Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

19 Aralık 2017

Halil Hocanın Talebelik Yılları /Ahmet Çapku

 Ahmet Çapku Hoca'mızın Kaleminden!Bu yazı ilk kez sitemizde yayınlanmaktadır. Çok yakında çok daha değişik Kumrumuzla ilgili yeni araştırmalar sitemizde yerini alacaktır. 24.11.2006-Bekir Akkaya
Halil Zeki Tatlıgül Hoca’nın Talebelik Yılları
Bu yazımızda Halil hocanın ilkokul sonrası talebelik yıllarını konu edineceğiz. Bir insanı tanımak için onun aile çevresi (soy, şecere), yetiştiği muhit ve ortaya koyduğu ilmi-ahlakî birikimi dikkate almak gerekir. Bu üç unsurdan herhangi biri değerlendirme dışında tutulursa, söz konusu kişi hakkında tatmin edici bilgiye/hükme varmak o derece zorlaşır ve edinilen bilgi de noksan olur. Bundan dolayı Halil hocayı tam olarak tanıyabilmemiz için onun ruh hamurunda tartışılmaz bir yeri olan talebelik yıllarındaki ilmî ve fikrî muhiti incelememiz lazımdır. Öncelikle hoca efendinin aile çevresinden ve onu yakından tanıyan biri olarak kardeşi Ahmet efendinin tanıklığına başvurabiliriz. Halil hocanın ilk talebelik yıllarına dair bilgilerini, heyecanlı bir şekilde şöyle anlatmıştı Ahmet Tatlıgül bey: 
“Bizim Halil daha çocukken köyümüzdeki Ömer [Fatsa] hoca’ya derse başlamıştı. Tabi orada diğer talebeleri geçermiş derste. Kuran okumaya geçti. Akşamları eve dönerken elinde Kur’an yok. Babam ona; oğlum Halil, Kur’an’ın nerede, diye sorunca o da, baba kursta bıraktım der ve bunun üzerine babam biraz kızarak; Ulan Halil senden adam olmaz! derdi. Meğer Ömer hoca, Halil’in Kur’an’ını fazla ders çalışıp da diğer talebeleri geçmesin diye bazen alıkoyarmış. Babam Ahmet Ali hoca, diğer adıyla Ali Efendi, sinirli bir adamdı. Bir gün, Trabzon Of’tan bizim oraya göç etmiş Laz Faik denilen bir adam; yahu Ali Efendi bu çocuğu Of’a verelim okuması için, demişti. Bir gün babam Halil’i alıp Of’a götürdü. Orada Dursun hoca diye birine teslim etmiş onu. Halil orada da başarılı olunca Dursun hoca, Halil’e, ‘kit puradan, penim sana verecek dersim falan yok’, demiş. Bunun üzerine Halil, tamam gideyim ama nereye gideyim hocam, siz bir tavsiyede bulunun, deyince o da, Rize Zevandik’te Mustafa Yıldız hoca var ona kit’, demiş. Ve bizim Halil oradan Rize’ye geçmiş.
Aradan epey zaman geçti fakat bizim Halil’den bir haber yok. Bir gün babam Halil’e götürmek üzere biraz hediye ile birlikte Of’a gitti. Dursun hocaya varmış, Halil’i sormuş. Dursun hoca böyle bir talebesinin olmadığını söylemiş! Halil oradan epey zaman önce ayrılmış ve Rize’ye geçmiş. Bu arada Dursun hoca da onu unutmuş meğer. Babam fevkalade kırgın bir halde oradan ayrılmış. Cebince yirmi lirası varmış. Ramazan ayı. Babam oruçlu. Derken Trabzon’a gitmek üzere bir arabaya el etmiş ama arabada üç dört genç adam kurmuşlar içki masasını demleniyorlar. Babam korkmaya başlamış bu adamlar bana bir zarar verirler diye. Delikanlılar babama içki sunmuşlar, babam içmiyorum demiş. Bari mezeden ye demişler, babam oruçlu olduğunu söylemiş. Bu sefer babamın korktuğu o adamlar babama saygı duymaya başlamışlar. Trabzon’a indiklerinden ona otel odası tutmuşlar, orada ona yiyecek bir şeyler getirmişler. İçlerinden biri de babamın cebine elini sokmuş. Babam, eyvah soyulduk demiş içinden. O adamlar oradan gidene kadar eline cebine bile sokamamış korkudan. Nihayet bakmış ki, o adam babamın cebine elli lira koymuş hayır olarak. Aynı adamlar babama, belediyeden kayıp anonsu ettirmesi, gazetelere ilan vermesini tavsiye etmişler Halil’in bulunması için. Tabi ben babamın, belediyeye ilan verip vermediğini bilmiyorum.
Nihayet babam elinde bir çanta ile köye döndü. Babam iki evli idi. Dolayısıyla biz aile olarak biraz kalabalık idik. Evin insanı babamın başına üşüştü Halil’den bir haber almak için. Babam, Halil’in çok iyi olduğunu söyledi ev halkına. Az sonra Halil’e giden hediyeler ortaya çıkınca, pekiyi bunları neden Halil’e vermedin deyince annem, babam; Ohoo! Halil öylesine bir yerde okuyor ki, bunlara ihtiyacı bile yok! dedi. Bunun üzerire, pekiyi şu fındık fıstığı niçin vermedin diye sordular. Bu sefer babam; Halil öylesine bir yerdeki onun bu tür yiyeceklere ihtiyacı yok, dedi. Sevindik. Ancak az sonra babam duramadı ve anneme; Yahu dedi, benim bu çocukta hiç mi hakkım yok, Halil kaybolmuş!!! deyince evde kızılca kıyamet koptu! Etraf komşular bu gürültüye bize yığıldılar. Onlar da çok üzüldüler. Babam o zaman evde duramadı. Atına atlayıp Ünye’nin Tekkirazı’na gitti. Orada bir asker arkadaşı varmış. Çok kısa sürede varmış oraya. Öfkeli ve üzüntülü ya. Asker arkadaşı; Ooo! Ali Efendi gel hele in atından buyur, deyince babam yine aynı öfke ile; Ulan, demiş arkadaşına, buraya kadar gelen kişi herhalde atından inmesini de bilir, bunu ne söylüyorsun bana! deyip kızgın bir halde atını geldiği gibi gerisin geriye çevirmiş. Yolda gelirken acıkmış. Neredeyse teravih namazı vakti gelmiş. Bir köyde inmiş ve Tanrı misafiri kabul eder misiniz demiş bir evin kapısını tıklatarak. Bir de bakmışlar ki, bu gelen kişi Çokdeğirmenli Ali Efendi. Buyurunuz hocam demişler ve ona hemen orada bir sofra hazırlamışlar. Ardından namazı da babama kıldırmışlar. Her neyse.  Bu üzüntümüz epey devam etti. Nihayet bir gün ilkokula giden kız kardeşim elinde bir mektupla eve dönerken; Aha baba, dedi. Halil’den mektup gelmiş. Oku kızım, dedi babam evimizin aşağı tarafında bir taşa yaslanarak. Halil mektupta, Rize’de olduğunu, Mustafa Yıldız hocada okuduğunu, yakında icazet alacağını ve köye döneceğini haber veriyordu. Babam büyük bir sevinç ile mektubu anneme gösterip; Alın, dedi. Oğlunuz da aha, mektubu da aha, alın!!! Sevincimize payan yoktu. Nihayet bir gün Halil de çıkıp geldi. Boyu şu kadarcık.
Bir gün davete çağırmışlar babamı. Babam hoca idi aynı zamanda. Etrafta Ali Efendi olarak bilinir ve her taraftan hürmet görürdü. Babam arada bir kısa dua yapar diye oğlu Halil’i de almış yanına. Babam biraz sohbet verdikten sonra kısa bir dua yapması için sözü oğlu Halile bırakmış. Bizim Halil yummuş gözünü başlamış duaya. Dua uzadıkça uzamış, babamın hiç bilmediği nice dua artarda gelince babam kulaklarına inanamaz, bu çocuk şimdi yanılacak da ben kepaze olacağım diye arada bir kulaklarını tıkar duymamak için!!! Derken, uzun süre dua yapmış Halil orada. Babam dua esnasında bazen Halil’e yaklaşır ve; Oğlum, birazını da başka yere sakla, hepsini burada okuma diye fısıldarmış. Böylece bizim Halil’in hakikaten epey okumuş olduğu orada anlaşılmış.
Çatak’ta [İslamdağ] hoca olarak tutulan ve zamanla artık oranın hocası olan Halil bir gün hutbe okurken, Kösebucaklı Müezzino Hasan hoca bizim Halil’e; İn ulan aşağı demiş! Onu çocuk görmüş de bunun bilgisi yoktur zannederek. İndirmiş Halil’i hutbeden. Nihayet namaz sonrası Halil ile çarşıda biraz sohbet ettikten sonra Hasan hoca, Halil’e; Yahu, demiş, ben seni tanımamışım, Çatak artık sana emanet, gözüm geride kalmayacak, demiş.
            Ahmet beyin yukarıda verdiği bilgiler, hoca efendinin aile çevresinin bakış açısıyla doğrudur fakat tashih edilmesi gereken noktalar vardır. Aşağıdaki satırlarda hocamızı yakından tanıyan talebe arkadaşları ve hocalarından aldığımız bilgiler doğrultusunda tashihe muhtaç olan noktaları ve muhtemelen aile çevresince bilinmeyen hususları ele almaya çalışacağız. Çokdeğirmenli Ömer Fatsa hoca, Halil hocanın sıbyan mektebindeki ilk hocasıdır. [Ömer hoca hakkında aslında eli yüzü düzgün bir biyografya yazmayı öteden beri düşünürüm fakat bu henüz mümkün olmadı.] Ömer hocanın gözde talebelerinden biri olan Cemal Özdil beyin verdiği bilgiye göre Ömer hoca gerçekten bilgi ve yaşam noktasında büyük bir âlimdir. Gerek Kur’an eğitimi gerek Arapça öğretiminde etrafındaki talebeler ondan yıllarca ilim ve feyz almışlar. Çokdeğirmendeki kursta Cemal bey, Halil hocanın bir üst devresindeki ders halkasında okuyan biridir. Herhalde talebelerin çokluğundan olsa gerek ki, Ömer hoca, Halil hoca ve onun seviyesindeki talebelerin Arapça derslerini Cemal beye tevdi edermiş. Onun için Cemal bey, Halil hocanın ilk Arapça hocası ben idim, diyor. Emsile, bina, maksut, avamil şeklinde ilerleyen dersleri ilk önce Cemal beyden okumuş Halil hoca. Fakat zaman içinde Çokdeğirmen’e okumaya gelen talebelerin bir kısmı Trabzon ve Rize’ye gittikleri için Halil hocanın da aynı istikamette yollandığını görürüz. Cemal bey de bu kervana katılanlardan olmuştur. ‘Aslında buna hiç de gerek yoktu. Üstelik Ömer hocamızdan izin almadan gittik. Halbuki Rize’de okuduğumuz derslerin neredeyse tamamını Ömer hocadan okuma imkanımız vardı fakat ne olduysa biz oraya gitmeyi tercih ettik ve şahsım adına yanlış yaptık. Hiç olmazsa hocamızdan izin alıp gitmeliydik’, diyor Cemal bey. 
            Halil hoca çocukluk yaşlarında oldukça naif, çelimsiz ve fakat bir o kadar da zeki biri imiş onu tanıyanların ifadelerine bakılacak olursa. Okuduğunu unutmayan, dersleri sürekli önde götüren ve tabir yerinde ise yutarcasına dersi öğrenmek isteyen hatta hocalarını sıkıştıran ilim aşığı biriymiş. Onun bu vasfını yazımızın ilerleyen safhalarında dile getireceğiz. Hakkında dile getirilen bilgilere göre, Halil hoca, ilk okula devam ederken Çokdeğirmen’de sıbyan mektebine de devam etmiştir. İlkokul sonrası önce Samsun veya Ünye taraflarına götürür babası onu okuması için. Fakat sebebini henüz bilmediğimiz bir gerekçe ile daha sonra Trabzon’a yönelir Halil hoca. Samsun ya da Ünye’de okumak için gidip, istediği şekilde bir kurs bulamayınca veya başka sebeplerle geri dönmesi gerekince babası Ali efendi, Fatsa’da inip köyüne dönmek ister fakat oğlu Halil diretir: Ben okumak için evden çıktım bir daha dönmem, diyerek. Sonraki aşama, Trabzon’da büyük âlim, dersiâm Dursun Fevzi Güven hocanın rahlet-i tedrisidir. Dursun hoca, Mahmut efendinin (Mahmut Ustaosmanoğlu) eniştesidir aynı zamanda. Halil hoca orada bir ay kadar kalır. Oldukça zeki biri oluşu hocasının dikkatinden kaçmamıştır. Ancak Halil hocanın memleketinden arkadaşlarının bir çoğu Rize Zevandik’te Mustafa Yıldız hocada okudukları için Halil hoca da oraya geçer. Adil Çetin hocanın ifadesine göre, Dursun hoca epey kırılmış bu gidişe. Ancak; Ben Halil gibi zeki bir talebe görmedim, sözü de ona aittir. Oğlu Halil’i görmeye giden Ali efendinin, Halil hocayı bulamaması belki biraz da bununla alakalıdır. Biraz diyorum çünkü bunun, ileride dile getirileceği üzere başka gerekçeleri de vardır. Fakat Dursun hocanın, ben Halil’i tanımıyorum demesi zor bir ihtimaldir. Çok zeki bir talebesinin, kursundan ayrılıp başka yere gittiğini bilen bir hoca efendi, herhalde o talebeyi de yakinen biliyor olmalıdır. Allahü a‘lem.
            Halil hocanın, Rize’de Mustafa Yıldız hocaya talebe oluşunun öyküsüne dair bilgileri, birinci kaynak olarak Mustafa hocamızdan almamız yerinde olur. Zevandik, Rize’de Adacami köyünün bir semtidir. Mustafa hocanın kendisi orada hafızlık yapmış ve Arapça okumuş. Bu arada Mustafa hocanın nasıl bir aile yapısını öğrenmemiz için kendisinin, bu fakire naklettiği şu bilgi, bize ışık tutacak niteliktedir: “Günün birinde babam eve dönerken komşunun tarlasından bir kabak alıp eve getirmiş.[1] Falan arkadaşlarım gelecek şu kabağı pişir, demiş anneme. Annem o kabağı, kocasının sözü gereği pişirmiş ama gönlü rahat değil. Ertesi gün gitmiş, kalp gözü açık olan mahalle hocamız Arnavut Ramazan hocaya. Demiş ki, hocam, bizim efendi, komşunun tarlasından kabak getirdi ben de onu pişirdim. Şimdi ben kabağı pişirdiğim tencereyi yıkayayım mı yoksa kalaylatayım mı?!” [ki, böylece haram izi kaybolmuş olsun!]. Mustafa hocanın hayatı, inşaallah başka bir yazımızın konusu olur. Biz burada, onun, Halil hocamızla ilgili verdiği bilgilere değinmeliyiz. Mustafa hocanın diliyle anlatalım:
“Halil hoca, Of’tan bize gelmiş ve epey de okumuş biri idi. Hocam sizde okumak için geldim. Beni talebeliğe kabul eder misiniz, dedi. Kabul ettik. Daha önce Ömer [Fatsa] hocada okumuş. Trabzon’a nasıl geldiğini bilmiyorum. Yıl 1963.[2] Ben 1965’te Erzincan’a vaiz olarak giderken onu kendi yerime bırakmıştım. Halil hoca zayıf, naif yapılı, gayretli ve okuduğunu hafızasında tutan biri idi. Haftada bir gün, cumartesi günü izin verirdik talebeye. O da, yayan üç saatlik yol yürüyerek Rize müftüsü Yusuf Karali hocaya giderdi Arapça belegat okumak için. Çay toplama zamanında haftanın bir gününü, biraz hava alsınlar düşüncesiyle talebeleri bizim eve götürürdüm. Tarlada hem çay toplar hem de ders yapardık. Bazen yağmur yağar, ıslanır üşürdük. Halil hoca benim yanımda bana, hocam Kur’an’daki şu kelimenin iğrab yapısı nasıldır, şu şuradan gelir, şöyle olur şeklinde sürekli soru yağmuruna tutardı beni. Ben ona bilmediği yeni bir şeyler öğrettikçe o, coşar ve, hocam bugünkü yevmiyem çıktı diye mukabele eder, yağmur artıp üşüdükçe ben ona; Halil evladım haydi sobanın başına gidelim, üşüdük dedikçe o, hocam şu kelimeyi de tahlil edelim, şunu da bunu da diye uzatıp giderdi. Samsun’un erikli köyünden bir tanışım benden, bize Arapça ders okutacak biri lazım, böyle bir taleben var mı diye sordu bana. Ben de Halil hocayı gösterdim ve, ders okutmak okutur fakat siz onu çocuk yaşta ve yapıda biri olarak görüp de kabul eder misiniz bilemem dedim. Halil oraya gitti. Bir müddet sonra geri döndü. Yusuf Karali hoca da bize, yahu Ordulu bir Halil vardı nerededir o, diye sordu. Biz de durumu arzettik. O zaman bana şöyle dedi. Yahu Mustafa hoca, küçüktüm. Bahçemizde bir armut ağacı vardı. Baharda arılar gelip armudun çiçeklerine konmuşlar. Babam bana döndü ve; Yusuf, şu ağacın çiçeklerinde bir şeyler var, nedir onlar, dedi. Ben de arılardır baba dedim. Kimindir onlar, diye tekrar sordu. Ben de, ne bileyim baba herhalde komşularımızın arılarıdır, dedim. O zaman babam bana döndü ve, bizim armudun çiçeklerinde komşunun arıları ne arar, git bir petek de sen al, bizim arılar yesin da, dedi. Tabi Yusuf hoca, bizim yetiştirdiğimiz talebenin balını, niçin başkaları yesin, bizim talebeleri okutsun demeye getirmişti işi. Böyle söylüyor Mustafa hoca, Rize müftüsü Yusuf Karali hocanın[3] Halil hoca hakkında söylediklerini. Dikkate değer bir başka husus ise, talebesi Halil’nin üstün zeka yapısı, ilim gayreti ve samimiyetini keşfeden dersiâm Yusuf hoca, hemen her derste, Halil hocaya içinde çetin Arapça gramer bilgilerini muhtevi beyitler yazıp verirmiş. Fakat koca bir dersiâm ve Rize müftüsü makamındaki Yusuf Karali hocanın, henüz çocuk görünümündeki Halil’e niçin bu kadar ihtimam gösterdiğini, oradaki eşraf ve ekabir tabakası anlam veremez (hatta bir ölçüde kaldıramaz) ve; Hoca efendi! Bu çocukta bir şey mi var, ne buldun onda?! derlermiş. Sahiden pek çok ilçe müftülerinin ve mürekkep yalamış insanın etrafında pervane oldukları Yusuf hoca da onlara, onların anlayacağı dilden şu cevabı yapıştırırmış: Yahu sizin bir yığın hocalarınızı toplasanız şu küçük Halil kadar yapmazlar! Gerçekten de kurstaki cumartesi izin günlerini bile Zevandik’ten Rize’ye kese/kısa yolları takip ederek üç saatlik yol teperek gelen Halil hocanın ilim gayretini ve bal alınacak çiçekleri keşfedip hemen her biriyle irtibat halinde olmasını, hiç şüphesiz sözü edilen âlimler fark etmiş olmalıdırlar.
 
[Mustafa Yıldız hoca]
            Halil hoca hakkındaki bilgileri bizimle paylaşmaya devam ediyor Mustafa hoca: 1965’te Erzincan’a geçici vaiz olarak gideceğim. Var yetmiş seksen talebe. Sıbyan mektebinde okuyanlar, hafızlık yapanlar ve Arapça okuyanlar. Dağın başında kursumuz. Daha başından beri biz burada ne yer ne içeriz Ya Rabbi, derdim. Allah kendi yolunda olan kulunu yalnız bırakır mı hiç! Hemen her gün kursumuza adak kurbanı gelirdi. Onun için talebelerin önünden et yemeği eksik olmazdı. Hasılı Erzincan’a gideceğim. Yahu ne yaparız acaba diyorum. O zamanlar Rize’nin Güneysu merkez camiinde Yusuf Yılmaz adında mubarek bir hoca efendi vardı. Biz birkaç defa icazet vermiş, onu da davet etmiştik fakat o, davete gelmemişti. İçinden bize kızarmış, bu çocukları üç beş senede okutup icazet veriyor. Hiç olmazsa talebe on yıl okusun da icazet alsın düşüncesiyle böyle davranırmış. Ben Yusuf hocayı da, kursumuzda ders okutması için getirmek istedim. Ben Erzincan’a gidince, Yusuf hoca gelip bakmış kursa, burada okutulan derslere. Halil hocanın gayretini ve ilmî birikimini görünce bayılmış gitmiş! Sonraları bana, yahu duymak başka görmek başkaymış, ben buranın böyle olduğunu bilmiyordum diyerek, özür dilercesine davranmıştı bize. Tabi onun kursumuza gelmesiyle birlikte, halkın bize bakışı ve yardım edişi iki üç katına çıktı. Ben Erzincan’da beş buçuk ay kadar kaldım. Arada bir yirmi günlük izine geldiğimde yine kursta ders vermeye devam ettim. 1966’da icazet aldı Halil hoca bizden. Sonraki yıllarda bildiğiniz gibi Çatak’ta talebe okutmaya devam etti. Fakat hemen her yıl onlar, bir grup arkadaşıyla birlikte bizi ziyarete gelirlerdi. Bu da genellikle icazete denk gelirdi. Ya da ben oraya icazete giderdim…”
            Halil hocanın ardından Cemal Özdil bey de Zevandik’e gitmiş. Orada da Halil hocanın Arapça derslerine ben yardımcı oldum, diyor Cemal bey.[4] Fakat Halil hoca ve Cemal bey, Arapça derslerinin bir kısmını Ömer hocada okudukları için Mustafa hocada usûl derslerine başlamışlar doğrudan. Medrese usulü ders görmüşler. Sarf-Nahiv dersleri yanında İzzî, Merah, Kadı Beydavi tefsiri, Halebî, Akaid, Mantık gibi üst seviyede medrese dersleri okumuşlar. Mustafa hoca, kendi deyimiyle, talebe okutarak kendini yetiştirmiş biridir. İlim okumaya can atan ve fakat hafızlık yaptığı ve Arapça okuduğu kursun hocasının gitmesiyle birlikte kursun bütün yükü, üzerinde kalan ve böylece, kendi okuma imkanını, talebelerinin okumasına, yetişmesine feda eden biridir. Onun için olsa gerektir ki, Mustafa hoca, yetiştirdiği hafızların okuması, ağız yapısı düzgün olsun diye, hocaların hocası kabul edilen Mehmet Aşıkkutlu hocadan, kendilerine bir talim hocası bulmasını talep etmiş. Aşıkkutlu hoca da, Mustafa hocaya, hocam bana on gün süre ver. Bu arada sen de talim hocası ara. Fakat kimseye de söz verme, diyerek tembihlemiş. Üç gün diyende talebesi olan Abdullah Hatipoğlu[5] hocayı, Zevandik’e talim hocası olarak göndermiş. Zevandik’e gelen Abdullah hoca, Mustafa hocada hem Arapça okur hem de Mustafa hocaya, henüz talebe-hoca konumundaki Halil hocaya ve diğer talebelere talim okuturmuş. Halil hoca kendi dersleri yanında alt seviyedeki talebelere refakat eder ve bu arada Abdullah hocanın deyimiyle çok kısa sürede talim derslerini yapar, ayn’ları[6] Kadı Beydavi Tefsiri üzerinden hazırlarmış. Nitekim 1966 yılındaki Arapça icazetini Abdullah hoca, Halil hocayla birlikte almışlar. Burada Eminönü Firuz Ağa Camii imam hatibi Hüsnü Okumuş hocanın, Aşıkkutlu hocayla ilgili verdiği bilgiyi, istitrat kabilinden nakletmemiz uygun düşer 
            Aşık kutlu hoca Hicaz’a hacca giderken Şam Emeviye Camii’ne uğramış. Bakmış ki orada bir aşere takrip hocası, talebelerine bir yeri yanlış anlatıyor. Dersin sonuna kadar beklemiş ve ders sonucu hocaya söz konusu rivayetin yanlış olduğunu, doğrusunun şöyle olması gerektiğini hatırlatmış fakat o Şamlı hocalar bunu kabul etmemişler. Biz senelerdir bunu okutuyoruz demişler. Hoca efendi de, ben Türkiye’ye dönünce okuduğum kaynaklarının hepsini yazıp size göndersem kabul eder misiniz, diye sormuş. Onlar da, memnuniyetle hocam, demişler. Hoca efendi notları oraya göndermiş. Onlar da düzeltmişler. Yıllar sonra aynı yoldan Hicaz’a giden Abdurrahman Gürses hoca efendi oraya uğramış. Şam uleması ona, Hocam sizin orada küçük gölde büyük balık var. Tanır mısınız, diye sormuşlar. Abdurrahman efendi tanışamadığının üzüntüsünü ifade etmiş. Ve Hicaz’dan dönünce, Efendiler biz yanlış yapıyoruz! Kendi arkadaşlarımızın kıymetini bilmiyoruz. Ta Şam’ındaki hoca, benim buradaki arkadaşımı tanıyor ama biz bilmiyoruz, diye üzüntüsünü dile getirmiş.
[H. Mehmet Aşıkkutlu hoca][7]
            Hüsnü hocanın söz konusu ettiği Aşıkkutlu hoca, Halil hocanın aynı zamanda feraiz derslerini okuduğu mümtaz bir âlim, belki kutuptur! Zira yine Hüsnü hocanın ifadelerine göre, Halil hoca (Tunceli’de) asker iken Aşıkkutlu hocaya mektup yazmış. Hocam benim falan tarihte bir aylık askerlik iznim var. Size gelip feraiz dersi okumak istiyorum demiş. Aşıkkutlu hoca nezaket kurallarına aşırı derecede dikkat eden ve ilim ehli bir âlim olduğu için vakit geçirmeden cevabî mektubu yazmış: Evladım, demiş. Ya sen feraiz dersinin ne olduğunu bilmiyorsun ya da çok zeki birisin. Hele gel bir görelim, demiş. Zira feraiz[8] dersi zor bir derstir. Halil hoca, bir aylık askerlik izninde Trabzon’a gitmiş ve Aşıkkutlu hocadan feraiz dersi okuyarak o ilmi tahsil etmiş.
            Aslında Mustafa hoca da talebelerine feraiz dersleri okutmuştur. Kendi ifadesine göre, Rize’de o zamanlar feraiz okutan pek hoca yok imiş. Demek ki, Halil hoca, Mustafa hocada okuduğu feraiz dersini, Aşıkkutlu hocada daha bir üst seviyede okumuş olmalıdır. Nitekim Zevandik’te Abdullah Hatipoğlu hocada okuduğu talim derslerini İstanbul Haseki’de en üst seviyede okuduğu gibi. [Halil hocanın Haseki hayatı inşaallah başka bir yazımızın konusu olacaktır.] Abdullah Hatipoğlu hoca da Halil hocanın oldukça zeki biri olduğunu teyit ediyor. Yusuf Karali hocanın, hemen her derste yazıp verdiği Arapça beyitleri [tamamı ikibin kadar beyit olduğu söylenir] Halil hoca, Zevandik’te kursa gelince Abdullah hocaya verirmiş. Abdullah hoca da; Yahu Halil, bu güzelim önemli beyitleri bana değil kimseye verme. Yanında kalsın diye tembih ettikçe o, lüzumu yok, ben onları ezberledim ve ezberimde tutuyorum, dermiş. Sahiden Halil hoca, ezberine aldığı bir şeyi bir daha asla unutmazmış. Bu konuda Halil hocanın ilk damadı Salih Dil bey şunları dile getirir: Hocamız duyduğu, gördüğü bir şeyi bir daha unutmazdı. Diyelim falanca ile yirmi yıl önce filan yerde şu konuyu ayaküstü konuşmuşlar. Ve bir daha görüşmemişler. Yirmi yıl sonra yine bir araya geldiklerine hocamız, o adama, seninle filan yerde şu tarihte ayaküstü şu konuyu konuşmuştuk değil mi, diye aynıyla aktarır, bir şeyi asla unutmazdı. Konuya dair mühim bir bilgiyi de bugün Pendik Haseki talim hocalarından Talip Akbal’dan dinlemiştim.[9] Herhalde günün birinde talim derslerinde hocalarından biri, talebelerine, çözülmesi zor birkaç soru sormuş. Herkes bunu Halil hocanın çözebileceğine işaret etmiş sınıfta. Halil hoca da, Zevandik’te, galiba Abdullah Hatipoğlu hocasından öğrendiği bilgilerle, tahtaya kalkıp ders boyunda anlatmış ve metni bir güzel çözüvermiş. Halbuki anlattığı bilgileri yıllar önce Zevandik’te okumuş ve belki de bir daha onları gözden geçirme fırsatı bile bulabilmiş değildir. Fakat zihni o kadar kuvvetlidir ki, yıllar önce okuduğu dersleri aynıyla tekrarlayıp yorumlayabiliyordur. Nitekim Haseki’den 1983 yılında mezun olduğunda icazeti İstanbul Bayezid Camii’de almışlar büyük bir merasimle. Abdurrahman Gürses hoca, talebelerinin talim ettiği derslerle alakalı birkaç beyit sormuş ve; Bunu içinizden kim çözebilir, diyerek bütün bir cemaatin içinde soru yöneltmiş talebelerine. Oradaki talebelerin hemen hepsinin gözü Halil hocanın üzerine yönelmiş ve Halil hoca da söz konusu beyitleri güzelce tahlil edip manalarını vermiş. Hoca efendinin bu hali, herhalde aile yapısından getirdiği irsî bir yapı yanında  onun, zihnini tamamen kendi ilgilendiği konulara teksif etmesi ve dahi haramdan uzak bir hayat yaşayışıyla alakalı olmalıdır. Nitekim Korganlı Kiraz hoca; Günümüzde harama girmemiş birini görmek isteyen Halil hocaya baksın! dermiş. Zeki olmanın haramdan uzak bir yaşamla ne ilgisi olabilir, şeklinde düşünülebilir. Böyle bir düşünceye, modernitenin getirdiği zihniyet açısından hak verilebilir. Fakat söz konusu yaklaşımın şahsî bir kanaat olduğunu hassaten belirtmek isterim.
            Hoca efendinin zeki oluşuyla ilgili dikkat çekici ve bir o kadar da hüzün verici bir hatırayı Hüsnü hoca, Halil hocadan naklen şöyle ifade eder: Halil hocamız, Trabzon’da okurken, derslerindeki üstün başarısı sebebiyle, ders çıkışı oradaki talebeler tarafından, kursun biraz ilerisine götürülür, talebeler tarafından evire çevire dövülürmüş. Bunu Halil hoca bize defaatle anlatmıştı. [Bunu anlatırken Hüsnü hoca, Halil hocaya muhabbetinden dolayı, göz yaşlarına hakim olamıyor!...]. Öyle anlaşılıyor ki, Mustafa Yıldız hocanın; Biz talebelerimize arada bir izin verirdik. Fakat Halil’in izin döneminde köyüne gidip gitmediğini bilmem, sözü bu noktada bize ışık tutuyor. Yazımızın başında Halil hocanın kardeşi Ahmet bey, üç yıl boyunca kardeşi Halil’in kayıp olduğunu dile getirmişti. Abdullah Hatipoğlu hoca, Halil hocanın her onbeş günde bir, Trabzon’da Dursun Fevzi hocaya gelip ders aldığını aktarıyor. Demek ki, Halil hoca, muhtemelen izin dönemlerinde Dursun hocadan özel ders alıyor olmalıdır. Onun üç yıl boyunca köyüne dönmemesi tabir yerinde ise izini tozunu kaybettirmesi, herhalde kendini tamamen ilme verme düşüncesiyle ilgili olmalıdır. Bilindiği üzere ilim, kuma kabul etmez. Kendini tamamen derse vermeyene ilim, bir parçasını bile vermez. Şu halde, Halil hocanın, Trabzon ve Rize’deki talebelik yıllarında, köyüyle irtibatını koparmış olmasını herhalde böyle anlamlandırabiliriz. Abdullah Hatipoğlu hoca, Dursun hoca ile Halil hoca arasındaki hoca-talebe ilişkisinin samimiyet boyutunu şu ifadeleriyle dile getirir: Halil hoca, Dursun hocanın evinde kalırdı. Dursun hoca gecenin seher vaktinde kalkar, kendi evinde kalan çok sevdiği talebesi Halil’i uykusundan kaldırır ve, evladım Halil, gel bakalım ….Tefsiri’nin şurasındaki kelimeyi birlikte çözelim, diyerek gece sabaha karşı onunla baş başa ders yaparlarmış. Evet, diyor Abdullah hoca, büyük âlimler bir cevheri keşfetti mi, onun peşini bırakmazlar ve onu yetiştirmek için ellerinden geleni yaparlar!... Buna göre, Trabzon’a ilk gidişinde Dursun hocanın yanında bir ay kadar kalan Halil hoca, aslında Dursun hocayla irtibatını koparmamış, aksine ondan üst seviyede ilimleri öğrenmeye devam etmiştir. Pekiyi bu üst seviyedeki ilim içinde tasavvuf/tarikat da var mıdır? Kanaatimce evet. Zira Dursun Fevzi Güven hoca, Mahmut efendinin [Mahmut Ustaosmanoğlu] eniştesidir. Mustafa Yıldız hoca da, Mahmut efendiye tarikat yönünden bağlı biridir. Bunu Mustafa hocaya sorduğumda; Halil hocanın, bizim kanalımızla Mahmut efendiye bağlanması gibi durumlar olmuştur, diyerek nazikane bir cevapla meseleyi fazla açmıyor. Zira bu konular, sadece ehli içindir.
 
[Mahmut Ustaosmanoğlu]
            Mustafa Yıldız hoca, kitaplar kaleme alarak eser yazan biri değildir. Onun bu vasfı, denilebilir ki, aynıyla Halil hocaya intikal etmiş gibidir. Herhalde Mahmut efendi cemaatinde bir şekilde yer alan mümtaz insanların böyle bir tavrı vardır. Yakın tarihte şehit edilen Bayram Ali Öztürk hocanın da, aslında eser kaleme alabilecek ilmî birikime sahip biri olmasına rağmen, talebe yetiştirerek eser yazmayı tercih edenlerden olduğu söylenir. Mustafa hoca yaklaşık olarak ikibin talebenin, rahlet-i tedrisinden geçtiği son devrin abide şahsiyetlerinden biridir. Halil hocamızın Çatak’a (İslamdağ) gelip kısa sürede pekçok defa icazet vermesi, belki yüzlerce talebe yetiştirmesi de aynı gerçeğe mebnidir. Gerçi Halil hocanın birkaç Arapça çevirileri vardır fakat o, daha çok, talebe yetiştirerek eser bırakmıştır denilebilir. [Çatak’taki ilk günleri de inşaallah başka bir yazımızın konusu olacaktır.]. Bunu, şunun için dile getirme ihtiyacı hissettik. Mustafa Yıldız hoca, vaizlik imtihanını kazandığında, yukarıda sözü edilen Arnavut Ramazan hocaya gider ve vaizlik görevi almak istediğini ifade eder. Zira Mustafa hocanın etrafındaki gönül ehli insanlar, yahu öyle zaman gelecek ki, camilerin kürsülerinde hoca kisvesinde biri vaaz edecek de, orada namaz kılmayıp çekip gidecek. Böyle birileri gelip cami kürsülerini kirleteceğine bu işin ehli insanlar o kürsülerde bu millete vaaz versin, diye Mustafa hocayı tazyik edercesine telkinlerde bulunmuşlar. O da vaizlik imtihanına girip kazanmış ve bu isteğini, kalp gözü açık dediği Ramazan hocasına danışmış. O da; Hayır! Vaizlik lazım değil. Rasülüllah Efendimiz ‘aleyke bi’s-sükût’/ sana sükût gerekir (susman daha hayırlıdır) buyurur. Vaiz olacağına git evde otur, sükut et. Konuşmak zamanı değil, talebe yetiştir, diyerek Mustafa hocanın, kursta kalıp talebe yetiştirmesini tavsiye etmiş ki, muhtemelen bu nasihatın/tavsiyenin, Mustafa hoca üzerinde etkisi büyük olmuştur. Biz aynı tavrı o silsilede yetişmiş insanlarının hemen hepsine görebiliriz. Onun içindir ki, Mustafa hoca, talebesi ve manevi evladı Halil hoca hakkında; o yaşta bu kadar talebe yetiştirip icazet vermek her insana nasip olmaz. Sahiden Halil hoca, kendini yetiştirmiş iyi ve ihlaslı biri idi, diyor. Bu arada, talebe yetiştirme ve dahi konuştuğu, birlikte olduğu insanlara tesir etme bakımından Mustafa hocanın, talebesi Halil hocadan naklettiği ilginç bir hususa daha, yine istitrat olarak burada değinebiliriz.
            Halil Hoca kaçak olarak hacca gitmiş. İkinci gidişi herhalde. Bunu tutuklayıp, ayyaşların bulunduğu cezaevine atmışlar. Her türlü zorluk, işkence varmış orada. Fakat Halil hoca, orada o tip insanları ıslah etmiş ve hapishaneyi medrese-yi yusûfiyeye[10]dönüştürmüş. Mahpusların hepsini ıslah etmiş. Onu oradan çıkarmışlar. Ürdün’de de hapse atmışlar. Yirmi gün kadar da orada kalıp oradaki hapishaneyi de ıslah etmiş. Şam’a gelmiş. Türkiye’ye geçecek. Suriye askeri bunu bulanık bir dereye bırakıyor. Boğulsun diye. Köprü yok. Yüzerek beri yakaya geçiyor. İki ay üzerinde gelmiş Türkiye’ye. Bunu bize kendisi anlatmıştı. Bir keresinde de şoförleri kaza yapmış ve şoförü hapse atmışlar. Halil hoca da, inanılması zor ama bunu kendisi anlatmıştı, ta Riyad’a gitmiş. Kralla görüşmüş ve şoförün hapisten çıkmasını sağlamış. Gerçi Halil hocanın medenî cesareti ve Arapça konuşması bunu yapabilecek güçte idi!
Halil hoca, Mustafa hocada Farsça da okumuş ve bu bilgisini Tunceli’de asker iken daha da ilerletmiş. Hoca efendinin babası Ali efendi, iki de bir oğlu Halil’e; Yahu oğlum, okudun âlim oldun fakat hafızlığın yok, diye serzenişte bulunurmuş. Halil hoca da, Hüsnü Okumuş hocanın ifade ettiği üzere, askerde iken dört ay gibi kısa bir sürede kendi kendine Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olmuş ve askerlik dönüşü babasına bir güzel sürpriz yapıp onun hayır dualarını almış. Bu arada Halil hocanın, Cezerî tecvidini ezbere bildiğini Mustafa hocaya sorduğumuzda; Hayır, ben onlara böyle bir ders okutmadım. Nereden çalıştığını ve ezberlediğini bilemiyorum, diyor. Pekiyi hocam, talebelerinize herhangi bir siyasi partiyi işaret eder miydiniz, soruma Mustafa hoca; Böyle bir şeyi hiç yapmadık ve doğru da değildir, şeklinde cevap veriyor. Söz konusu yaklaşımı aynıyla Halil hocada da görmemiz mümkündür. Nitekim pek çok siyasetçinin Halil hocayı ziyaret edip dualarını aldığını yakinen biliyoruz. Zira ilim rütbesi ve âlim, siyasetin bir üst konumunda yer alır. Efendimizin (as) ifadeleriyle; İlim rütbesi, rütbelerin en yücesidir. Âlim de bedendeki beyin gibidir. Siyaset makamı ise icra yeri, beynin talimatlarını yerine getiren bedene benzer. Dolayısıyla ilmi, siyasete kurban eden ya da ilmî kisvesiyle siyasetçinin kapısında dilencilik yapanlar âlim değil belki İmam Gazzâlî’nin deyimiyle, Allah’a gitmek isteyen insanların önünü kesen yol eşkiyası gibidirler. Bu ifadelerden, âlimin siyasetle hiçbir ilgisi olmamalı manası çıkarılmamalıdır. Zira İslâm düşünürlerinin bir çoğu ya da tamamına yakını, devletle dini ikiz kardeş olarak görmüştür. Şu halde âlim, icra makamındaki siyasetçiye ilmiyle, ahlakıyla, birikimiyle yol gösterir fakat ilmi, siyasetçinin kötü emellerine alet edemez, etmemelidir. Biz bu tavrı Halil hocada ve onun yetiştiği silsilede aynıyla müşahede edebiliriz.  
            Bu yazımızın son cümlelerini Hüsnü Okumuş hocanın Halil hocaya dair, büyük bir muhabbet ve tahassür dolu ifadeleriyle bağlayalım: “Halil hocamız boş durmayan, şöhretten hoşlanmayan, mütevazi ve bir o kadar da ihlaslı bir hocamızdı. Öyle ki, yüksek sesle güldüğüne şahit olmadığımız hocamız, Haseki’de tenefüslerde top oynayan arkadaşları onu da top oynamaya davet ettiklerinde; Yahu biz de oynarsak Ümmet-i Muhammed’in hali nice olur, diyebilecek kadar mes’ûliyet sahibi, İstanbul’daki iki buçuk yıllık zaman diliminde çok sevilen, tanınan ve takdir edilen, gönüllerde taht kuran biri idi. Onu sevmeyen, ilmine saygı duymayan, onu bağrına basmayan insan olamaz! Çocukla çocuk, cemaatle sıradan bir insandı o. Allah ona gani gani rahmet eylesin, ruhu şâd olsun. Allah şefaatine cümlemizi nâil eylesin!...” Ne diyelim. Biz de bu muhabbet dolusu sözlere ve dualara gönülden âmin diyoruz. “Onun vefatı çok büyük bir kayıptı. Biz onu kendi cenazemize beklerken, kaderin garip cilvesine bak ki, biz ona nasip olduk”, diyor Mustafa Yıldız hoca. Kimi zamanlar gelir, insanları, özellikle gençliği özünden koparır bulanık sellere atar. Fakat bazen öyle rahmet dalgaları tecelli eder ki, nice insanı tekrar kurtarmaya yeter. Halil hocamızı ben biraz da böyle görüyorum. Kimi insanlar ölümlerinden sonra, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, halkın gönlünde evliyalık mertebesine ulaşırlar. Onlar ötelerden de feyz vermeye devam ederler. Rahmetullâhi rahmeten vâsiâ…

Ahmet Çapku
24 Kasım 2006
acapku@yahoo.com

 
[1] Köylerde komşular, tarlalarına fidan diktiğinde illa da kendi ev halkı onun meyvesini yesin diye dikmezdi. Mahalle insanı, çocukları, kurt kuş yer de sevap kazanırım niyetiyle dikerlerdi. Dolayısıyla biz de köyde çocuk iken bu tür yaramazlıklar yapar, amcalarımızın, abularımızın diktiği meyvelere, onlardan izin almadan çıkıp yerdik. Ana babalarımız, yapmayın öyle şeyler, haramdır falan derlerdi lakin şunu yakinen biliyoruz ki, onlar, konu komşu çocuğuna asla haram etmezlerdi meyvelerini. Zaten sevap kazanmak için dikmişlerdi o meyve fidanlarını. Herhalde Mustafa Yıldız hocanın babası da, nazının geçtiği bir komşusunun tarlasından bir kabak almış olmalı kanaatindeyiz. A. Çapku
[2] Mustafa Yıldız hocanın oğlu Kudret beyin verdiği bilgilere göre her dört yılda bir Arapça icazeti verilirmiş. 1966 yılında icazet aldığına göre Halil hocanın, Zevandik’e 1962 yılında gelmiş olması lazım.
[3] Karınca incitmez kabilinden olan nadir hocalardan biri Yusuf Karali hoca hakkında geniş bilgi için bkz: İsmail Kara, Sözü Dilde Hayali Gözde, İstanbul 2005, Dergah Yayınları, sf. 10-25.
[4] Cemal beyi her görüşünde Halil hoca onun eline gidermiş. Cemal bey, Zevandik’te bir yıl kadar kalabilmiş. Sonrasında maddi imkanı olmadığı için oradan ayrılıp gurbete gitmek zorunda kalmış. Ve bir daha da ilim hayatına dönüş yapamamış. Fakat gerek Ömer hocada gerek Mustafa hocada üst seviyede Arapça okumuş. Çokdeğirmen’de ve Zevandik’te Halil hocadan bir üst seviyede ders gördüğü için Halil hocanın grubuna refakat edermiş. Zaman içinde kahvehane hayatına alışmış biri olduğu ve bu da halk tarafından bilindiği için, Halil hoca’nın, Cemal beyin eline varışına halk teaccüp eder ve; Yahu hocam, siz bunun…halini bilmiyor musunuz, diye biraz sitemkari konuştuklarında Halil hoca; Hayır, o benim hocamdır, diyerek onlara karşı koyarmış. Gerçi kahvehane hayatım olmuştur fakat benim kötü yolum hiç olmadı. Evimize kola getirirsek halk bunu içki diye yorumladı, diyor Cemal bey.
[5] Sultanahmet Camii imam hatibi Emrullah Hatipoğlu hocanın ağabeyi ve üst seviyede Kur’ân talim hocasıdır.
[6] Ayn tabiri talim dersleriyle ilgili teknik bir deyimdir. Kur’ân-ı Kerim’de duracak harflerinden biri olan ayn harfinden sonra bir konu başlar diğer ayn harfine kadar devam eder. İki ayn harfi arasına bir ayn dersi derler.
[7] Fotoğrafı, İsmail Kara hocamızın Kutuz Hoca’nın Hatıraları isimli kitabından aldık. Bkz. a.g.e., İstanbul 2000, II. bsm., sf. 186
[8] Feraiz, İslâm miras hukukudur. Tamamen matematik kurallarına göre yapılan bir hesap ilmidir aynı zamanda.
[9] Talip Akbal hocayla beni tanıştıran ve buluşturan Bayram Karar ağabeye müteşekkirim.
[10] Hz. Yusuf’un bir iftiraya kurban gidip hapse atılması ve oradaki arkadaşlarını ıslah etmesine istinaden böyle bir tabir kullanılır. Bilgi için bkz. Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi 32-52
BİZİ İZLEMEYE DEVAM EDİN
WWW.CANİK.ORG****WWW.KUMRU.ORG
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Halil Hoca'nın Vasiyeti /Ahmet ÇAPKU (Arşiv)

Hocamızla ilgili araştırmaları sizlerle paylaşmaktan mutluyuz. Teşekkürler Ahmet Hocam... 2006-Bekir AKKAYA/KUMRU
************
Ahmet Çapku Hocamızdan Bir Araştırma Daha...
Halil Zeki Tatlıgül Hocanın (1986 yılına ait) Vasiyeti 
Kanunî Sultan Süleyman (ö.1566) son seferi olan Zigetvar seferine çıkarken, ecel vakîolursa nâşı ile birlikte gömülmek üzere veziri Sokollu Mehmed Paşa’ya bir paket verir. Kanunî vefat edince Sokollu bu emaneti Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye (ö.1573) verir ve vasiyeti bildirir. Şeyhülislam kabre, kefenli naaş dışında bir eşyanın gömülemeyeceğini bildirir. Ceylan derisi bohçanın ibret için açıldığında içinden Kanunî’nin tahta çıktığı
günden son seferine kadar icraatının, önemli savaş ve uygulamalarının meşru ve İslam’a uygun olduğunu bildiren fetvalar çıkmıştır. fetvaların çoğunda kendi imzasını gören koca Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin ağlayarak: ‘Süleyman! Süleyman! Sen kendini bu fetvalara dayanarak kurtardın, fakat bizler ikim kurtaracak’ dediği nakledilmiştir. (Selanikli Mustafa Efendi Tarihi)”
Yukarıdaki parağrafta kaydedilen bilgi 18 Şubat 1999 Türkiye Diyanet Takvimi’nden alınmıştır. Ben bu takvim yaprağını almış, Kur’an derslerimin olduğu sayfaya bırakmıştım. Hâlâ arada bir gözden geçirip ibret alayım diye hatim derslerimin olduğu yerde saklarım.
Necip Fazıl rahmetli ölümü sonrası yapılması gerekenleri bir liste halinde sıralamıştır. Bunlar arasında kendisini sevenlerin sevabı Üstad’a olmak üzere bir günlük kaza namazını kılmaları, cenazede top arabası, çelenk vb olmaması, kendisini inanmış insanların kabre taşımaları gibi istekler vardır. Buna benzer nitelikte pek çok vasiyet metnini muhtelif tarih, edebiyat, tasavvuf metinlerinde görmek mümkündür.
Vasiyet aslında ahirete inanan insan için hayatının son arsuzu anlamına da gelir. Ve daha çok geride kalan kendisini sevenlerden istenilen bir mahiyet arzeder. Eskimez zamanlardan kalan kallavi kavukları her gördüğümde aklıma, bana kimin anlattığını hatırlamadığım şu hikaye gelir. ‘Osmanlılar, başlarındaki kavukların, sarıkların kıvrımları arasında vasiyetlerini taşırlar. O uzun sarıklar ise onların kefenleridir.’ Bu ifadeler ne kadar doğrudur bilemem ama en azından bir zihniyet dünyasıyla yakından ilgisi olduğu kesindir. Şunu demek istiyorum ki, başta taşınan kavuk, sarık ve ona benzer külahlar ile onlar hakkında söylenen söylenti gerçekte ahirete inanan insanların bu dünya ile ahireti ne ölçüde barışık bir şekilde hem-dem eylediklerine işaret eder. Çünkü başındaki sarığının kıvrımları arasında vasiyetini ve kefenini taşıyan ve bunun bilincinde olan insan kolayca kendini kötülüklerin seline kaptır/amaz. Böylesi insanlardan oluşan bir toplum ise doğrusu içinde yaşanası bir ortamdır. Yine öyle tahmin ediyorum ki, eski zaman müslümanları, günümüz müslümanlarına nisbetle herhalde vasiyet türü şeylere daha çok riayet ediyor olsalar gerektir. Çünkü vasiyet bırakmak aynı zamanda dinî sorumluluk duygusu/inancıyla da yakından ilgilidir. (bkz. A. Fikri Yavuz, Mukayeseli İslam İlmihali, İstanbul 1993, Çile yay., sf. 477-479)
            Halil hoca rahmetlinin vasiyeti yukarıda verilmiştir. Osmanlıca Türkçesiyle kaleme alınan vasiyet metni aşağıda verilmiştir:
VASİYETNAMEDİR
Vasiyetname. Halil Zeki Tatlıgül
26 Rebiülahir 1407 hicri / 28 Aralık 1986 miladi
Müslümanın vasiyetinin her gün yazılı olması yüce Peygamberimiz sallallahü eâlâ aleyhi vesellem tarafından tavsiye buyurulmuştur.
Tavsiyelerine imtisalen naçiz vasiyetimi yapıyorum. Ecelin ne zaman vukû bulacağını Allah celle celâlühüden başkası bilmez. İlm-i ilahide olan ecelim vukû bulduğunda Rizeli muhterem hocamın haberdar edilmesi arzumdur. Mevla takdir etmişse üzerime tekbir getirmesi kalbimin isteğidir. Teminini yakınlarımdan ve ahbablarımdan beklerim. Taht-ı terbiyesinde ve rahle-i tedrisinde yetiştirdiği aciz tâlibi için zahmete katlanacağını ve bana hakkını helal edeceğini biliyorum.
Ayrıca malumat kabilinden istanbulda hoca(m) Mahmud Efendi hazretlerinin dua buyurmaları için haberdar edilmesini beklerim.
Hoş görülürse yol güzergahındaki fındık bahçesine kabrimin kazılması da vasiyetimdir.”
Vasiyet metninde dikkat çekici bir husus, yaş itibariyle küçük olmasına rağmen Halil hoca, cenazesine, Rizeli Mustafa Yıldız hocasını beklediğini ifade etmektedir. Halil hocanın muhtelif hastalıkları sebebiyle ömrünün uzun olmayacağına dair içine doğan bir his sebebiyle mi böyle bir temennide bulunduğunu doğrusu bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz şu ki, gerçekten Mustafa Yıldız hoca, Halil hocanın cenazesine gelmiş ve: “Halilimizi biz cenazemize beklerdik fakat takdir böyle imiş!” şeklinde sözleriyle hüznünü dile getirmiştir.[1]  
            Rahmetli Halil hocanın cenaze merasimine dair çekilen video ve kendi sesinden iki adet vaaz kaseti şu an elimizdedir. Bir arkadaşta hocamızın vaaz yaparken çekilen video görüntüsünün olduğunu duymuştum. Bununla birlikte yukarıdaki vasiyet 1986 yılına aittir. Yani hocanın vefatından dört yıl önce yazılmıştır. Son vasiyetinin, vefatı sonrası Halil hocanın yerine vekalet eden talebesi Abdullah hocada olduğunu duymuştum. Eğer böyle bir bilgi doğru ise o vasiyet metnine ulaşmayı sahiden çok isterim. Onda neler vardır? Mesela talebelerinin durumları, desti/hatırı geçen dostlarına dair düşünceleri, bu dünya ve ötelere bakışı, İslam’a ve Müslümanlara dair notları var mıdır? Varsa nelerdir? Bunları söz konusu metinden görmek bizim için fevkalade olurdu. Bu vesileyle Halil hocamıza dair yanında bilgi-belge olanların, bunları benimle paylaşmalarını gönlüm ne çok arzu eder!
            Hocamıza rahmet niyazıyla…
Ahmet Çapku
05.07.2006 Üsküdar

 

[1] Halil hocamızın büyük oğlu Abdulfettah bey, yaşadığı ilginç ve belki de kerametvari bir hadiseyi bana şöyle anlatmıştı. “Tatil dönüşü Erzincan’a gidiyorum yatılı İ.H.L.’nde okumak için. Babamla görüştüm ve artık ben arabaya bineceğim. Babam bana şöyle baktı ve; ‘Oğlum, kaldığın yurdun telefonunu bana ver’ dedi. Ben de; ‘Yahu babacığım, ne işine yarayacak yurdun telefonu. Adres olarak zaten biliyorsunuz kaldığım yeri’ dedim. Bunun üzerine babam; ‘Hayır, sen ver, telefonun bize lazım olur ver hele’ dedi. Ben de yurdun telefonunu babama söyledim, o da defterine kaydetti. İşe bakınız ki, ben Erzincan’a inerken beni otobüste karşıladılar, memleketten telefon geldi geri dön diye. Meğer babama verdiğim o telefonla ulaşmışlarmış. Ben daha oraya inmeden telefon etmişler benim cenazeye yetişmem için.
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Halil Hocanın Şiirleri (2006) /Arşiv

Halil Tatlıgül Hocaya ait olan şiirler Ahmet Çapku Hocamız tarafından derlendi. İlk kez sitemiz Kumru Haberde yayınlamanın mutluluğunu yaşarken Ahmet Çapku Hocamıza sonsuz teşekkür ediyor saygılarımızı sunuyoruz.  (2006)          Bekir AKKAYA
Halil Tatlıgül Hoca Efendi’nin 1966 Ece Cep Ajandası’na
Yazdığı Şiirlerinden Bir Kısmı
HALİL TATLIGÜL HOCA

********
HALİL HOCADAN ŞİİRLER
ARAŞTIRMA  AHMET ÇAPKU
Hemen her yaz mevsiminde memlekete geldiğimde Halil Hocamın kabrine uğrar, dua okur, onun yanıbaşında biraz tefekküre dalar sonra Hoca Efendi’nin yapımına öncülük ettiği camiye uğrar, namaz kılıp orada biraz soluklanırım. Hocamızın vefatı öncesi hafta Perşembe günkü sohbetine katılmış biri olarak geçmiş zamanı muhayyilemde zevk-i tahattur ederim. Geçen yaz da İslamdağ’a uğramış, Hocamızın mahdumları Abdulfettah ve Abdurrahman Efendilerle bir süre sohbet etmiştim. A. Fettah bey, sağolsun, bana Halil Hocamızın, içinde şiirleri bulunan cep ajandasını okumam için lütfedip vermişlerdi.
              Sözünü ettiğim cep ajansında Hoca Efendi’nin muhtelif tarihlerde farklı mevzularda kaleme alınmış şiirleri var. Aşağıdakiler Hocamızın kaleminden özel defterine yazılmış şiirlerinden bir kısmıdır. Parantez içindeki bilgiler tarafımızdan verilmiştir.
[İslam’ın beş temel esasının şiirle anlatımı]
Yüce Rasülüllah bak ne buyurdu
İslâm beş temel üzredir duyurdu
Birincisini söyledi kelime-i şehâdet
İnananın dili bol söyler elbet
*********
O kelime lâilâhe illellahdır
Devamı Muhammedü’r-rasûlullahdır
Mânâsı Ellah birdir müstehak ona ibadet
Kuludur ve hak elçisidir Muhammet
******
İkincisi namazdır dedi Fahr-i Cihan
Borçdan kurtulur beş vakit kılan
Üçüncüsüdür kul zekat verir
Bağışla malından fakıra kırkda bir
*******
Dördüncüdür bir ay Ramazan
Nefsi güzel terbiye eder inan
Beşincisi zengin olana emreder ELLAH
Haccediniz ziyaretiniz olsun Beytullah
*******
İman kalbdedir bunlar ayakda tutar
Bu beş olmazsa imanı şeytan yutar
Şu halde iman kalede altuna benzer
Şeytan çalmak için etrafında gezer
*******
Kalenin kapusu var beş yerinde
İşte nöbetci dikilmiş her birinde
Zira nöbetcilere lazımdır uyumamak
Uyursalar şeytana kolay olur kapmak
*****
Nöbetciden maksad bu beş şart olur
Tatbik eden tamam Müslüman olur
Aciz Halil sen durma daim yaz
Müslümanım diyen elbet kılacak namaz
*****
[Ece Muhtırası Cep Ajandası 1966. “28-31 Mayıs sayfaları arası”]
[Aşağıdaki şiir herhalde dargın olan birilerinin barışmasına vesile olan Hoca Efendi’nin sevincinin işareti olsa gerektir.]
Bir dakika vaktınızı alacam
Gelişimizdeki esas gayeyi sunacam
Kabul olursa sözüm mesrur olacam
Vesile olmamızı arzu ederim
*****
Gelişimiz ansızın ‘ol’du tabi ki zahir
Muhakkak vardır sebeb anlar mahir
İstedik ki gitsin aramızdan şeytan-ı hakir
Daha geri gelmemesini arzu ederim
****
İnsan beşerdir elbette şaşar
Şeytan var kuvvetini peşine koşar
Aramızı açarsa sevinli yaşar
Bükelim şeytanın boynunu arzu ederim
****
İnsanlar birbirine sebeb olacak
Her biri yekdiğerini arayıp soracak
Vasıta olan da muhakkak sevab bulacak
Bol sevabdan istifade etmeyi arzu ederim
****
Başka bir hadisle mevzua edeyim devam
Rasülüllah buyurmuşdur ey âl-i hümam
Üç günden fazla dargınlık kat’i haram
İşte dargınlığın kalkmasını arzu ederim
****
Kusura bakmamak dilerim sizden başda
Elbette küçükleriz sizden bizler yaşta
İşte bizleri tutun kendinize arkadaş da
Kusurumuzda ellerinizi tutmanızı arzu ederim
****
Ellahım gönlünüzü nurlu etsin
Ecdadınızı hep mağfiret etsin
İnşaellah iblisin iğvası burada bitsin
Ümidimiz olsun artık diye arzu ederim.
****
İnşaellah gayemiz hasıl oldu
Barışmamıza kalbimiz sevincle doldu
Bu işiniz benim şirime sebeb oldu
Doğrusu hepinize hurmetimi arzu ederim.

Âl-i Hümam: Yüksek seciyeli gayretli insan
[Ece 1966 Cep Ajandasının 2-5 Mart sayfaları arası]
[Halil Hoca aşağıdaki şiirinde ‘çaycılar’ adı altında muhtemelen tasavvuf erbabına, zikir halkaları oluşturup Allah’ı zikredenler hakkında ileri geri konuşanlara bir tür nasihat kabilinden reddiye kaleme almıştır.]
Ey çaycılara düşman olan
Ben de onlara düşmanım inan
Geçelim aleyhlerine gel yaman
Kusurlarını bulalım söyleyelim onlara
****
Acaba kardeşim bunlar ne yaparlar
Bu millet onlara çokca atarlar
Yoksa bunlarda var mı hatarlar
Varsa korkmadan söyleyelim onlara
****
Gel aramızda iyice müzakere edelim
Haklarında konuşduğumuzu iyi bilelim
Bilirsek hatalarını islaha gidelim
Bizden islah düşer o zaman onlara
****
Peki şimdi sana ben sorayım
Senden evvela ben bilgi alayım
Ondan sonra o adamlara dalayım
Ben çatmayı bilirim doğrusu onlara
****
Söylüyorum kardeşim çayı içerler
Hem çok içerler hududu geçerler
Ondan sonra da oturup hatim ederler
Bunu suç görüyorum ben onlara
****
Peki kardeşim bu mudur yalnız suçları
Başka var mı acaba onların ipucaları [?]
Öyle ise bize çok geçdi hakları
Bu suç değil belki iyi denir onlara
****
Kardeşim çayı çok içmekden ne olur
Çay zaten halal nimetdir durur
Kardeşim aleyhinden atma dilin kurur
Ben şimdi helallık dilerim onlara
****
Bana darılma sana bir şey diyeceğim
Seni doğrusu mümkünse ikaz edeceğim
Ben sana doğrusunu deyip gideceğim
Biz haddi zatında teşekkür edelim onlara
****
Baksana sonunda ederlermiş hatim
Ölülerimizi anarlar elbet daim
Derler duada Ya Rab devleti eyle daim
Devletin bile ihtiyacı var onlara
****
Peki bunlar böyle madem doğru insan
Utanmadan onlara nasıl uzattın lisan
Çatacak insan bulamadın mı utan utan
Seni ikaz ederim dil uzatma onlara
****
Sen hiç duymadın mı kumarhaneler
Daha beteri var bilirim şarabhaneler
Daha ne rezalet yerleri var neler
Onları bırak da demek çat onlara
****
Sen imandan almışsan eğer tat
Git de şarabcılara söyle çat
Aman kardeşim müslümanı dilinden at
Kıybet etme borclanırsın onlara
****
Ortalık doldu bak hep dinsiz
Sen hâlâ Müslümanlara çat ey beyinsiz
Bindiğin gemi senin doğrusu dümensiz
İslah et kendini çatma Müslümanlara
****
Daha çok söylerim amma burda kalsın
Herkes elinden gelirse birer kafire çatsın
Müslümanı mümkünse dilinden atsın
Hacı Halil der ki sevkim [sevgim] var onlara

16 Mart. Hacı Tahsin’in evinde.
Hatar: Kusur, hata.
[Ece Muhtırası Cep Ajandası 1966. “30 Haziran-5 Temmuz sayfaları arası”]
HASTANAME
[Hastaname şiiri Hoca Efendi’nin türlü çeşit hastalıkları sebebiyle hastanelerde çektiği ızdırapların ufak bir yansıması olmalıdır. Hoca Efendi’nin hastalıkları arasında kalp, böbrek, tansiyon sayılabilir. Galiba şeker hastalığı da var. Hocalık hizmetleri, ailenin geçimi, kimseye halini arzetmeme prensibi, belki de bazen parasızlık, hastanelerde dönen türlü çeşit kayırmalar ve/veya rüşvetler… Aşağıdaki şiirde söz konusu hastane hallerinin tasviri söz konusudur.]
Bir müessese var ki ismi müsteşfa
Demekdir ki taleb olunur orada şifa
Gider hastadan çekdiği cevr ü cefa
Devletin mi şahısın mı onu soruyorum
 *****
Osmanlı deyimi ile derler şifahane
Muztariblere gelir sanki safahane
Fukaraya doğrusu büyük devlethane
Fakirin mi zenginlerin mi onu soruyorum
 *****
Şimdiki lisanımızda ismi hastahane
Parası olana hakikat iyi istirahathane
Cebinde paran yoksa işte sana hastahane
Zenginlerin babadan mirası mı soruyorum
 *****
Vezneye beş lira ver derler karşıda doktor
Tabibe gittiğinde der yatak yokdur
Baştabibe çıkarsın gidilmez nebetci çokdur
Kime derd anlatalım onu soruyorum
*****
Hasta yan tarafda ıztırablı inler
Cebinde para yok seni kim dinler
Gireni çıkanı mı sorarsın sen binler
Biz niçin giremiyoruz onu soruyorum
 *****
Az ileri atılsan derler dur hasta uyur
Merd isen derdini anlat da duyur
Birisi el uzatsa ona derler buyur buyur
Ne oynar arada onu soruyorum
 *****
Yapdırmış orayı, doktor vermiş devlet
Niçin yatılmıyor ya verilmeyince ücret
Parasız girilmiyor içeriye elbet
Derdimize kim çare bulacak onu arıyorum
 *****
Tatlıgül kim dinler seni inlemene bak
Fakırin hali her zaman sızlanmak
Bol paran yahud yanında bacağı çıplak
Varsa bakarlar sana ne haldir diye soruyorum

[Ece Cep Ajandası 6-9 Mart sayfaları arası]

[Aşağıdaki şiir Osmanlıca ile yazılmıştır]
Himmetinizi bekleriz…
Ahfadı Fatihlere el uzatan dilleri okusun Kurân
Ehl-i imanın sizden beklediği budur inan
Maharetiniz görünsün biz de diyelim Müslüman gardaş uyan
Mecliste çoğalsın inşaellah sizin gibi âl-i hümam
*****
Kalben severiz sizleri hoş görünüz yazdık kelam
Huzurunuzdan ayrılırken yine ederim hürmetle selam
Bütün Müslümanlar dua eder zafer vere Mevlam
Aciz Halil de dua ve sevgilerini sunar vesselam

Dağgüvezi Çatağı fahri Kurân hocası

[Ece Muhtırası Cep Ajandası 1966, 24-25 Nisan sayfaları arası]
-----
[Aşağıdaki şiir, herhalde Hoca Efendi’nin Tunceli’de asker iken tanıştığı, sonraki zaman dilimlerinde kendisini ziyarete gittiğinde vefat etmiş olduğunu öğrendiği çok sevdiği bir arkadaşı için kaleme alınmıştır.]
Ah nevcivanım sadık mücahid kardeşim
Acı haberini duyduğumdan beri âh ü zârdır içim
Kükreyen imanını akseden simandan bilmişim
Nasıl unutayım kardeşim ben seni
*****
Seyrüsefer ettiniz geldiğiniz bana dost arkadaş
Katlandınız çileye koydunuz bir yastığa baş
Bu karibe orda oldunuz gönüldaş
Geleli göremedim nerde bulayım ben seni
*****
Hayal zannederim ben sizi gördüğüm anı
İnmişdiniz arabadan dört imanlı sima hani
Yapdığınıza karşılık çok bağışlaya sizi Ganî
Tunceli’de demek görecekmişim ben seni
*****
Hani senin kulağımda çınlayan gür sesin
Sevimli sesini duyduğumda anlardım sensin
Kurân yuvasına lider oldun duasını aldın herkesin
Medreseye çıktığımda bulamadım ben seni
 *****
Canım kardeşim ben geldim seni ziyarete
Görünmezdin demek intikal ettin ebediyete
Gıbta edilecek sayın [sa‘yin] vardı İslamiyete
Kurânla elbet anarım kardeşim ben seni
 *****
Yüce Mevlaya yalvarırım ederim daim niyaz
Geride kalanlarına sabır vere biraz
Sana da bol rahmet dilerim arkadaşım Yilmaz
İnşaellah Rasûle komşu görürüm ben seni.

25 Mart akşam
[Ece Ajandası, 8-10 Mayıs sayfaları arası]
[Bir mü’minin harama karşı tavrının nasıl olması gerektiğine dair kaleme alınmış bir şiir de aşağıdadır. Bazı yerleri tam okuyamadık.]
HARAM
Haramın binası yokdur
Paranın cefası çokdur
Yaranın [?] lokması çokdur
Kalbi tamir gayet güçdür
*****
Haram gelir birer birer
Bilki gider biner biner
Akıl olan hak söz dinler
Teslim olmak gayet güçdür
 *****
Halik rızkı bil verecek
Tabi kul taleb edecek
Rızkı Ellah’dan bilecek
Nefsi tatmin gayet güçdür
*****
Haramdan dolarsa kasa
İçkisiz kalkmazsa masa
Kalbi demirdeki pasa
Benzer islah gayet güçdür
*****
….[?] olmak[1] nimete küfür
İnanan edecek şükür
Bak o zaman malı yürür
Tatbik işte gayet güçdür
***** 
Sen bulduğunu kaparsan
Haram helal güp atarsan
Ne zaman hapı yutarsan
Lokman sana gayet güçdür
*****
Azab ettirme kendine
Haramı koyma cebine
İnersen kabrin dibine
Halin orda gayet güçdür
 *****
Soru sorarlar melekler
Hani çaldığın zehepler
Yumulur senin kelpenkler
Cevap vermek gayet güçdür
 *****
Hele midene dikkat et
Haramdan önüne çek set
……………..zikret
Haram varsa gayet güçtür
*****
Ayni kamyonat deposu
Yağına karışınca su
Kalacak yolda doğrusu
Yol alması gayet güçdür
*****
Mide ki işte yer haram
Gaflet basar dinle kelâm
Yolda kalırsın vesselam
Cennet cemâl gayet güçdür
*****
Bir kimseki zekât vermez
Ondan bil ki hayır gelmez
İnan asla safa sürmez
Kanaatsız safa güçdür
*****
Para ki binleri aşar
Keder yüz binlere çıkar
Zekat desen aklı kaçar
Hırsı yenmek gayet güçdür
*****
Bilmek kırkda bir zekat var
Zengin fakire el tutar
Esdiğinde aksi rüzgar
Kurtulması gayet güçdür
*****
Verseydi o zekatını
Kurtaracaktı malını
Nara koymazdı canını
Gafile ikaz ne güçdür
*****
Zekatın vermediği mal
Veliye kalır ibret al
Kasayı açacak derhal
Sana nasihat ne güçdür
*****
Parayı ki alır kapar
Masa başında keyf yapar
Artık sen velvele kopar
Geri gelmek gayet güçdür
*****
Vermezdin sen fakirlara
Sanardın gider zarara
El nasıl verdi kumara
Nadime fayda ne güçdür
*****
Paran biter eder küfür
Derhata olsaydı küsür
Tabi der etmedin şükür
Nanköre ikaz ne güçdür
*****
İleri yolla ey ahmak
Başına vurdurma tokmak
Milyon bıraksan derler hortlak
Kuldan teşekkür ne güçdür
*****
Ellah için denilince
Keseni açasın bence
Sırat köprüsü çok ince
Geçmek onu gayet güçdür
*****
Hele denilince Kurân
Coşsun kalbindeki iman
Yetişsin hafız nevcivan
Onlarsız dünya ne güçdür
*****
Onlar okuyacak Kurân
Haz duyacak bizde iman
Rahat olacak cümle can
Kurân’sız hayat ne güçdür
*****
Kurân kursunda okuyan
Odur ilmi bilip yayan
Kurân’ı duyana [?] uyan
Onsuz felah gayet güçdür
*****
Varsa sende eğer çocuk
Kurân ilmini öğret çok
Başka tahsile sonra sok
Kılavuzsuz kervan güçdür
*****
Evveli ba’dır sonu sin
Kurân senin kifayetin
Bil mukaddes emanetin
Rehbersiz yol gayet güçdür
*****
Ondan ki ayrı kalırsın
Fitne bahrına dalarsın
Daha kimden fayda umarsın
Gemisiz kurtulmak güçdür
*****
Manevi derdlere derman
Şüphe yok muhakkak Kurân
Okununca oluruz hayran
Onsuz iman gayet güçdür
*****
Evvelinde de söyledim
Manevi bir derd var dedim
Ona Lokman çok zor dedim
Tedavisiz gitmek de güçdür
*****
Aşikar olursa yaran
Çok bulunur onu saran
Gizli derde işte Kuran
Başka doktor gayet güçdür
*****
Oku Kurân’ı her zaman
Derdlerine olur derman
Son nefeste bil ki iman
Onsuz kalması gayet güçdür
*****
Çok doğrudur hep bu sözler
Aşık Halil doğruyu söyler
Tavana dikilince gözler
Hatırlamamak ne güçdür

Zehep: Altın
Bahr: Deniz

[Ece Muhtırası Cep Ajandası 1966, 12-27 Mayıs sayfaları arası]

[1] ‘olmak’ kelimesinin üstü çizilmiş

[Hoca Efendi’nin vasiyet kağıdının arka tarafında şu şiirler yazılıdır.]
Merhum Mehmet Akif: Cephede en cesur asker, camide en ateşli vaiz, meydanlarda en büyük hatipti.

Onun tereşşuhatından:

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek

Feryadı bırak kendine gel çünkü zaman dar
Uğraş ki telafi edecek bunca zarar var

İş bitti sebatın sonu yoktur diye yılma
Ey millet-i merhume sakın ye’se kapılma

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebediyyen yurdumun üstünde benim inlemeli

Hayır! Hayal ile yoktur benim alış verişim
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Hazırlayan: Ahmet Çapku
02.06.2006. Üsküdar
DÜZENLEME : BEKİR AKKAYA (2006)
İzinsiz alıntı yapılamaz...
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©