29 Eylül 2008

BİR İBADET OLARAK RAMAZAN ORUCU/ Dr.Ahmet ÇAPKU


“Biz her ümmete uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik.” (Hac Suresi, 68)

Şöyle bir soru soralım: İnsan, herhangi bir tanrı inancı olmadan dinsiz yaşayabilir mi? Bu soruya evet diyenler yanında hayır diyenler de vardır. Ancak tarihte dinsiz herhangi bir toplum görülmemiştir. Acaba aklı olan yani kendi kendine yön çizebilen insan için din niçin gereklidir? Din felsefesinin mühim sorularından biri budur. Ancak mesele gerçekte düşünen her insanın sorusu veya sorunudur. Kişi kendi düşünce dünyasında buna makul bir cevap vermeden kendini kolay kolay tatmin edemez.


Her şeyden evvel din, fertlerin kendi iradeleriyle seçtikleri bir inanç sistemdir. Bunlardan bir kısmı beşerin aklının ürünü iken ilahi dinler denilenler ise semavidir yani peygamberler tarafından tebliğ edilmiştir. Bu manada gerçekte Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen ilahi dinlerin adı ‘İslam’dır. Şu halde dinleri, hak olanlar batıl olanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Hepsinin ortak özelliği ise, müntesiplerine bir dünya görüşü sunması ve onların huzurunu temin edeceği vaadini vermesidir.

Dünya görüşü bağlamında hemen her din mebde’-meâd (başlangıç ve varılacak yer) bilgisi sunar. Allah, yaratılış, varlık düzeni, insanın görevi/gayesi, dünya hayatının tanzimi (aile, siyaset, ahlak, rızık davası, ilim…), ölüm ve ötesi gibi durumlar normalde bir dinin, ona inananlara sunduğu resmi bize verir. Hepsinden öte din, insanın ‘niçin?’ sorusuna cevap verir. (‘Nasıl?’ sorusu bilimin/aklın konusudur.) Buna göre dinimiz İslam, biz müminlere nasıl bir hayat tarzı getirmektedir ve bunun içinde özellikle orucun konumu nedir sorusuna geçebiliriz.



Oruç ayetinde de işaret edildiği üzere bu ibadet, Muhammed (as) Ümmeti yanında daha önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. (Bakara Suresi, 183). Hakeza namaz, zekat, kurban da böyledir. (Meryem Suresi, 31; Hacc Suresi, 34). Musa (as)’a indirilen on emri Kur’an’da da pekala bulabiliriz. (bkz. İsra Suresi, 23 vd.). Bilindiği üzere dinin, inanç ve ibadet (muamelat) kısımları vardır. Bazı âlimlere göre din, bütünüyle inançtır. Bazılarına göre ise haramı helal kabul etmemek kaydıyla kişi, dinin muamelat kısmını yaşamasa, eksik yapsa da inancına zarar gelmez.

İmdî, yukarıda satır aralarında görüleceği üzere din, gerçekte kişiye bir hayat felsefesi, yaşam düsturu, neye niçin ne şekilde bakacağı, yaklaşacağı… bilgisini verir. Böylece o, bütünüyle insanı ve hayatı kuşatır. Bu yönüyle din, Allah’ın, her şeye verdiği renktir. (Bakara Suresi, 138). Söz konusu hayat tarzının içinde hukuk, ahlak, ibadet en belirgin şekilde yerini alır ve bunlar iç içe geçmiş haldedir. Örnek verilecek olursa diyelim ki zekatını vermeyen kişi kul hakkına girerek (bkz. Zariyat Suresi, 19) hukuku ihlal etmiş, ibadet olarak İslam’ın beş temel şartından birini ihmal etmiş ve ahlakî açıdan düşüklük göstermiş olur. Şunu belirtmekte fayda vardır: Dinin, kişiye getirdiği yaşam biçiminden hukuk, ibadet, ahlak dışında kalan herhangi bir husus yoktur denilebilir. Başka bir ifade ile din, hayatı bütünüyle kuşatan bir yapıya sahiptir.

İbadet hayatı, inanan insan için günün yirmi dört saatinin proğramlanmış halidir ki, bu yönüyle onun, insanı disipline edeceğine şüphe yoktur. Hakeza iyiliklerin emri, kötülüklerin nehyi de aynı minval üzeredir ve bunların hepsi de en büyük ibadet diyebileceğimiz Allah rızasına (Tevbe Suresi, 72) matuftur. İbadetlerde bir gaye vardır ki, bu da kişiye dünya ve ahiret huzuru (sekîne) sunmasıdır. Bu manada günlük yaşamında, giyim kuşamında, yeme içmede, konuşma görüşme ve hemen her durumda Allah Rasülünü kendine örnek alan müminin gönlünün huzur bulur. Namazla iç dünyasını, zekatla dış dünyasını (rızık) temizleyen, tezkiye eden mümin, namaz ve oruçla rûhen yücelir ve başka iklime kanat çırpar. Dikkat edilirse sözü edilen ibadetler, rızık, ilim, siyaset gibi uğraşılarla yani gündelik hayatla iç içe olacak şekilde tanzim edilmiştir. Dünyevi meşgalenin en ağır bastığı ikindi vaktinde mümin ‘orta namazı/(ikindi) muhafaza’ ile yükümlüdür. (Bakara Suresi, 238). Hadislerde geçtiği üzere sadakanın en hayırlısı, kişi zor durumda ve başkasına vermek istediği sadakaya kendisinin ihtiyacı olduğu halde verilendir. Öyle anlaşılıyor ki, dinin diğer unsurları yanında gündelik hayatın içinde olan ibadetler, kişiyi rûhen olgunlaştırmayı ve onu ahlak-ı hamîdeye ulaştırmayı hedefler. Bu açıdan oruç ibadetine dair şu mülahazaları dile getirebiliriz:


İlmihallere bakıldığında ibadetleri şöyle bir tasnife tabi tutulmuş olarak buluruz: Beden ile yapılan, mal ile yapılan, hem beden hem mal ile yapılan ibadetler. Bunlardan oruç, beden ile yapılan ibadetler kısmına dahil edilir. Bu tasnif dış görüntü itibariyle doğrudur. Fakat Ramazan ayında zekat, fitre, fidye, sadaka gibi unsurların devreye girmesiyle bedenî ibadet gerçekte malî ibadetler ile desteklenmiş olmaktadır. Bu haliyle oruç ibadeti kişi için hem madden hem bedenen tam bir arında, saflaşma vesilesi olmaktadır.

Kalbî arınma açısından oruç ibadeti kişilerin bu ibadete bakışına göre, oruç tutanlara vüs’at ve derinlik verir. Nitekim “Kim ki, yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı / amel etmeyi bırakmazsa Allah’ın, onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur (onun orucuna kıymet vermez)” (Buhari, Savm, 8).” hadisi ve buna benzer hadisler bize oruç ibadetinin, kişinin beden ve benliğini kuşatan bir ibadet olduğuna işaret eder. Zira bilindiği üzere oruç, imsaktan iftara kadar kişinin bir şey yeyip içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durması demektir. Ancak gerçek manada oruç, göze ve gönle sahip çıkarak (bkz. Nur Suresi, 30-32; Mümin Suresi, 19; Buhari, Savm, 10), kavgaya bulaşmadan ve argoya tenezzül etmeden, ahlak ve edep dairesinde bir duruş sergileyerek tutulan oruçtur. Nitekim yukarıdaki hadisler buna açıkça işaret eder. (Buhari, Savm, 9). Buna mukabil “Ramazan geldiğinde cennetin kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” (Buhari, Savm 5) “Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan kıyamet gününde sadece oruçlular girer…” (Buhari, Savm, 4) hadisleri hakkı verilerek tutulan orucun, kişiyi nelere götürdüğünü/terfi ettirdiğini gösterir. Acaba şeytan/ların zincire vurulması nasıl anlaşılabilir?

Kur’an-ı Kerim bütünüyle incelendiği zaman görülür ki, şeytan denilen varlık cinlerden olduğu gibi insanlardan da olur. “… (O münafıklar) şeytanlarının yanına vardıklarında…” (Bakara Suresi, 14), “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık…” (En’âm Suresi, 112) ayetlerinde işaret edildiği üzere insanlığından çıkmış (bkz. Furkan Suresi, 44; Câsiye Suresi, 23), fıtraten bozulmuş ve kalbi katılaşmış (Araf Suresi179; Bakara Suresi, 74) kişiler hemen her zaman ve her yerde bir şekilde bulunur. Hacca ilişkin bir ayette şu ifadeler dikkat çekicidir: “Hac bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlar sergilemek, kavga etmek yoktur/(bunlar yasaktır).” (Bakara Suresi, 197). Demek ki, ibadetlerin asıl maktası, kişiyi bir şekilde hayra, iyiliğe ulaştırmaktır. Ramazan ayında ülkemizde kavga ve kötülüklerin fiilî olarak işlenmesindeki düşüş herhalde bununla ilgili olsa gerektir. (Nitekim resmi ağızlar da tv proğramlarında bunu teyit etmektedirler). Onun için ibadetlerin gayesi, ferdi olgunlaştırmak, ona mânen seviye kazandırmak ve böylece kişi ve kişileri ins ü cin şeytanlarının şerrinden /ya da şeytanlaşmaktan uzaklaştırarak toplumu yaşanılır hale getirmektir diyebiliriz.

Toplumda kimi insanlar şu veya bu şekilde engellidir. Kur’an bize, mânen engelli olanlardan bahseder. “… Onların kalbleri vardır fakat anlamazlar. Gözleri vardır fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır lakin işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta (yaşam ve hayat felsefesi açıdından) daha beterdirler!” (A’raf Suresi, 179). “İnkar edenleri uyarman (inzâr) da uyarmaman da onlar için bir şey ifade etmez. Zira onlar inanmaz. Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de perde germiştir!...” (Bakara Suresi, 6-7). “Sonra… kalbleriniz taş gibi katılaştı. Hatta daha da katı hale geldi!…” (Bakara Suresi, 74). Ayetlerden anlaşıldığı üzere insana verilen bunca maddi ve manevi nimet eğer doğru istikamette doğru bir şekilde amacı için kullanılmazsa kişiyi ve toplumu felaketlere pekala sürükleyebilir. Maddi manada engelli olmak elbette zordur. Hayatının en verimli çağında gözlerini kaybeden rahmetli Cemil Meriç: “Ey gözü olan insanlar! Bahar sizin için var, kırlar sizin için süsleniyor! Gözünüz var, görüyorsunuz. Onun için hayattan şikayet etmeye hakkınız yok!” diye boşuna feryat etmemiştir. Maddi engeli ortadan kaldırmanın veya hafifletmenin görevi tıbba aittir. Manevi engelleri tesbit, teşhis ve tedavi ise mânâ doktorlarının görevidir. İslâm’ın ve Allah erlerinin asıl yaptığı şey şu veya bu şekilde muhtelif seviyelerde insanlara musallat olan manevi engelleri ortadan kaldırmaktır diyebiliriz.

Prof. Dr. Hasan Elik hocanın da sarahatle belirttiği gibi Kur’an’ın mabede ve mektebe bakan iki yönü vardır. Öncelik mabeddir. Bu açıdan Allah kelamı/(Ezeli Söz-Kelâm-ı Kadîm) oluşu itibariyle Kur’an ile ibadet edilir. Her bir harfinin okunuşuna, okuyan manasını bilmese bile, sevap verilir. Meselenin mühim yönü, mabedin daha çok gönle (rûha) ve hissiyata hitap etmesidir. Bu yönüyle dinin, daha çok hissiyat üzerinden yaşandığı ve nakledildiği bilinen bir husustur. Nitekim değer yargılarının oluşmasında da hissiyat olmazsa olmaz konumundadır. Kalbî açıdan kişi ibadetleriyle nice derinliklere, tecellilere ulaşabilir. İslam, ferdin olgunlaşmasında bu kapıyı açık bırakmakta ve hatta teşvik etmektedir. Hemen her peygamberin ve din büyüğünün maddî manada bir mağarasının oluşu, Ramazan ayının son on gününde itikaf ibadetinin kişinin gönlüne derinlik kazandırmaya yönelik olduğu görülür. Bizlerin bugün evliya, Allah dostu dediğimiz kişiler (bunların içinde okuma yazma bilmeyenler bile vardır ve pekala olabilir) gönlü zengin ve nice tecellilere dinimizin mabed boyutuyla ulaşmış kişilerdir. İlmî disiplinlerden tasavvufun daha çok dinin mabed boyutu yönüyle inkişaf etmiş olduğunu görürüz. Dinin başkalarına aktarımında kalb yönüyle tasavvufun, akıl yönüyle felsefenin daha çok aktif rol üstlendiği bilinen bir husustur. Kur’an’ın mektep boyutu ise akıl, araştırma, inceleme başka bir ifade ile bilimsel faaliyetler, daha çok dünyevî hayatımıza konu olan meseleler ile ilgilidir. Bunun içinde hukuk, ticaret, siyaset, sanat, askeriye, laboratuar çalışmalarının tamamı dahil edilebilir. İsteyen bütün bu ilim dallarına dair, ilkeler bazında Kur’an’da fazlasıyla ayet bulabilir. (bkz. Zümer Suresi, 27: Andolsun ki, öğüt alsınlar diye biz, bu Kur’an’da her türlü misali verdik.). Öyle anlaşılıyor ki, insan madde ve manasıyla bir bütündür. (bkz. Sâd Suresi, 72). İnsanı tek taraflı varlık olarak görmek yanıltıcı ve icabında bunaltıcıdır. Nitekim tek taraflı bakış açısına sahip bazı ideolojilerin insanlara iyilik getirme adına ortaya koyduğu manzara konuya ilgi duyanların araştırmalarına tevdi edilebilir. Kaldı ki bunun acı faturası hâlâ devam etmektedir. (Günümüz şartlarında yetişen nesillerimizin zihin bulanıklığı, gönül kirliliğinde söz konusu ideolojilerin azımsanamayacak derecede etkisi vardır.) Demek ki, İslam, insanı bir bütün olarak ele alıyor ve onu madden, mânen yüceltmeyi hedefliyor. Bütünüyle ibadetlerin, özellikle de orucun, kişiye rikkat, safiyet, merhamet, tefekkür gibi ahlakî hususlarda pek çok açılımlar kazandırdığı muhakkaktır.

Söz konusu ibadetlerin toplumsal hayatta hissiyat planında insanlara birliktelik şuuru (tevhid) kazandırdığını söylemeye gerek yoktur. Fitre ve sadakalarla maddi planda yardımlaşma, dua ve istiğfarla ile Cenâb-ı Hakk katında birlikteliği pekiştirme, iftar verme gibi faaliyetleri bu cümleden olarak zikredebiliriz. Dahası hemen her ibadetin getirdiği bir kültür ortamı vardır. Bu da yaşamakta olan herkesi doğrudan tesiri altına alır. Pideler, bayram şekerleri, bayram hazırlıkları, bayramlıklar, eş dost ve kabir ziyaretleri, büyüklerin ellerinin öpülüp hal ü hatırlarının sorulması, küçüklerin ve fakirlerin sevindirilmesi, Ramazan şenlikleri, teravihler, ilahiler, mevlitler, mukabeleler gibi daha pek çok hususu bu meyanda listeleyebiliriz. Son zamanlarda hemen pek çok tv kanalında Ramazan’a ilişkin proğramların yapılmasını da, muhtevası ve manzarası tartışmaya açık olmakla birlikte, bu açıdan hayırla yadedelim.

Meselenin bir de Rahmanî boyutu vardır. Şu hadislere göz atabiliriz: “Rasülüllah (as) halkın en cömerdi idi. Onun en cömert olduğu zaman ise Ramazan ayı idi…” (Buhari, Bed’ül-vahy, 5), “Her kim Kadir Gecesi’ni iman ederek, sevabını Allah’tan umarak ihya ederse o kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Ve her kim Ramazan orucunu inanarak ve sevabını Allah’tan umarak tutarsa geçmiş günahları bağışlanır” (Buhari, Savm, 6). Hadislerden anlaşıldığı kadarıyla, (en azından oruçlu kişiler açısından) şeytanların yani maddi manevi planda kötülük aşılayan unsurların devre dışı bırakıldığı bu ayda her türlü hayrın önü açılmakta, gökyüzü ehli yere nüzûl ederken (bkz. Kadr Suresi) yeryüzü halkı da sanki gökyüzüne doğru urûc eylemektedir. Ramazan böylesine kazançlı alış verişin olduğu bir zaman dilimidir. Kur’an’ın indiği ay ve zaman dilimi, Kur’an ile muhatap olan yani kurtuluşun müjdesini getiren Hz. Peygamber bütün âlemi kuşatan bir rahmete dönüşür. (Enbiya Suresi, 107). Gerçekte ilahi kelamı muhatap alan herkes aynı kaynaktan nasibini alır dersek herhalde yanlış söylemiş olmayız. Buradan hareketle dinin ve dindeki kutsal zaman-mekanların insanı kâmil eyleyişinin, onda Allah’ı hatırlamanın ve Allah adamı olmanın güzel ifadeleri cümlesinden şu iki şiiri/(ilahi) aşağıya kaydedebiliriz:


Dermân arardım derdime / Derdim bana dermân imiş.
Burhân sorardım aslıma / Aslım bana burhân imiş.

Sağ u solu gözler idim / Dost yüzünü görsem deyû.
Ben taşrada arar idim / Ol cân içinde cân imiş.

Savm u salât ü hâc ile / Sanma biter zâhid işin.
İnsan-ı kâmil olmaya / Lazım olan irfân imiş.

Mürşid gerektir bildire / Hakkı sana ayne’l-yakîn.
Mürşidi olmayanların / Bildikleri gümân imiş.

Öyle sanırdım ayrıyam / Dost ayrıdır ben ayrıyam.
Senden görüp işideni / Bildim ki ol canân imiş.

Nerden gelür yolun senin / Yâ kande varır menzilin.
Nerden gelip gittiğini / Anlamayan hayvân imiş.

İşit Niyazî’nin sözün / Bir nesne örtmez Hak yüzün.
Hak’tan ayân bir nesne yok / Gözsüzlerde pinhân imiş.
-Niyazi Mısrî-



Dil hânesi pür nûr olur / Envâr-ı zikrullah ile.
İklîm-i dil mamur olur / mimâr-ı zikrullah ile.

Her müşkil iş âsân olur / Derd-i dile dermân olur.
Cânın içinde cân olur / Esrâr-ı zikrullah ile.

Gamgîn gönüller şâd olur / Dembesteler azâd olur.
Güngeşteler irşâd olur / Âsâr-ı zikrullah ile.

Zikreyle Hakk’ı her nefes / Allah bes bâki heves.
Pes gayriden ümmidi kes / Tekrâr-ı zikrullah ile.

Gör ehl-i hâlin fırkasın / Çâk etti ceyb-i hırkasın.
Devreyle zikrin halkasın / Pergâr-ı zikrullah ile.

Terk et cihan ârâyişin / Nefsin gider âlâyişin.
Bul cân u dil âsâyişin / Efkâr-ı zikrullah ile.

Ahmed seni ikrâr eder / Hem zikri tekrâr eder.
İhlâsını iş’âr eder / Eş’âr-ı zikrullah ile.
- Sultan I. Ahmed-


İslâm’a inanmayan veya inandığı halde dine, ibadetlere soğuk bakan kişiler oruç tutmayı insan bedenine uygulanan bir tür ceza, şiddet olarak görebilirler. Ne diyelim, Allah bu tiplere hidayet versin. (Âmîn). Bir de meseleye dine, aklın/bilimin kuralları içine hapsederek bakma eğiliminde olanlar vardır. Söz konusu kişiler; efendim, Peygamber Efendimiz; ‘Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz’ demiştir. Dolayısıyla oruç, eşittir sıhhatli olmaktır. Onun için oruç tutmak faydalı bir şeydir şeklinde meseleye bakanlar vardır. Böylesi bir bakış açısının madde kirine bulanmış sakat/sakil bir yaklaşım olduğunu (bir tür materyalist zihniyet) rahatlıkla ifade edebiliriz. Dinin buyrukları, inanıldığı için uygulanan kurallar bütünü olması yanında inananlara bir takım maddi faydalar da getirmiyor mudur? Elbette getirir. Fakat meseleye menfaat gözlüğüyle bakmak onu, dinî olmaktan çıkarır. O artık başka bir şey haline gelir. Asıl olan oruç veya diğer ibadetlerin bizatihi dinin yani Allah’ın emri olduğu için yerine getirilmesidir. Meselenin dikkat çekici bir başka boyutu ise dinin nehyetti/yasakladığı hususların akıl, hukuk, gelenek… tarafından da çirkin, kötü görülmesi ve/veya bunlar tarafından yasaklanmasıdır. Dinin emrettiği hususlar ise genel itibariyle sağduyunun, ahlakın, aklın… uygun gördüğü ve yapılmasını istediği şeyler olduğu görülür.
*****

Bkz. “Onlar ki, iman etmiş ve kalbleri Allah’ı zikirle huzur (tatmin) bulmuştur. Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.” (Ra’d Suresi, 28). ‘Zikr’ kelimesi aynı zamanda Kur’an’ın adıdır. (bkz. Hicr Suresi, 9). Buna göre ‘zikr’ Allah’ı anmak, hatırlamak/hatırlatma, Kur’an’ı kabul edip yaşamak, onun hayat iksiri olan ayetlerini anlayıp hayata tatbik etmek ve bunu yaşantı, ilim irfan ile tebliğ etmektir diye düşünebiliriz.


Çocukluğumun ramazanlarını hatırladığımda şu manzaralar gözümün önünden gitmez. Temmuz, Ağustos sıcağında tarlalarda çalışan, yorulan, susayan ve akşam yaklaşınca yemek hazırlama derdinde olan analarımız, ablalarımızın bu ibadetten herhangi bir şekilde müşteki olduklarına şahit değilim. Her ramazanda iftarlar verilir, komşular pişirdikleri güzel yemeklerden birer tabak birbirlerine ikram eder, köy mescidinin henüz olmadığı o zamanlarda köyün erkekleri bizim evde toplanır ve teravih kılarlardı. Ramazanın son iftarında hemen her bir evin kapısında yığılmış kadınları ve çocukları görürdüm. Tabi ben de anamın yanında dışarı çıkardım. Akşam ezanı okununca onlar evlerinin kapısında Ramazan’ı uğurlarlar, kıbleye dönerek ‘yine gel, hayırlar getir’ diyerek el sallarlardı. Sanki büyük bir sevgiliyi hasretle uğurlarlar ve onbir ay sonra onunla buluşmanın hüznü ve bayramın sevincini aynı anda yaşarlardı. Bizim için özel bayramlık elbise hazırlarlar, sabahleyin önde dedem, ardında hoca babam ve biz çocukları onların ardı sıra köyün camisine yollanırdık. Yol boyu tekbir getirir, mezarlıktan geçerken mutlaka mevtaları ziyaret edip onlara bayram hediyesi sunar, öylece bayram namazı için camiye geçerdik. Namaz sonrası gulguleler arasında bütün bir cemaatin bayramlaşması olurdu cami avlusunda. Tabi çocuklara dağıtılan çikolatalar, bisküviler, şekerler!... Biz çocuklarına bu hissiyatı nakleden/hissettiren ümmî analarımıza, muhterem babalarımıza ne çok şey borçluyuz. Onların nasırlı ellerinden öpüyor, cümle dostlara nice Ramazanlar, kandiller ve bayramlar diliyorum.

Ahmet ÇAPKU
28.09.2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...