gergin olduğunu o an fark etti. Adorlee, tam on iki yıldır Harbiye'de, Notre Dame de Sion'da başrahibeydi. Susanne ile tanışıklıkları başrahibe olmasından üç dört yıl kadar önceye rastlıyordu. Adorlee ne zaman gergin olsa saç telleri elektriklenir, havaya kalkardı. Bu da Susanne'in deyimiyle 'başörtüsünün içinde kedi uyuyormuş gibi' gözükmesine sebep olurdu. Ancak bu gece Adorlee'nin kafasına kediden çok bir köpek tünemiş gibiydi. Susanne, Adorlee'nin neden bu denli stresli olduğunu biliyordu. Sağ elini Adorlee'nin sol dirseğinin hemen üstünde biraz gezdirdikten sonra omuzlarına koydu. İkisinin de gözleri dolmuştu. Bu temas Susanne'i tatmin etmemiş olmalıydı ki Adorlee'ye sarıldı. Ağlamamak için kendilerini zor tuttular. Susanne konuşmaya başladı: "Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz Azize. Belki de iyi bir şeydir. Bizler masumuz, umutsuzluğa kapılmamamız gerekiyor. Hem biz böyle yaparsak kim bilir kızlar nasıl bir karamsarlığa sürüklenir. Bugün rahibeler, öğrenciler, öğretmenler hep birlikte katedralde dua ettiler. Tanrı bizi koruyacaktır." Adorlee belli belirsiz gülümsedikten sonra şöyle cevap verdi: "Susanne, her şey için sana minnettarım. Ne olursa olsun arkadaşlığımız ve görevimiz devam edecek. Biz bunun için yaratılmışız. Şimdi ben de katedrale gidip dua edeceğim, sen uyu lütfen. Çok önemli bir gün bekliyor bizi. Erken kalkacağız ve çok işimiz var."
Adorlee koşar adım
indi merdivenleri. Okuldan çıktı, nefes kesen bir soğuk çarptı yüzüne. Havaya
aldırış etmeden Saint Esprit(Kutsal Ruh) Katedrali'ne yöneldi. Papa 15.
Benedikt'in heykelinin yanına geldiğinde her zamankinden çok daha fazla irkildi.
Heykel tamamlanalı iki yıl olmasına rağmen Adorlee bir türlü alışamamıştı bu
heykele. Benedikt'in eteklerine kadar inen hatta eteklerini de geçip heykelin
kaidesinden aşağı sarkan betondan kaftanına bakınca fena halde ürperdi.
Benedikt'in sağ eli bel hizasında ileri doğru uzanmıştı. Parmaklarının arası
açıktı. Sol elinde ise İncil vardı. Papa Benedikt, Birinci Dünya Savaşı boyunca,
savaşın bir an önce sona ermesi için devletlere yaptığı çağrılardan ötürü dünya
genelinde meşhur bir Papa olmuştu. Savaş bütün dünyanın savaşı olunca, savaşı
durdurmaya çalışan Papa da bütün dünyada tanınıyordu haliyle. Hıristiyanlar
Benedikt'i "barışın cesur elçisi" olarak anıyorlardı. Cihan Harbi
esnasında, cephede yaralanan Osmanlı askerlerinin tedavisi için Antep'in
güneyinde Halep'in kuzeyinde kalan bölgeye bir hastane kurdurmuştu. Osmanlı
ülkesinde "Türk dostu Papa" olarak tanınıyordu. Savaş esnasında
gösterdiği gayret ve yardımlarından ötürü Osmanlı Sultanı Vahdettin ve dönemin
Mısır Hidivinin katkılarıyla Notre Dame de Sion okulunun bahçe kısmında kalan
St. Esprit Katedralinin giriş kısmına altın varaklı Papa 15. Benedikt Heykeli
yaptırıldı. Heykelin açılışına Şehzade Abdülmecid bizzat katıldı. Adorlee
mutluluktan havalara uçuyordu o gün. Hem Sultan'ın okula ve katedrale olan
ilgisi onu çok hoşnut etmişti hem de bir Papa'nın, çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede
böylesi iyi işlerle anılmasından onur duyuyordu. Açılış merasimi bitip devlet
erkanı kalabalığıyla birlikte çekildikten sonra heykel, Adorlee'yi her geçen
gün biraz daha tedirgin etmeye başladı. Heykel açıldıktan bir sene sonra Benedikt
öldü. İşgal rejiminin İstanbul'daki faaliyetleri günlük hayatın akışını ciddi
şekilde bozuyordu. Notre Dame de Sion da bu durumdan nasibini almıştı. İşgal
kuvvetleri zaman zaman okulu karargah olarak kullanıyorlardı. Bu nedenle kız
öğrencilerin rahibelik eğitimi ve diğer eğitimleri aksıyordu. Adorlee okulun
karargah olarak kullanılmasını birkaç defa engellemek istedi. Sebebi İngiliz
askerlerinin rahibelere tacizlerde bulunmalarıydı. İngiliz yetkililere çok defa
şikayet mektubu yazdıysa da bir sonuç elde edemedi. Rahibelik ve rahibeler kimsenin
umurunda değildi. Benedikt öldükten bir yıl sonra İstanbul işgalden kurtarıldı.
Şehrin işgalden kurtulmasının üzerinden dört ay kadar geçmişti ki o haber
ulaştı Adorlee'ye.
Benedikt'in
karşısında on-on beş dakika kadar kaldı başrahibe. Papanın Birinci Dünya Savaşı
boyunca gösterdiği onurlu tutumu getirdi aklına. Ancak bu şekilde heykelin
kendinde uyandırdığı ürpertiden bir nebze sıyrılabildi. Benedikt'in kafasındaki
başlığa göz gezdirdi. Sakalsız suratına baktı. Konuşmaya başladı: "Aziz
Benedikt, biliyorsunuz biz savaşın sürmesini asla istemedik. Barıştan başka
hiçbir tarafı da tutmadık. Bu sebeple sizin Papalığınız süresince yaptığınız
işler bizi son derece onurlandırdı. Tanrıyı bir kenara bırakmış ve aklını
kaçırmış insanlara ilahi buyrukları hatırlatmanız içimizi sonsuz kıvançla
doldurdu. Ancak şimdi neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Haksızlığa uğrayıp
uğramayacağımızı bilmiyoruz. Saint Esprit'i kuran Monsenyör Hillereaus hatrına
bizim için dua edin sevgili Papa. Lütfen yarın Notre Dame de Sion için hayırlı
şeylerle karşılaşalım." Adorlee, bu kısa Benedikt heykelinden yardım
isteme merasiminden sonra Saint Esprit'e girdi, elindeki kandili yanan bir mum
marifetiyle yaktıktan sonra katedralin altındaki yeraltı mezarlığına yöneldi.
Mezarlığa ulaşabilmek için karanlık ve oldukça dar dehlizlerden geçmek
gerekiyordu. Adorlee bu dehlizleri gözü kapalı bile yürüyebilirdi ancak bu
akşam korku içerisindeydi. Dehliz üzerine çökecekmiş gibi hissediyordu. Dehlizin
tavanını inşa etmek için mühendislik dehasıyla birbirine geçirilmiş taşlar, bu
taşlar aynı zamanda katedralin zemini oluyor, geçme kısımlarından ayrılıp
üzerine yıkılacakmış gibiydi. Bu tedirginlikle dehlizi bitirdi ve karanlık,
geniş bir salona ulaştı. Mezarlar bu geniş salondaydı. Girer girmez hemen
altında Francesco Della Suda(Faik Paşa) yazan büstle göz göze geldi. Bir süre
izledi büstü. Çene kıvrımlarını, saçlarını en ince detayına kadar inceledi. Osmanlı'ya
modern eczacılığı öğreten adam olarak bilinen Faik Paşa, Adorlee İstanbul'a
geldiğinde, şehre ve Notre Dame de Sion'a tam olarak yerleşene dek adeta ona
babalık etmişti. Adorlee hiç kimsenin vefatından, Faik Paşa'nınki kadar
etkilenmemişti. Büstün yanağına bir buse kondurdu ve Faik Paşa'ya ne kadar
büyük minnet beslediğini belirten birkaç cümle mırıldandı. Büstün yanından
ayrılıp mezarlıkta ilerlemeye devam etti. Alleonların aile mezarlığına
geldiğinde istavroz çıkardı. Saint Esprit'i inşa ettiren Monsenyör Hillereaus'nun
mezarına geldiğinde yine istavroz çıkardı. Oradan tarikat mezarlığına geçti.
Burada rahibelerin mezarı bulunmaktaydı. Bazıları Adorlee'nin arkadaşıydılar.
Adorlee'den önceki başrahibe Fabienne hemen solundaki mezarda gömülüydü.
Adorlee, Fabienne'e bitimsiz bir saygı besliyordu. Aniden mezarın mermerine
oturup kesik kesik ağladı. Ağlaması dindikten sonra konuşmaya başladı: "Ah
Azize Fabienne, bizim için Cennette dua ediyorsun biliyorum. Lütfen yarın
başımıza kötü bir şey gelmesin Fabienne. Tek isteğim bu, lütfen." Mezarın
kenarından kalktı Adorlee, mezarlığın sonundaki kuytuluğa doğru yürüdü. Burada
bazı Katolik din adamlarının kemikleri bulunuyordu. Kemiklerin arasında fazla
vakit geçirmeden katedrale döndü.
Katedralin içinde
yavaş adımlarla yürüdü Azize Adorlee. İsa'nın bebekliğini tasvir eden ikonun
önünde durdu. Sarı saçlarına, iri gözlerine
baktı, bebek İsa'nın beyaz elbisesinin üzerinde parmaklarını gezdirdi.
"Sen ne kadar masumsan, biz de o
kadar masumuz. Sen ne kadar Tanrıya aitsen biz de o kadar Tanrıya aidiz. Tanrı
seni nasıl korumuşsa bizi de öyle koruyacaktır. Bizler senin günahsız
yavrularınız." dedi. Bebek İsa tasvirinin yanından ayrılarak, sıraların
arasından yürüdü ve ayin alanının önünde durdu. Dizlerinin üzerine çöktü.
Çarmıha gerilen İsa tasvirine baktı. Çarmıha çivilendiği avuçlarını dikkatle
inceledi. İkon altı yıldır oradaydı ancak Adorlee, ilk defa görmüş gibi
hissediyordu. Başrahibeyi çocukluğundan beri kan tutardı. Çivinin İsa'nın
avucunu yardığı noktadaki kırmızı kan lekesi tasvirlerini görünce gözleri
karardı. Bayılmamak için İsa'nın yüzüne doğru çevirdi kafasını. İsa'nın boynunu
hafifçe sağa eğişine dikkat kesildi. Derin bir hüzün içerisindeki gözlerine
baktı. "Ah Quattrini, bu ikonu biraz ikonmuş gibi yapsan ne vardı? Sanki
İsa birazdan göğe yükselecekmiş gibi. Taşa böyle can vermek, Tanrıya kafa
tutmak gibi." dedi. Sonra iki elini birleştirdi ve sanki İsa'nın göğe
yükselmesine gerçekten birkaç dakika kalmış, o kısa sürede maruzatını dile
getirmek istermiş gibi hızla ikona dönerek dua etmeye başladı: "Yüce İsa.
Bizler senin masum kızlarınız. Yarın başımıza büyük bir felaket gelmesinden,
okulumuzun kapanmasından korkuyoruz. Notre Dame de Sion, atmış yedi senedir,
Tanrının yüce buyruklarını anlatabilmek için burada ve rahibeler, talebeler
yetiştiriyor. Ancak yarın okulumuzun son günü olabilir. Yüce İsa, eğer bu gerçekleşirse
bir felaket olur. Lütfen, Notre Dame de Sion'un masum ve temiz rahibeleri
hatrına, Saint Esprit'in azizleri hatrına başımıza gelebilecek kötülüklerden
bizi muhafaza et. Amen." Adorlee, duasını gözyaşları içinde etti. Duası
bittiğinde defalarca istavroz çıkardı. İsa ikonuna son bir defa aman
dilercesine baktı. Katedralden çıkıp en üst kattaki odasına döndü.
2. At-Avrat-Silah
Dokuz yüz yirmi dördün Şubat ayıydı. Ancak o Şubat neler
olduğunu anlatmadan Şubata kadar neler olduğunu anlatmak gerekiyor. Mirliva
Şükrü Naili Paşa tam dört ay önce, Ekim ayında, işgal kuvvetleri çekildikten birkaç
ay sonra Üçüncü Kolordunun başında girmişti İstanbul'a. Halk büyük bir
nümayişle karşılamıştı Türk ordusunu. "Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa Şükrü
Naili Paşa, yaşasın Türk askeri!..." şeklindeki nidaları arşa yükseltip
Selatin camilerinin kubbelerinde çın çın çınlatan felaket bir kalabalık vardı o
gün. Ancak bu coşkulu kalabalık ve sevgi dolu tezahüratlar karşısında ne Anadolu'da
kahramanca vuruştuktan sonra İstanbul'a müthiş bir heybetle giren Üçüncü
Kolordu, ne de Üçüncü Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa, nasıl demeli, pek
oralı olmadılar, olamadılar.
Milli Mücadele
boyunca İstanbul, ahalisi, bürokrasisi ve eşrafıyla birlikte Anadolu'daki mücadeleye
Fransız hatta İngiliz kalmıştı. Dönemin en meşhur gazetecilerinden Ali Kemal,
İstanbul'da her Allah'ın günü İngiliz işgaline direnmenin faydasız olduğundan
bahseden yazılar yazıyor, Milli Mücadeleyle sürekli alay ediyordu. Ancak
1922'de, Başkomutanlık Muharebesi kazanıldıktan bir zaman sonra, Şükrü Naili
Paşa'nın ordusuyla birlikte İstanbul'a girmesinden bir yıl önce, İstanbul'dan
Ankara'ya getirilirken, İzmit'te sivil giyimli askerler tarafından linç
edilmişti. Birçok İstanbullu tüccar, işgal yönetimine hemen uyum sağlamış,
işlerini o şartlar altında devam ettirmenin yollarını bulmuşlardı. Haliyle bu
yollar işgal kuvvetlerine yaltaklık yapmaktan geçmekteydi. Uzun lafın kısası
İstanbul, ekseriyetle işgale karşı gelmemiş, üstüne üstlük İstanbul ahalisinin
bir kısmı Anadolu'da başlatılan Milli Mücadeleyi baltalayacak işlerde iştigal
etmişlerdi. Hal böyle iken, Üçüncü Kolordu şehre girdiğinde halkta uyanan
coşku, sevinç, saadet, Şükrü Naili Paşa ve ordusunun ağzında çiğ bir tat
bırakmaktaydı. Üstelik Mirliva hazretlerinin canının, 1911'de Balkan Savaşında meta
haline geldiği can pazarında alışveriş ancak 1923'te sona erebilmişti. Maazallah,
bir kör kurşun alıcı çıkmamıştı tatlı canına. On iki yıldır ya cephede ya cephe
gerisinde ancak her halükarda savaşın içerisindeydi. Dokuz yüz ön dörtten dokuz
yüz yirmi senesine kadar dört farklı cephede savaşmış, bin dokuz yüz yirmide
Kırklareli'nde Yunanlara karşı savaşırken Bulgaristan'a sığınmak zorunda
kalmıştı. Bin dokuz yüz yirmi birde Milli Mücadeleye katılmak için Bulgaristan'dan
Anadolu'ya geçti. O esnada İkinci İnönü Muharebesi yapılmaktaydı. Şükrü Naili
Paşa, Anadolu'ya geçişi esnasında kısa bir süre İsmet Paşayla konuşma imkanı
buldu. İsmet Paşa'nın o gün söylediği sözler, İstanbul'a girerken hala
kulağında çınlamaktaydı: "Bundan
başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel
düşmanınızdır. Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır." 1922'de
Başkomutanlık Meydan Muharebesi kazanıldıktan sonra önce kolordusuyla birlikte
Eskişehir'e yürümüş, işgalci sürüden Eskişehir'i tamamen temizlemiş, ardından
Bursa ve Bandırma'da da Yunan gavuruna aynı tarifeyi uygulamıştı. Bu üstün
gayretinin karşılığını Mirliva rütbesini omuzlarında şerefiyle taşıyarak elde
etti.
Şükrü Naili Paşa,
İstanbul'a ordusuyla beraber geldiği o ilk günün hissiyatı yerini zamanla
kararsızlığa bıraktı. Şehirde gemi azıya almış Levantenler ve onların
yamaklarından birçoğunu idam ettirdi. Ankara Meclisi'ni tanımam diyenin
anasından emdiği sütü burnundan getirdi. İstanbul'a geldikten yirmi üç gün
sonra, yirmi dokuz Ekim'de Millet Meclisi'nin Ankara'da Cumhuriyet'i ilan
ettiği gün Mustafa Kemal, Şükrü Naili Paşa'ya İstanbul'da bu meseleden ötürü
meydana gelebilecek infiallere karşı önlem almasını emreden bir telgraf çekti.
Şükrü Naili Paşa yirmi dokuz Ekimden itibaren on gün kadar tetikte bekledi,
ancak kayda değer pek fazla bir şey olmadı. Şehirde asayiş berkemaldi.
İstanbul'da Şükrü Naili Paşa'nın adı zikredildi mi insanlar tıkırtı duymuş kedi
gibi kulak kesilmekteydi. Namı Beykozlu balıkçılardan Kumkapı meyhanelerine
kadar yayılmıştı. "Acıması yoktur, Nemrut bir adamdır. On iki yıldır
muharrip olan adamda insaf mı kalır?" diyorlardı onun hakkında. Şükrü
Naili Paşa İstanbul'da kaldığı süre boyunca sıklıkla İsmet Paşa'nın
"millet düşmanınızdır" lafını hatrına getirdi. Keşke o gün sorsaydım
bunu İsmet Paşa'ya, diye geçirdi içinden. Millete nasıl yaklaşmalıydı, bir
türlü kestiremiyordu. Çok katı yaklaşsa, Kuva-yı Milliyeye haksızlık etmiş olma
hissiyatı peşini bırakmıyordu. Yumuşak davransa, Adana'da işgal ve tesellüm
heyeti başkanıyken gördüğü Fransızlarla iş tutan adamlar aklına geliyordu.
Sonra İsmet Paşa'nın sözleri. İsmet Paşa'ya bu işin aslını sormak lazım, dedi
içinden. Ancak Ankara'ya yolu düştüğünde bu cendereden çıkabilecekti.
Paşa, Kasım ayında
Beşiktaş'ta kendisine bir konak tahsis ettirdi. Konak sahipsizdi ve bir süre
metruk kalmıştı. Konaktaki tamirat işleri bittikten sonra ailesine Adana'dan
İstanbul'a gelmelerini söyleyen bir telgraf çekti. Eşine ve kızına bir yılı
aşkın süredir hasretti. Gelecekleri günün sabahı erkenden kalktı. Kazanda su
ısıtılmasını buyurdu, banyo yaptı. Sakal tıraşını kendi elleriyle oldu.
Bıyığının sağ ve sol kenarlarını yukarı doğru burdu. Önce askeri üniformasını
giydi. Kafasına kalpağını taktı. Kalpağının alnına denk gelen kısmında, iki
kaşının arası hizasında kalan ay yıldıza baktı. Göğsü kabardı. Büyük Millet
Meclisi tarafından kendisine takdim edilen kırmızı şeritli istiklal madalyasını
üniformasının göğsüne tutturdu. Aynaya son ve dikkatli bir bakış attıktan sonra
kendisini kapıda bekleyen özel aracına bindi. Sirkeci'ye doğru yola çıktılar.
Oradan hususi tekneye binilip Haydarpaşa'ya geçilecekti. Paşa hayli
heyecanlıydı.
Tren Haydarpaşa'ya
yanaştı, Mirlivanın ailesi trenden indi. Kızı sekiz yaşını doldurmak üzereydi.
Paşa çömelir vaziyette kollarını kızına doğru açınca kızı önce annesine baktı,
annesinden bir baş hareketiyle onayı alır almaz babasına doğru koşmaya başladı.
Şükrü Naili Paşa, koklaya koklaya sarıldı kızına. Beyoğlu'ndan aldırdığı
şekerlemelerden doldurdu kızının ceplerine. Kızı Hatice, garın bekleme
salonunda bir oraya bir buraya koşturmaya başladı. Kızının mesut kahkahaları
Haydarpaşa'nın geniş salonlarında uğulduyordu. Kızı koşturmaca ve şekerlemeye
dalan Mirliva fırsattan istifade eşinin yanına gitti ve "Hoş geldin."
dedi. "Hoş buldum." diye yanıtladı eşi, bakışlarını yerden
kaldırmadan. Paşa uşaklara trenden yüklerin alınıp tekneye aktarılmasını
emretti. Uşaklar hızla işe koyulurken o da eşi ve kızıyla birlikte Garın sahil
kısmına çıktılar. Mirliva, "Şehri İstanbul dedikleri işte burasıdır."
deyip önce Cankurtaran kıyılarını ve Sultanahmet civarlarını, sonra Beşiktaş
sırtlarını işaret etti eşine. İşaret parmağını Beşiktaş yönünden çekmeden
konuşmaya devam etti: "Evimiz o tarafta kalıyor." "Peki",
dedi eşi yalnızca. "Savaşta on iki kilo kaybettim. Lakin kilo kaybım
savaştan değil hasrettendir." diye sürdürdü konuşmasını Şükrü Naili Paşa.
Eşi gülümsedi hafifçe: "Ben de bir deri bir kemik kaldım. Lakin nedendir
bilmem."
Yükleri taşıma işi
tamamlanınca, Paşa, eşi ve kızı tekneye binip Sirkeci'ye geçtiler. Sirkeci'de
yükleri hamallar tarafından bir at arabasına aktarıldıktan sonra hususi
araçlarına binip Beşiktaş'a doğru yola koyuldular. Arabanın geçtiğini gören
halktan bazı kimseler arabaya karşı hazırola geçiyor ve selam duruyorlardı. Bu
Paşanın kızı Hatice'yi oldukça neşelendirmişti. Elini alnına götürerek selam
duranları taklit ediyor, bir tür selamlaşma merasimi oyunu oynuyordu. Daha
sonra ilgisi selama duran insanlardan babasının göğsündeki madalyaya kaydı.
Madalyayı nereden aldığını sordu babasına. Şükrü Naili Paşa: "Tek bir
yerden almadım kızım. Edirne'de, Kırklareli'nde, Bulgaristan'da, Adana'da,
Eskişehir'de, Bursa'da, Mudanya'da parça parça topladım. Son parçasını da
İstanbul'da buldum. Parçaları birbirine takıp altın suyuna batırdım. Kırmızı şeritle
yakama iliştirdim." Hatice bu hikayeye inanıp inanmamak konusunda emin
olamadı ilk önce. İyice ölçüp biçtikten sonra inanmaya karar verdi. Babasının
göğsünde ışıl ışıl parlamaktaydı madalya. Dayanamadı sordu: "Benim için de madalya parçaları toplayabilir
misin baba?" Şükrü Naili Paşa ve eşi gülüştüler. "Ben senin için
bütün cihanı gezer, toplarım." dedi Paşa. Kızı çok sevindi bu habere.
Annesinin kucağına sıçradı. Gözleri madalyadan daha parıl parıldı.
Mirlivanın eşi
oldukça şahbaz bir kadındı. Konakta düzen oturtması fazla zaman almadı. Zaten
üç tane hizmetçileri vardı. Ona pek iş düşmüyordu. Kış bastırdığında konakta
ısınmak problem olmamıştı. Yapılan tadilatta konağın duvarları ustalar
tarafından elden geçirilmiş, ısı yalıtımı en üst düzeyde olacak şekilde
duvarlar tamir edilmişti. Bir ay içerisinde hem Paşa hem de ailesi İstanbul'a iyiden
iyiye alıştı. Mirliva, İstanbul'un idari düzenini büyük oranda yoluna koymuştu,
ailesiyle birlikte geçirdiği süre gün geçtikçe artmaktaydı. Hava izin verdiği
müddetçe Fatih'e, Karaköy'e, Galata'ya, Beyoğlu'na, Üsküdar'a, Kadıköy'e,
Sarıyer'e ve İstanbul'un muhtelif diğer yerlerine ailecek ufak turlar
düzenliyorlardı. Bu turlardan birinde, Mihrabad Korusu'nu dolaşırlarken eşi
Şükrü Naili Paşa'ya kızlarının eğitimi meselesini açtı: "Paşam,
biliyorsunuz Hatice Adana'dan mektebi bırakıp geldi. Bir kaç aydır burada
mektepten habersiz, avare vakit geçirdi. Siz meşguldünüz, ben de ses etmedim.
Ancak baharda tedrise başlamak üzere bir mektebe kaydını yaptırmak
elzemdir." Şükrü Naili Paşa hak
verdi eşine. Aklına gelmiş olsa onlar Adana'dan gelmeden evvel bir mektep
ayarlardı ama hatrına dahi gelmemişti bu durum. Yıllardır devam eden savaş
halinin neticesi olarak Paşa, gündelik hayatın bazı rutinlerini unutmuştu.
Kızının eğitimi de bunlardan biriydi. "Haklısın hanım. Ben tez vakitte bu
meseleyi halledeceğim." dedi eşine. Bu cevap hanımını hoşnut etti.
"Fakat iyi eğitim veren okul bulmak lazım gelmektedir. İşittim ki
İstanbul'da Fransız okulları en birinci eğitimi vermektedirler." Şükrü
Naili Paşa "En kısa zamanda mektepleri tetkik edip en münasip olanını
tespit edeceğim." sözünü verdi. Ancak eşi bu konuda oldukça aceleciydi. Bu
konuşmanın üzerinden üç-dört gün geçtikten sonra bir akşam uyumak üzerelerken
eşi Paşaya şöyle dedi: "Harbiye'de Notre Dame de Sion adında bir Fransız
mektebi varmış. Kız mektebiymiş. Hocaları münevver insanlarmış. Hem muhit
olarak evimize de yakın." Mirliva Notre Dame de Sion'u duyar duymaz
irkildi. Bu mektebin işgal zamanında İngilizler tarafından karargah olarak
kullanıldığını işitmişti. Ayrıca okula kaydolan kızlara rahibelik eğitimi verildiğinden
de haberdardı. Defalarca itiraz etmesine rağmen eşi Nuh dedi peygamber demedi.
Koca İstanbul ahalisine kök söktüren Paşa, eşine laf dinletemedi. Eşi
tedrisatın ehemmiyetinden dem vurdu sürekli, "Maksadım kızımız rahibe
olsun değil ya, iyi bir tedrisattan geçsin." diyordu her seferinde. Üç gün
boyunca Şükrü Naili Paşanın başının etini yedi. Paşa itiraz edecek gibi olunca
ağladı, konuşmadı, küstü. En sonunda Paşayı ikna etti, en iyi mektep Fransız'ın
mektebiyse Hatice Fransız'ın mektebinde eğitim alacaktı. Ertesi sabah karısını
teskin edecek cümleler bir bir Paşanın dudaklarından döküldü: "Okula haber
iletildi. Yarın gidecek ve Hatice'yi kaydedeceğiz."
3. Vale-Kız-Papaz
Adorlee, sabah
erkenden kalktı, Susanne'i ve okulun idari işleriyle ilgilenen birkaç rahibeyi
daha uyandırdı. Onlarla küçük bir toplantı yaptı. Davranışlarında çok özenli
olmalarını, Notre Dame de Sion'un sonuna kadar cumhuriyetin yanında olduğunu
sıkça dile getirmelerini tembihledi. Daha sonra yatakhaneleri dolaşarak öğrenci
kızları uyandırdı. Onlara, okullarına yaraşır şekilde hareket etmelerini,
misafirlerini en güzel şekilde ağırlamaları gerektiğini anlattı. Güler yüzlü
olmaları gerektiği konusunu defalarca vurguladı. Sonra tekrar odasına döndü.
Odası küçük bir kilise gibi dizayn edilmişti. Duvarlarından birinde asılı olan
termometre boyutlarındaki çarmıha gerilmiş İsa ikonunun önünde diz çöktü. Kendi
kendine ufak bir dua merasimi daha düzenledi: "Yüce İsa, bize dirayet ver.
Okulumuzun başına kötü bir şey gelmesine engel ol. Bizler suçsuz ve günahsızız.
Amen." Duasını bitirdikten sonra belki on defa istavroz çıkardı. Yatağına
oturdu, unutulmuş, atlanmış, üzerinden geçilmemiş bir durum olup olmadığını
düşündü. Olmadığına kanaat getirdi. Odasından çıktı, merdivenlerden inerek
okulun kapısına vardı. Öğrenciler, rahibeler ve öğretmenler bahçede onu
beklemekteydiler. Adorlee okul kapısının önündeki merdivenlerin en üst
basamağında durdu, okul korosunda olan kızların merdivenlere sıralanmasını
söyledi. Kızlar merdivenlerde sıralanmaya uğraşırken Susanne Adorlee'nin yanına
geldi. "Endişelenme, kaderimizde ne varsa o olacak." dedi. Zoraki
gülümsedi Adorlee. Kızlar koro düzenini aldılar. O esnada Şükrü Naili Paşa'nın
hususi aracı okulun kapısına yanaştı. Paşa ve kızı arabadan indiler. Adorlee ve
Susanne bahçe kapısına, Paşayı karşılamaya gittiler. Adorlee fısıltıyla Yüce
İsa, Yüce İsa diye sayıklıyordu. O esnada Paşanın yanındaki Hatice'yi fark
etti. Anlam veremedi.
"Hoş geldiniz
Şükrü Naili Bey, benim adım Adorlee. Notre Dame de Sion'un müdiresiyim"
dedi Adorlee yüzünde tedirgin bir gülümsemeyle. Hatice'ye dönüp "Siz de
hoş geldiniz küçük hanımefendi." dedikten sonra Şükrü Naili Paşa'ya
dönerek: "Kızınız mı oluyor?" diye sordu. Mirliva cevapladı:
"Hoş bulduk Adorlee hanım. Evet kızım. İsmi Hatice." Beraber okula
doğru yürümeye başladılar. O sırada Notre Dame de Sion korosu öğrencileri
Katibim şarkısını nizami şekilde terennüm ediyorlardı. İki öğretmen Susanne
önderliğinde bir buket çiçek takdim ettiler Şükrü Naili Paşa'ya. Paşa'nın gözü
15. Benedikt'in heykeline takıldı. Saint Esprit'e bir yan bakış attı. Derince nefes
alıp konuşmaya başladı: "Adorlee hanım, buraya Hatice'nin okul kaydını
yaptırmak üzere geldik. İşittim ki okulunuz tedrisatta oldukça maharetliymiş.
Hocalarınız münevver insanlarmış." Şükrü Naili Paşa'nın ağzından bu
cümleler dökülürken Adorlee hayretini gizli tutmaya çalışıyordu. "İsterim
ki kızım en iyi mekteplerde yetişsin. Münevver bir kimse olsun. Bilesiniz ki
Hıristiyan adetlerine merakı olması beni memnun etmez. Yalnız fenni ilimleri
öğrense kafidir." diyerek devam ettirdi konuşmasını. Adorlee ilk
şaşkınlığını üzerinden atar atmaz lafa girişti: "Elbette Paşam. Harpten
önce de birçok Paşanın kızına tedrisat vermişliğimiz oldu. Hepsi gayet memnun
kaldılar." Hatice o esnada koroya dalmıştı. Koro, Katibim şarkısını
bitirmiş, Fransızca bir şarkı söylemeye koyulmuştu. Müzik öğretmeni, koronun
önünde elinde ufak bir değnekle koroyu yönetmekteydi. Bu müzik dinletisi
Hatice'yi oldukça heyecanlandırdı. Adorlee eğilip Hatice'nin ellerini tuttu ve
konuşmaya başladı: "Merhaba Hatice, ne de güzel ismin var." Hatice
pek oralı olmadı. Koroya olan ilgisi halen taze ve diriydi. Şükrü Naili Paşa
onun yerine cevapladı: "Teşekkür ederiz hanımefendi. Validemin
ismidir." O dakikaya kadar konuşulanları duymazlıktan gelen Hatice girdi lafa:
"Bir de Hatice validemizin, değil mi baba?" Adorlee Mirlivaya baktı
göz ucuyla. Mirliva Hatice'nin bu sorusunu duymazlıktan geldi. "Bir an
evvel kayıt işini bitirelim Adorlee hanım, vilayette işlerim var." dedi.
Şükrü Naili Paşa ve Hatice, başrahibe Adorlee önderliğinde okula doğru yürümeye
koyuldular.
Hamza Bilgü/İSTkAYNAK : https://www.facebook.com/hamza.bilgu
BEKİR AKKAYA ÖZEL ARŞİVİ /SİZ DE GÖNDERİN YAYINLAYALIM... bekirakkaya@yahoo.com----kumruhaber@gmail.com ***Sitemizde yayınlanan yazı, fotoğraf ve dökümanlar başka bir site ya da dergi-gazetede yayınlanacaksa önceden yazılı izin gerektirir. Sitelerimizde yayınlanan diğer döküman veya belgeler , kaynak gösterilmek ve sitesinin ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...