23 Eylül 2008

Bu Seferlik…ABDULLAK ÖZBEK/ KONYA POSTASI GAZETESİ


Bir gün önceydi… Bir dostumuzun cenazesine gitmiştik. Bir trafik kazası sonucu ruhunu teslim etmişti. İki gün önce de aynı kazada ölen eşi toprağa verilmiş… Arka koltukta oturan kızı ise, ilk takla atışta dışarı fırlayarak kurtulmuştu…




Oldukça kalabalık bir insan kitlesi toplanmıştı. Hatta arabaları park edecek yer bulmakta zorlanmıştık. Nerdeyse duyan herkes, yoğun bir iş vakti olmasına rağmen, her taraftan akın akın gelmişti.


Yıllardır görüşmediğimiz birçok dostlarla da orada görüştük. Öyle ya, insanlar ya düğünde, ya bayramda, ya da cenazede daha çok bir araya gelme fırsatı buluyor.

O esnada hep kaza sebebi konuşuldu. Araba seyir halinde iken, içeri bir arı giriyor. Onu çıkarayım derken, kontrolü kaybedip yoldan çıkıyor…
Birkaç takla sonucu da yolun sonuna varıyor…

Çok yakın bir akrabası, bir arıdan dolayı kazanın olmasına oldukça hayret ediyordu… “Üst başı bir arı… Soksa ne olacak, sokmasa ne olacak?” deyip duruyordu…

Arı ya da başka bir şey… Şu ya da bu… Demek ki süre oraya kadardı.


Bir gün sonra, yani 8 Ağustos 2008’de, saat 14.45’i gösterdiği bir sırada, aynı şey benim de başıma gelmişti…


Benim de kafamın içine, arabamla seyir halinde iken, “ani bir uyku” girmesin mi?.. Haliyle şuurum da kapanıyor. Sağ koltukta oturan yeğenim yüksek sesle uyarsa da tesiri yok… Duyuyorum; fakat rüyada gibi… Bir sola, bir sağa derken, şarampole yuvarlanıyoruz… Bu esnada fren de yapıyorum. Ne yazık ki kâr etmiyor. Ve başlıyoruz takla atmaya… Bir, iki, üç!

Sol tarafa yatmış vaziyette duruyoruz… Tıpkı, azgın dalgalara kapılıp kayalara bindiren gemiler gibi…


Hareket durduğunda, baktım şuurum açık… Hemen motoru durdurup emniyet kemerini çözüyorum. Arkasından buzlu cam haline gelmiş ön camda tekme ile delik açıyorum. O esnada, dışarıdan yetişenler de oluyor. Çıkacak kadar bir yer oluşunca hemen dışarı çıkıyorum.


İlk düşündüğüm şey, “ölü ya da yaralı kimse var mı” diye kısa bir araştırma yapmak oluyor… Bakıyorum, fazla bir şey yok… Sonra, tatilde yanımda bulundurduğum kitaplara göz atıyorum. Ne de olsa onlar hayatımın bir parçası… Ardından, bilgileri sakladığı için, bilgisayarım sırada yerini alıyor. Diğerlerinin pek önemi yok… Demek ki o klasik söz benim de kafamda yer etmiş olmalı ki, “Cana gelecek mala gelsin!” diye düşünerek teselli bulmaya çalışıyor ve Allah’a şükrediyorum…


Etrafa saçılan eşyalar ise hiç de hoş bir manzara arz etmiyordu… Kimisi patlamış, kimisi oraya buraya rast gele savrulmuştu… Böyle anlarda, leş kargalarının ortaya çıkabileceği şeklinde hafızamda bilgiler de vardı… Nitekim sonunda, az da olsa, bu bilgiyi destekleyecek durumlar ortaya çıktı…


Her neyse…


Yalnız o esnada hayret ettiğim şey, daha dışarı çıkmadan, kaza yerinin ana baba günü olmasıdır… Ve güvenliğimizi emanet ettiğimiz polislerimiz de bir anda sanki oracıkta bitivermişlerdi. Çok geçmeden jandarma da oradaydı. Her ikisinin de büyük bir görev bilinci içersinde meseleye el atmaları, sevinmenin ötesinde, duygulandırıcıydı da…


İlk soru şuydu…


—Neden kaza yaptınız?


Bildiğim tek cevap vardı… Uyku!


Evet, uyku… Her zaman bedenimizi dinlendiren ve rahatlatan o uyku, bu sefer zamansız bir vakitte mi gelmişti, acaba? Hem de günün yarıyı geçtiği bir vakitte… Yoksa ben mi onu zorlayıp davet etmiştim?


Yaptığım değerlendirmeye göre, şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor…


Görünen sebebe bakılırsa, galiba onu zorlamıştım…


Bir kere, soğuk ve serin bir ortamdan sıcak bir ortama geçiş söz konusuydu. Güneş de tam gözüme dikilmişti.


Diğer taraftan oruç tutuyordum. Güya Ankara’da yeğenlerim iftara bekliyordu. Hatta paylaşamıyorlardı… Sürekli telefon üstüne telefon…


Peki, niye oruç?


Senede bir ay oruç tutmak, mükellef olan her müslümana farzdı… Evet öyle yazıyordu, Kutsal kitabımız Kur’an.


Yalnız, Allah bu konuda ruhsat da vermişti… Hastaya, yolcuya farz değildi… Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu yönde idi.


Yani biz, zaruretleri göz ardı etmiştik…


Bu tutum, biraz da bizim yanlış ve sığ din anlayışından kaynaklanıyordu… Yoksa, Allah’tan ve peygamberden daha çok insanları mı dikkate alıyorduk? Üstelik bir “zorlama ve kul hakkı” söz konusu değilken…


Bir de şunu soruyorlar…


—Kaza esnasında neler hissettiniz? Kelime-i şahâdet getirdin mi?


Başta söyleyeyim… Kelime-i şahâdet hiç aklıma gelmedi. Ama beklediğim bir şey oldu…


Ölüm olayını anlatırken sık sık verdiğim bir misâl vardı… Şöyle derdim…


Ölüm bu hayatla öbür hayat arasında bir kapıdır…


Tek aklıma gelen, ne zaman son darbe olup da o kapıdan geçeceğimi düşünmek idi.


Ve o kapı açılmamıştı…


Bu seferlik…


Demek ki, daha yapmamız istenen işler var!


Bir de şunu ifade edeyim…


Böyle anlarda insanın yakınında akrabalarının, dostlarının, arkadaşlarının ve öğrencilerinin olması çok güzel bir şey… Hele de tanıyanların “geçmiş olsun” dilekleri… Hepsine de selâm, saygı ve teşekkürlerimi sunuyorum…


İlerde konuyu, belki daha geniş ele alma fırsatı olur.


Pahalıya da mal olsa, gerçekten çok dersler çıktı…


Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, her kazada ders alma fırsatı tanınmayabilir!

Abdullah Özbek
aozbek@haberk.com

kaynak: http://www.haberk.com/

**************************************

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...