haksızlığa bulaşmış biri için söylenir.
Gademola: Kademli, hayırlı olsun.
Gafası ambalaj olmak: Çok yorulmuş olmanın etkisiyle zihnî herhangi bir şeye girişememek hali.
Galbi ölük olmak: Acıması, şefkati bol, dinî konulara eğilimi fazla olmak.
Galdurmak: Bir kızı zorla kaldırıp kaçırmak: Kız kaldırmak. [a-Kız kaldırmak: Kızın rızası olmadan zorla götürmek. b- Kız Kaçırmak: Kızın rızası dahilinde kızın kendisinin başka birine kaçması hali.]
Gammâna binmek: Kıpırdayamaz hale getirmek, kontrolünü ele geçirmek. [“Boynunun gammâna bindim!”]
Gan ayaklu: Kan ayaklı, pısırık, aciz.
Gannı tüfek atıya: Doğumu yaklaşmış kadının karnının büyümesi hali. Karnı burnunda.
Garışık garışmak: Görülür bir sebep yokken başı ağrımak, sürekli esnemek ve dermansızlık hali. Bu durumda olan biri kendisine “garışık duaları” okutur.
Gazı goz annamak: Söylenen sözü yanlış anlamak. [“Sen de gazı, goz annama!”]
Geçileri gaçurmak [Geçilerim başıma geliya!] : Beni çok kızdırıyorsun!
Gelin gibi: Meyvesi çok olan ağaç için söylenir. [“Ağaç gelin gibi, yıkılıya! Dibi de sergü gibi!”]
Geri gonuşmak: Zıt, aykırı fikirler ileri sürmek. [“Sen bazen geri gonuşuyon!”]
Gıcıra bükmek: Gasbâne, zorlayarak. [U gız gıcıra bükme gocıya gitti!]
Gıldır gıldır işini yürütmek: Kendi işiyle ciddi şekilde ilgilenip sorunlarını halletmek.
Gırma goymak: Evde veya bir toplulukta kavga çıkarıp insanların huzurunu kaçırmak.
Gızma bavlamak: Kavga etmek için bahane aramak.
Gız satmak: Kızını evlendirmek, yuvasını kurmak.
Goca kiskil: Saçı başı dağınık biri için söylenir.
Gorkuyu geçirmek: Herhangi bir kişi ya da ürünün zamanında derlenip toparlanması. [Yağmur yağmadan fındığı guruttuk. Fındık artuk gorkuyu geçürdü!]
Göz haggı: Göz hakkı. Herhangi bir meyve vb. biri görünce sahibinden bir miktar ister ve buna göz hakkı derler.
Gözü götürmemek: Onuruna yedirememek, kıskanmak, çekememek.
Gözü kesmek: Bir yerlerden tanımak / Birine dövmek için gücünün yeteceğine kanaat getirmek.
Gudura! [Hudura / budur ha!]: Lades yapan iki kişiden birinin öbürünü yenince söylediği söz.
Gurtlarını dökmek: İçindekini anlatmak, bir araya gelip ferahlamak, sohbet edip dertleşmek.
Gücü gurumak: Onuruna dokunmak, kederlenmek, üzülmek.
Gülk: Gurk olmuş tavuk.
Haldan zardan galmak. Güçten, takatten düşmek.
Hay gidi hay: [Bir şeyi beğenmiş olmanın ifadesi.]
Hallik bırakmamak: Güçten, takatten düşürmek, etkisiz hale getirmek.
Hasır kesmek: Aşırı ziyanlık vermek. [Mallar tallî hasır kesmiş!]
Her tarafı dırımak: Etrafı kısa zamanda dolaşıp bulduğunu toplamak.
Her tarafın fethini veriya: Aşırı afacan çocuklar için söylenir.
Hır mı hayır mı? : Uzaktan gelen biriyle hoş beşten sonra “ne var ne yok / geliş sebebin nedir?” anlamında söylenir.
Hiç lam cim etme: Hiç ileri geri konuşma.
Höngede geçmek. Hasta olunca birden zayıflayan çocuklar vb. için söylenir.
Irımeli gavuru: [Urumeli, Ermeni gavuru!] Zalim, acımasız.
Kel gızın emê, delü gızın yumâ aha bu [Kel kızın emeği, deli kızın yumağı işte bu!]: Elde edilen hasılat için kullanılır.
Kenâlu gonuşmak: İmâlı, birilerine dokundurarak konuşmak.
Leyliye muhtaç olmak: Beş parasız kalmak, fakir düşmek.
Mahracını almak: Oyuna dalan çocuğun yeterince oynaması, birinin bir şeyde doygunluğa ulaşması hali.
Miz miz etme, şıpırak ol: Biraz hızlı-hareketli ol, işi ağırdan alma.
Mort dillü: Kaba ve gönül yıkıcı konuşan.
Müsübiyen/sıbyan/çocuk musgası: Çocuğu olmayan kadınların şifa niyetiyle üzerinde taşıdığı muska.
Müşşek gibi oturmak: Üzerine düşen işi yapmayıp bir kenara oturmak anlamında hafif hakaret ifadesi.
Ötsün de görelim: Yeni olarak alınıp da medhedilen bir şeyin maharetini görmek için söylenir.
Öyle yâma yok [Öyle yağma yok!] : Yapılan bir işe karşı çıkmak için söylenir.
Pıtım pıtım pıtlamak: Tedirginlikten dolayı sıkıntı içinde olmak.
Seni ecünnüler gabizlemiş: [Cin çarpması hali ya da kişinin normal dışı hareketinde söylenen söz.]
Pöyürede yaş gelmek: Hiç beklenmedik şekilde hemen ağlamak.
Senin balık aradûn gölde yâniş bile yok: Boşuna o konunun peşine düşme./ [Yâniş: Dere suyunda yaşayan küçük bir canlı.]
Seninki gafa da benimki gofa mı?: [Hep sen mi akıllısın?!]
Seyirdim bazarı gelmek: Hızlıca koşup gelmek.
Sırtını çirpi çubûnan yakmak: (Özellikle çocuklar için:) Çok dövmek, canını acıtmak.[Sırtîn çirpi çubûnan yakarım bak!]
Sırtın dömbeleğini germek: Çok dövmek. [Sırtîn dömbelêni gererim senin!]
Sim sim etmek: Yavaş yürümek.
Sônaki yamalık insana yakışmıya: İkinci evlilik insana pek huzur getirmez! / [“İlk bahtım can tahtım!”]
Suyu gözünden bulamak: İşi başından bağlamak.
Şepi gapmış: Hastalanmış.
Şakıldak kesilmek: Yağmur altında sırılsıklam olmak.
Şeytan aldatması: Kişinin uykuda ihtilam olması hali.
Takdalu köy: Kabristan. [Takdalu köyü boylamak!]
Tasır tasır yarılmak: Yer yer çatlamış olmak. [“Toprak gurakdan tasır tasır yarılmış!”]
Umma etmek: Çok bekletmek.
Undan-cuvazıma: Ondan sonra.
Velâ havle dedütdimiya! [Velâ havle dedittirmiyor]: Hiç vakit kaybetmeden tuş etmek, devre dışı bırakmak.]
Vera bayrâ dikmek: Aşırı tepki duymak, karşı koymak.
Vurancı öküz gibi bakmak: Düşmanca bakış sergilemek. [“Ne u! Vurancı öküz gibi bakıyon?”]
Ya herru ya merru: Ya öyle olur ya da böyle. İkisinden biri.
Yâ mevlâsını almak: Gönlünü almak, görüşüne değer verdiğini hissettirmek.
Yaf yanmak: Hayıflanmak.
Yatak döşşek olmak: Evlenmek, yuva kurmak.
Yazuda galmak: Orta yerde kalakalmak.
Yılkı gibi: Çok hareketli, kötü ahlaklı.
Yüz göz olmak: Kendi işini halletmek için biriyle yakından dostluk kurmak.
Zırangada verilmek: Yere fena halde düşmek.
KUMRU HABER EDİTÖRÜ BEKİR AKKAYA'NIN NOTU:
SİTEMİZDE YAYINLANAN ARAŞTIRMA YAZISI
VE TÜM YAZILARI VE SİTEMİZDEKİ TÜM YAZILAR VE DÖKÜMANLAR İLK KEZ SİTEMİZDE YAYINLANMAKTA OLUP İZİNSİZ ALINMASI TELİF HAKLARI YASASINA GÖRE SUÇ TEŞKİL ETMEKTE OLUP TÜM ÜÇÜNCÜ ŞAHISLARA TEKRAREN HATIRLATIRIZ.....
--
6/29/2010 03:54:00 AM tarihinde Editör: Bekir Akkaya tarafından "KUMRU HABER" ARŞİVİ (GÜNCEL YAZI VE HABER): EDİTÖR: Bekir AKKAYA adresine gönderildi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...