26 Mart 2008

Siyaseti savunmak -Zaman Gazetesi

Aristo, siyasete mesleklerin en yücesi sıfatını layık görür. İnsanı politik bir hayvan olarak tarif ederken de vurgu yaptığı şey, insanın siyasal yönüdür.
İnsanın en önemli özelliğinin onun siyasal olanla uğraşabilme kabiliyeti olduğu konusu sadece 'Muallim-i Evvel'in değil, pek çok başka düşünürün de dikkatini çekmiştir. Tekrara gerek yok ama olsun, bir hakkın teslimi babından yazalım: AKP hakkında açılan kapatma davası, gerçekten de sadece AKP'ye karşı açılmış bir dava değildir. Elbette bunun son tahlilde "irade-i milliye"yi bir "hiç ve iç etme" meselesi olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Üstelik imkânsızın da zorlanarak Cumhurbaşkanı'nın da dahil edildiği, başta başbakan olmak üzer
e AKP'nin ilçe teşkilatlarından en üst düzey temsilcilerine kadar uzanan, sembolik anlamlarla yüklü bu davanın, 22 Temmuz'da oy veren bizatihi bu milletin kendisine karşı açılmış bir dava olduğunda da bir şüphe yoktur. Millet özgür iradesiyle yaptığı demokratik tercih nedeniyle bir kez daha mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Buna, bir süre önce hakkında kapatılma davası açılan DTP'yi de eklerseniz; milletin yarısından çoğunun verdiği oy nedeniyle mahkeme kapılarına düşürüldüğünü kabul etmek gerekecektir. Önceki örnekleri de işe katarsanız burada açık ve mevcut hedef bellidir: Seçim sistemi, demokrasi, yürütme ve daha vahimi yasama faaliyetleri bile suç olarak zikredilen Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bizatihi kendisi.


Ancak bütün bunlar işe "sonuç"lardan başlamak anlamına gelmektedir. Türkiye'de Osmanlı devleti de dâhil siyasal tarih bir bütün olarak yeniden gözden geçirilmeli ve son dava ile yeni bir ivme kazanan bu meşum süreç artık gerçek yerine oturtulmalıdır. Türkiye'de askerî, idarî veya adlî bürokrasinin siyasete müdahale nedeni ne belli bir ideoloji, ne rejim kaygısı, ne de bir dönemin ya da akımın siyasetçileri ve partileridir. Asıl olarak hedefledikleri şey bizatihi insanın kendisi, insanı mümtaz kılan ve onu diğer tüm varlıklardan müstesna yapan temel özelliğimiz, "siyasal olanın" ve "siyasal alanın" yok edilmesidir. Temel hak ve özgürlüklerin birileri için tehlike arz eden doğası da esas olarak bu konuyla ilgilidir. Elbette bu durum sadece bize özgü de değil. Bize özgü olan durumun dramatikliği, olayların şiddeti, yoğunluğu ve sürekliliğidir.


Osmanlı'da Fatih-Çandarlı kavgası bu çerçevede ele alınabilir. Çandarlı'nın bertarafı ile, bürokratik sınıfın güç kazanıp siyasete ve iktidara el koymaması açısından oldukça önemli bir görev üstlenen "müsadere ve siyaseten katl" müessesesinin inşası, elbette tasvip edilecek bir yöntem olmamakla birlikte, Osmanlı'da siyasal olanın önceliği noktasında oldukça işlevsel bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu yapıya rağmen Osmanlı devletleştikçe, azgın azınlık bürokrasisi ve onun hempalarına engel olamamış, bürokratik olanla siyasal olan arasındaki kavga ne yazık ki büyüyerek günümüze kadar gelmiştir.


Bu kavganın pek çok acı örnekleri vardır. Çandarlı'nın intikamını bizatihi kurulmasında öncülük ettiği Yeniçeriler, her zaman olduğu gibi vazgeçilmez müttefikleri diğer bürokratik gruplarla işbirliği halinde, Genç Osman'ı boğarak almışlardır. "Osmanlı Dramı" Üçüncü Selim'le devam etmiş; İkinci Mahmut buna Yeniçerileri tamamen ortadan kaldırarak yanıt vermeye çalışmıştır. Ama Cumhuriyet'i kuran ve günümüze kadar uzanan bürokratik oligarşinin temelleri de aynı dönem içerisinde atılmıştır. Tanzimat, Fatih'in inşa ettiği siyasal olanı önceleyen yapının sonunun, -en azından bürokratik oligarşinin "siyasal olanın" hiçbir riskini taşımadan, iktidarı belirlemesinin- ilanından başka bir anlam taşımamaktadır. Artık sadece saray entrikaları ile pozisyonunu sürdüremeyeceğini anlayan ve dönemin dış güçleriyle de kendi şahsi çıkarlarını tevhit eyleyen bürokrasi, Âl-i Osman'a karşı güç kazanarak, Gülhane ile başlayan sürecin sonunda tam bir dokunulmazlık zırhına bürünecek, iktidarını gittikçe pekiştirecektir. Son dönemde bunun tek istisnası Abdülhamid örneğidir. Ama onun da işini 1908'de bitirecekler; İttihat ve Terakki iktidarıyla ve bilhassa 1913 Bab-ı Ali katliamıyla, oligarşik bürokrasi nirvanaya erecektir. Bu dönemde bürokrasi kendi zirvesini, ancak devletin de zevalini görecektir. Türkiye'de, askerler bir kenara, sıradan bürokratlara bile milletvekillerinden daha çok dokunulmazlık sağlayan 1999'da kısmen değişen Memurin Muhakematı Kanunu'nun 1914 tarihli olması herhalde bir tesadüf değildir. Devleti temsil eden memurlar, rejimin katılığından beslenir. Memur yargılanamadığı gibi, hiyerarşik bir yapı içinde hem bizatihi kendisi, hem de işi ve makamı kutsanmış bir varlıktır. Buradan beslenen zihniyet devleti kutsalmış gibi gösterse de asıl kutsallaştırdıkları kendi pozisyonlarıdır.


Siyaset alanı ısrarla daraltıldı


İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda esen demokrasi rüzgârına şartlı da olsa evet diyen bürokrasi; 14 Mayıs 1950'de siyasetin geri dönüşünü bir türlü hazmedemeyecek, 1960'ta gelişmelere dur diyecek ve akabinde milletin yarısına yakınının oyunu alıp iktidara gelen DP'yi kapatıp, Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı; Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ı idam edecektir. Gerekçeler fabrikasyondur. İdamların asıl nedeni 14 Mayıs'ta kaybedilen iktidarın rövanşını alma hırsından başka bir şey değildir. Özgürlükçü yalanıyla savunulan 1961 Anayasası'nın da bir bütün olarak ve yarattığı kurumlar eliyle tek endişesinin, milletin iktidarı ve özgür sivil siyaset olduğu da bugün ayan beyan ortadadır. Siyasal alanın yok edilmesi süreci bizde 1980 ihtilali ile en tepe noktaya ulaşmış, bir yandan başta anayasa olmak üzere tüm mevzuat buna göre dizayn edilirken öte yandan tüm siyasal süreçler ve aktörler ciddi bir dejenerasyona tabi tutulmuşlardır. Cuntacıların ağzından defalarca ifade edilen depolitizasyon denilen sürecin gerçek hedefi, memleketin siyaseten bitirilmesidir. Millete "tu kaka" olarak gösterilen siyaset ve "işlerin, kişilerin ve kurumların siyasetten arındırılması" şeklinde lanse edilen şey, gerçekte milletin iradesine set çekmektir. Bu yolla bürokrasi, kendi iktidarının sınırlandırabileceği tek araç olan siyaset alanını millete ebediyen kapatmak istemiştir. 12 Eylül'de iktidara el koyan gerçek güç, oligarşik bürokrasinin ta kendisidir. Askerler bu gücün sadece silahlı olan ve görünen kısmını oluşturmaktadırlar. Bu süreçte bürokrasiden nemalanan organik aydınların oynadığı role de işaret etmek gerekir. Mimarlarının kimler olduğu konusunda şimdi kimsenin şüphesi olmayan 12 Eylül öncesinde yaşanan terör, anarşi, güven ve istikrarsızlığın suçu da siyasetçilere ve siyaset kurumuna yüklenmiştir. Oysaki bu, bürokrasinin ürettiği kaba bir propagandanın ürünüdür. Bu mekanizmayla, bir yandan kendini sütten çıkmış ak kaşık ilan ederken, öte yandan da millet iradesinin işi bitirtilmiş, siyasal alan neredeyse yok edilmiştir. Siyaset kirliliği edebiyatı da gerçekte boş bir söylemden; seviyesiz bir propagandadan ibarettir. Ne yazık ki, bu süreçte takındıkları tavır ve durdukları yer itibarıyla bir bütün olarak siyasetçilerin de çok iyi bir sınav verdiğini söyleme imkânı yoktur.


Ancak son dönemde yaşanan olaylarla birlikte gelinen noktada tüm siyasetçiler ama özellikle parlamentoda grubu bulunan tüm siyasal partiler artık bir kez olsun bu oyunun farkına vardıklarını ve seçmenlerine değer verdiklerini göstermelidirler. En azından kimliklerinin onuruna sahip çıkmalı; siyaset kurumunun türlü bahanelerle birileri tarafından sürekli tehdit edilmesine daha fazla müsaade etmemelidirler. Güçler ayrılığı prensibi gereği, devletin yasama ve yürütme erkinin yargı tarafından bertaraf edilmesine dur demelidirler. Sorumlu mevkilerde bulunan kişi ve kurumlar, mevcut anayasanın da kendilerine verdiği görev ve yüklediği sorumlulukları dikkate alarak, amir hükümleri uygulamak ve devletin demokrat kimliğinin daha fazla yıpratılmasına engel olmak zorundadırlar.


Bu noktada Cumhurbaşkanı'na çok önemli vazifeler düşmektedir. Devletin ve elbette yasama, yürütme ve yargı erklerinin de başı olan Sayın Gül olaya el koymak durumundadır. Artık herkesin de bildiği üzere, iddianamede kendisini suçlayan ifadelerin yer alması, vatana ihanet dışında başka bir suçla asla yargılanması dahi istenemeyecek bir makamın suçlanması; ilgili ve yetkililerin görevden azli de dâhil olmak üzere, Cumhurbaşkanı'nın harekete geçmesini zorunlu kılmaktadır. Bu konu sadece kendisini ilgilendirmemekte, Cumhurbaşkanlığı tüzel kişiliği, devlet ve onun erklerinin maruz bırakıldığı ciddi bir durumun izale edilmesi açısından da derhal müdahale edilmesi gereken elzem bir konudur. Cumhurbaşkanı'nın birilerine, sadece yasama ve yürütmenin değil, yargının da hukukla bağlı ve sorumlu olduğunu hatırlatması bir tercih değil, ihmal edilmemesi gereken zorunlu bir görevdir. Bu görevin yerine getirilmediği her gün, başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere tüm devlet kurumlarını daha da tartışmalı hale getirecektir. Milletle devletin arasını açmak hiç kimsenin haddine değildir.


MHP önemli bir rol oynayabilir


Siyasal partiler ve liderler de konuya ciddiyetle yaklaşmalıdırlar. 22 Temmuz'dan sonra sorun çözücü politikalarıyla dikkat çeken özellikle MHP'ye demokratik bir iş daha düşmektedir. Akademik geçmişi dolayısıyla, analitik düşünce yapısına sahip Devlet Bahçeli'nin konunun siyasal açıdan taşıdığı önem konusunda yaptığı yorum ve sorunun çözümü için de Meclis'i işaret etmesi bundan sonra atılacak adımlar için oldukça isabetli bir başlangıç olmuştur. Ancak parti kapatmayı engelleyip, siyasetçilere yasak getirmek; siyasal alanın başka araçlarla daraltılmasından başka bir şey değil. Şiddet içermeyen ve şiddeti alenen övmeyen ve bu da mahkeme kararları ile tespit edilmeyen tüm siyasal hareketler ve partiler özgür olmalıdır. Sorun ne partilerde, ne siyasette, ne de siyasetçilerdedir. Asıl sorun, millete rağmen iktidarını; sorumsuz ve sınırsız bir biçimde sürdürmek isteyen bürokrasidedir. Milletten başka siyasetin ve siyasetçinin notunu verecek başka bir merci aramak beyhude bir çabadır. Türk siyasetinin ana damarlarından birine sahip olduğu iddiasındaki MHP'nin konuya bir de bu açıdan bakmasında mutlaka fayda vardır.


Bu konuları aslında en iyi bilmesi gereken, bu konularda tezler hazırlayan ve kendisi de bir siyaset bilimci olan Deniz Baykal olmalıdır. Meclis'teki en deneyimli isimlerden biri olarak da, siyasete, millete ve onun meclisine sahip çıkmak belki de en çok ona yaraşır. Gittikçe soldan uzaklaşan, devletçi ve sert bir ulusalcı çizgiye oturan CHP'lilerin yaptığı ilk açıklamalar, demokrasi ve millet iradesine saygı açısından pek de iç açıcı görünmemektedir. Ancak yasaklı Erdoğan'ı Meclis'e taşıyan bir isim olarak Baykal'dan son bir demokrat tavır beklemek, ümitvâr olmak gerekir. 2004'ten bu yana reformları yavaştan alan AKP'ye gelince, iktidarın efsunundan, ebedilik hissi veren ve mutlaka bozan yanıltıcı atmosferinden ve kutsal devlet nosyonundan artık onlar da bir an önce kurtulmalıdır. Bürokratik devletin kutsallıkla falan bir ilgisi yoktur, olamaz da. Bir yandan mevcut acil durum atlatılırken öte yandan da uzun vadeli çözümler ortaya koymalıdırlar. Anayasa tasarısı Meclis'e sunulmalı, hiç olmazsa AB ile bütünleşme süreci çerçevesinde yapılması gereken reformların önü açılmalı, siyasal alanı rahatlatacak düzenlemelerle işe yeniden başlanmalıdır. Siyaset kurumu ve elbette millet ve onun bu devleti de kuran Meclis'i, bürokrasinin elinde oyuncak olarak ebediyen kalacak değildir.
DOÇ. DR. ŞABAN ÇALIŞ [SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ]

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=667241

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...