DÎNÎ
ve TARİHÎ METİNLER BAĞLAMINDA Hz. İBRAHİM’İN TARÎHEN VARLIĞI VE GERÇEK
BABASININ KİMLİĞİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
Özet
Kur’ân’da, Yüce Allah’ın gönderdiği
peygamberlerin bazılarının hayatlarından alınmış kesitler bulunmaktadır
(kıssa). Esasen ibret ve öğüt maksadıyla alıntılanan bu olayların (yani
kıssaların) odağında yer alan asıl kahraman şüphesiz ki peygamberlerdir. Durum
böyle olmakla beraber son zamanlarda bir kısım araştırmacılar, peygamberlerin
bazılarının târîhen varlığını kabul etmemekte, bir kısmı da onların neslini
lekelemeye yeltenmektedirler. Bunların ortak amacı ise, bu tür asılsız
argümanlardan yola çıkarak Kur’ân’ı ve İslamiyet’i olumsuzlamaktır.
İşte bu şekilde ele alınan peygamberlerden
biri de Hz. İbrâhîm’dir. Bazıları onun târîhen varlığına inanmamakta, bazıları
da gerçek babasının müşrik olduğunu öne sürmektedir.
Ancak, dini ve tarihî metinler, durumun hiç
de böyle olmadığını, aksine Hz. İbrâhîm’in fiilen yaşamış önemli bir şahsiyet
olduğunu ve öz babasının da müşrik olmadığını ispatlayacak niteliktedirler.
Anahtar
kelimeler: İbrâhîm, Âzer, gerçek/öz baba,
dede, ata, amca, kıssa, müşrik.
AN
ANALYSİS OF HİSTORİCAL EXİSTENCE OF HZ. İBRAHİM AND THE IDENTİTY OF HİS REAL
FATHER İN THE CONTEXT OF RELİGİOS AND HİSTORİCAL TEXTS
Abstract
The Qur'an has sections taken from the lives
of some prophets sent by the holy Allah (tale). In fact, there is no doubt that
the focus and real heroes of these events (tales) quoted with the purpose of
warning and advice are the prophets. This is being the case,
some of
researchers accept the existence of the some prophets historically while some
other researchers are attempting to blame their generations recently. Their
common goal is vilify Islam and the Qur'an by using untrue arguments.
One of the prophets talked about like this is
the prophet İbrahim. Some do not believe in his physical and historical
existence while others suggest that his real father is a polytheist.
Yet the religious and historical texts prove
that polytheists’ claims are not true. The prophet İbrahim actually lived in
the history, was an important figure and his real father was not a politheist.
Key words: İbrahim/Abraham, Âzer, actual/own father, grandfather, ancestors,
uncle, fable, polytheist/pagan.
Giriş
Kur’ân’ın önemli bir kısmını oluşturan
kıssalar, üzerinde en fazla çalışılan ve çeşitli açılardan değerlendirilen konulardan
biridir. Bu çalışmaların önemli bir kısmı konuya objektif ve müspet olarak yaklaşırken,
bir kısmı da çeşitli sebep ve gerekçelerle maksatlı ve taraflı olarak
yaklaşmışlardır.
İşte bu bağlamda kıssası üzerinde durulan
peygamberlerden biri de Hz. İbrâhîm’dir. Ülü’l-azm bir peygamber olduğu
bildirilen Hz. İbrâhîm, -tabir caizse- kilometre taşı mesabesinde olan
peygamberlerden biridir. Hemen hemen bütün semâvî metinlerde ve İslâmî
kaynaklarda ismi geçmekte, üstlendiği ve îfâ ettiği ilâhî misyonundan
bahsedilmektedir.
Durum böyle olmakla beraber gerek İslam ve
gerekse batı dünyasından bazı araştırmacılar, çeşitli gerekçelerle Hz. İbrâhîm’in
târîhen var olmuş/yaşamış bir şahsiyet olmadığını iddia etmekte,[1] bazıları da Kur’ân’da geçen Âzer’in onun öz/gerçek
babası olduğunu öne sürmekte ve bu vb. asılsız iddialardan hareketle, özelde
Kur’ân’ı, genelde ise İslam dinini menfî olarak eleştiriye tabi tutmaya
çalışmaktadırlar. Zaten işi tehlikeli hale getiren ve dolayısı ile bu mütevazi
çalışmanın kaleme alınmasının en önemli sâiki de bu tür olumsuz niyet ve
tavırlardır.
Ancak, dini metinlerle tarihi bulgu ve
belgeler, söz konusu düşüncelerin doğruyu yansıtmadığını ortaya koyacak mahiyettedirler.
İşte biz bu küçük hacimli çalışmamızda, dini verilerle
tarihî ve arkeolojik verilere dayanmak suretiyle bu konular üzerinde durup bir
sonuca varmaya çalışacağız. Kısaca çalışmamız, Hz. İbrâhîm’in târîhen varlığının
ve gerçek babasının Âzer olup olmadığının tespiti ile sınırlı olacaktır.
Makalemizde önce Hz. İbrâhîm’in hayatı ile
yaşadığı çevrenin özellikleri ve misyonu hakkında kısaca bilgi vermeye, sonra
da gerçek babasının kimliği üzerinde durmaya çalışacağız.
A. Hz. İbrâhîm’in
Hayatı, Yaşadığı Çevre ve Misyonu
a. Hz. İbrâhîm’in
Hayatı:
Hz. İbrâhîm’in,[2]
M.
Ö.
takriben 1940’lı yıllarda,[3] Irak’ın bugünkü Nâsıriye şehrinin 10 km . kadar
güneyinde, Bağdat’ın 300 km .
güneydoğusunda ve Fırat nehrine 18 km . uzaklıkta
yer alan Ur (Tel el-Mukayyer/Muğîr/Muquayyar[4]) şehrinde dünyaya geldiği;
Mukayyer’in İbrâhîm(as)’ın kavmi diye tanıtılan (Iraklı) Keldânîlerin[5]
eski Ur şehri olduğunun, 1854’te Kırım savaşı esnasında British Museum adına, J. G. Taylor tarafından burada ilk kazıya başlandığı zaman Rawlinson tarafından bir tümülüste bulunan belgelerden
tesbit edildiği[6] bildirilmektedir.[7]
Ur ve çevresinde yapılan kazılar esnasında Hz.
İbrâhîm’le ilgili iki arkeolojik belge daha ortaya çıkarılmıştır. Bu
belgelerden birincisi, “Târah oğlu Abraham” yazılı olan bir tablettir.
Sözü edilen tablette sadece bu isim yazılıdır, başka bir bilgi ve kayıt yoktur.
İkinci belgede ise Ur peygamberinin yakalanması için Acbor oğlu Elnathan’ın başvurduğu bir takım
tedbirler yazılıdır. Bu belgeyi destekleyen bazı Sabi’î kaynaklar da
bulunmaktadır. Söz konusu kaynaklarda Hz. İbrâhîm’in, zamanın melîki tarafından
tackibâta maruz kaldığı ve tutuklandığı haber verilmektedir.[8]
İbrâhîm(as)’ın, ateşte
yanmaktan kurtulduktan[9] sonra,
yeryüzünde ilk kurulan şehir olduğu belirtilen Harrân’a[10]
geldiği[11]
söylenmektedir.[12]
İbrâhîm (as), Harrân’dan Ürdün’e/Filistin’e geçmiş ve orada Methel, Hebrân (veya Hebrun, bugünkü el-Halîl) ve Beir Sheba şehirlerini kurarak buraları davetinin merkezî
yerleri yapmıştır.
İbrâhîm (as), bir kıtlık nedeniyle 12. sülâle[13]
(bazılarına göre ise Hiksoslar[14]
(2214-1703[15])
döneminde
Mısır’a gitmiştir.[16] Bu hâdise,
Lût Gölü yakınındaki Kumran mağaralarında bulunan ve M. Ö. 50 - M. S.
50 yılları
arasına tarihlenen ceylan derisine yazılmış tarihî bir vesîkada biraz daha
ayrıntılı olarak geçmektedir.[17]
İbrâhîm (as), Mısır’dan bir miktar servetle
birlikte tekrar Filistin-Şâm’a dönmüş,[18]
Mekke’de Kacbe’yi inşâ et[tir]miş[19], oğlu İsmâcîl’i onu korumakla görevlendirmiştir.
Bundan sonra da Hebrân’ı dâimî merkez olarak kullanmıştır.[20]
“Seksen yaşında iken (Şâm yakınında
bir köy olduğu[22]
belirtilen) Kadûm’da sünnet oldu”[23] hadîsi,
onun buralarda yaşadığını göstermektedir.
İbrâhîm(as)’ın hayat çizgisi muhtemelen
şöyledir: Ur’dan Bâbil’e, Bâbil’den Harrân’a, Harrân’dan Şâm’a, Şâm’dan Mısır’a, Mısır’dan tekrar Şâm’a,
Şâm’dan Mekke’ye, Mekke’den tekrar Şâm’a
dönmüş, birkaç kez Mekke-Şâm seferi yapmıştır.
İbrâhîm(as)’ın Hebrân’da takrîben M. Ö. 1740 (veya 1765) yıllarında[24]
200[25] (bir diğer
görüşe göre ise 175)
yaşında iken vefat ettiği ve ecdâd makberesine defnedildiği,[26]
sonra oğlu Hz. İshâk’ın onun görevini devam
ettirdiği[27] bildirilmektedir.
Şimdi,
aktardığımız bütün bu dînî, tarihî ve arkeolojik bilgilerden hareketle, Hz. İbrâhîm’in
fiilen yaşamış, başka bir ifadeyle onun târîhen varlığı konusunda en ufak bir
şüphenin olmaması gerektiğini düşünüyoruz.
b. Hz. İbrâhîm’in
Yaşadığı İktisâdî ve Sosyo-Kültürel Çevre
Hz. İbrâhîm’in
yaşadığı dönemde Ur şehri, önemli bir ticâret ve sanayii
merkeziydi. Arkeolojik kazılarda bu devre ait önemli su kanallarının
bulunması[28] ve bir yılda
birden fazla ürün alınması,[29]
Urluların bu tür işlerle -hem de ileri derecede-
ilgilendiklerinin ve başarı elde ettiklerinin bir göstergesi olabilir. 250.000 ile 500.000 arasında
olduğu tahmin edilen nüfusun ekseriyeti, el işi ve endüstri ile uğraşıyor,
dolayısıyla Urlular ticârî bir zihniyet ve yaşam tarzı benimsemişlerdi. Onların
en büyük amacı, mal-mülk sahibi olarak lüks bir hayat içinde yaşamaktı.
Tanrılarına yaptıkları ducâlarda bile genellikle, ‘uzun ömürlü,
zengin ve işlerinde başarılı olmayı’ istiyorlardı. Toplumu, servete olan
düşkünlük sarmıştı. Bu hatalı düşünce ve tavırların sonucu olarak ilişkiler
menfecat üzerine kurulmuştu; herkes birbirine kuşkuyla bakıyor,
sevgi ve saygı gibi insanları birbiriyle kaynaştıran ve toplumun huzurunu ve
ayakta durmasını sağlayan hususlar dikkate alınmıyordu. Bütün bu aksaklıklardan
doğan hukukî davalar da olağan hale gelmişti.[30]
İbrâhîm(as)’la aynı dönemde yaşadığı[31]
bildirilen Kaledonya kralı Bâbilli Hammurâbî(M. Ö. 1940-1712)’nin,[32]
saltanatının 40-43.
seneleri
arasında, belli ölçüde Hz. İbrâhîm’in sunduğu ilâhî mesajdan yararlanarak
3600 satır halinde[33]
hazırla[t]dığı 282 maddeden
oluşan ünlü kânunnâmesinin[34]
içeriği[35]
de Urlular hakkında verilen bu bilgilerin doğruluğunu kanıtlar
niteliktedir.
Dînî açıdan
ise, Hz. İbrâhîm’in vatanı olan Ur şehrinde yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen verilerden, burada yaşayan
halkın Fenar ismini verdikleri ay tanrısına; onların
komşusu ve baş şehirleri Larsa olan halkın ise Şamas adındaki güneş tanrısına taptıkları
anlaşılmaktadır.[36]
Hz. İbrâhîm’in yaşadığı yerlerden biri
olan Harrân’ın dînî yönden en belirgin
özelliği, ay, güneş ve yedi gezegenin, özellikle de Venüs (Zühre) ile Marduk’un kutsal olarak kabul
edildiği eski Mezopotamya putperestliğinin merkezi olmasıydı. Zamanla bu
küçük ilâhların sayıları azalmış ve sonunda Marduk, Bâbil ilâhlarının en büyüğü olmuştur.[37]
Başlangıçta
tek tanrı inancına sahip olan Keldânîler, gök cisimleri yanında putlara
da tapıyorlardı.[38] Puta tapma hâdisesi
bir hayli yaygındı.[39]
Her şehrin, kendisini koruyan bir rabbı bulunuyordu. Hatta kasaba ve köylerin
bile kendilerine ait küçük ilâhları vardı.[40]
Ur şehrinin harabelerinden çıkarılan kitâbelerde
beş bin adet tanrı ismine rastlanması,[41]
onların çok tanrılı (politeist) bir dînî
hayat ve anlayışlarının olduğunun en bariz göstergesidir.
c. Hz. İbrâhîm’in İlâhî Mesajı Tebliği (Misyonu)
İbrâhîm (as), şirkin
yaygın olduğu bir ortamda[42]
dünyaya gelmiş ancak, kendisine verilen (aklî) yeteneği kullanarak,
fıtratı
bozulmaktan/şirke bulaşmaktan korunmuş ve tevhîdden uzak olan kavminin tevhîdi
benimsemesi için büyük bir gayret sarfetmiştir:
“Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız
gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca batanları sevmem, dedi. Ayı doğarken
görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca Rabbim bana doğru yolu göstermezse
elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce de,
Rabbim budur, zîrâ bu daha büyük, dedi. O da batınca dedi ki: Ey kavmim! Ben
sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanif olarak
yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden
değilim”.[44]
Hz. İbrâhîm’in ay, güneş ve diğer
yıldızlara bakarak aklen onların tanrı olabilecek mahiyette olmadıkları, gerçek
Tanrı’ının Yüce Allah’ın olması gerektiği sonucuna
varması Kur’ân’da işte böyle anlatılmaktadır.[45]
Barnabas İncili’nde de olay -tıpkı Kur’ân’daki gibi- şöyle
geçmektedir:
“İbrâhîm babasının
evine yaklaşınca eve girmekten korktu; evden biraz uzağa gidip bir palmiye ağacının
altına oturdu ve burada kendi kendine dedi: ‘Hayat sahibi ve insandan daha
güçlü bir tanrı var olmalı; çünkü insanı o meydana getiriyor ve insan, tanrı
olmadan insan meydana getiremez.’ Sonra yıldızlara, aya ve güneşe baktı ve onların
tanrı olduklarını düşündü. Fakat onların hareketlerinde değişken olduklarını
görünce: ‘Bu tanrı hareket etmemeli; yoksa, insanlar hiç olacak...’ dedi.”[46]
Berossus’tan
Hz. İbrâhîm’in, Keldânîler arasında yaşayan sâlih bir kişi olduğunu nakleden
tarihçi Josephus’a göre o (yani İbrâhîm), semâyı gözlemleyerek Yüce Allah’ın
varlığını akıl yoluyla bulan ilk kişidir.[47]
İşte putperestliğin oldukça yaygın olduğu Hz. İbrâhîm’in
yaşadığı çevrede onun ana hedefi, tevhid inancını yaymak ve yerleştirmek olmuştur.
Hemen her fırsatta o bu ulvî görevini en iyi bir şekilde îfâ etmeye
çalışmıştır. Mirdaş kaynaklarında Hz. İbrâhîm’in, tevhîd inancını benimsetmek için Mamre meşeliği ya da Beir Sheba’da (veya Beer
Şeba’da)
dört yolun kesiştiği bir yerde, dört bir tarafında birer kapısı olan büyük bir
bina yaptırarak gelen yolcuları bu binada ağırladığı,[48]
her gelenin binaya serbestçe girerek evin ortasında, üzeri yiyecek ve
içeceklerle dolu bulunan masaya oturup karnını doyurduktan sonra istirahat
ettiği haber verilmektedir.[49]
Söz konusu kaynakların verdiği bilgilere göre, bu binaya gelerek karnını
doyuran ve dinlenen yolcular, yollarına devam etmek üzere binadan ayrılırlarken,
Hz. İbrâhîm’e teşekkür etmek istediklerinde o (yani Hz. İbrâhîm) her defasında
yukarıyı göstererek, kendisine değil, bir olan Allah’a şükretmeleri gerektiğini
ifade etmiştir. Böylece İbrâhîm (as), hemen her
şart ve ortamda insanlara tevhîd inancını kabul ettirmek için azami gayret
göstermiştir.[50]
Günümüzde halk
arasında söylenen “Halîl İbrâhîm sofrası” sözü muhtemelen buradan
kalmış olabilir.
Şimdi, Hz.
İbrâhîm’in tevhîdi kabul ettirmek için yürüttüğü diğer faaliyet ve
tartışmalarına geçelim.
Bir put imalatcısı olduğu söylenen Âzer’in, kavminin taptığı putları
kendi eliyle yaptığı, onları, İbrâhîm’e vererek çarşı ve pazarlarda sattırmak
istediği; İbrâhîm’in ise alıcılara, ‘ne zararı, ne de faydası olan bu mallar
satılıktır, isteyen alsın’ şeklinde seslendiği, dolayısıyla bir şey satmadığı;
bazen de alay ve eğlence maksadıyla, putlardan birini alıp nehir kenarına götürerek
onun başını suya soktuktan sonra, ‘haydi iç de görelim’ dediği[52]
rivâyet edilmektedir.
İşte Hz.
İbrâhîm önce, müşrik olan Âzer’i tevhîde çağırmıştır:
“Bir zaman o babasına demişti ki: Babacığım!
Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?
Babacığım! Hakîkaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki,
seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme!.. Babacığım! Allah tarafından
sana bir azabın dokunmasından korkuyorum...
(Babası:) Ey İbrâhîm! dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü
çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir süre benden
uzak ol!
(İbrâhîm:) Selâm sana (esen kal) dedi... Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyorum...”.[53]
Görüldüğü gibi
İbrâhîm (as) Âzer’i, yumuşak bir dil kullanarak ölçülü bir
şekilde, kırmadan, incitmeden, ama derin anlamlar taşıyan sorular sorarak doğru
yola getirmeye çalışmış, başarılı olamayınca da kendisinden ayrılmıştır.
O, “babacığım,
duymayan, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?”
sözleriyle muhtemelen, taptıkları putların, tapınmaya değer olmayıp son derece
anlamsız şeyler olduklarını ortaya koymak için Âzer’i, aklını kullanarak
düşündürmeyi amaçlamış olmalıdır.
Hz. İbrâhîm’in Âzer’le olan tartışması, biraz daha
ayrıntılı olarak Barnabas İncili’nde de geçmektedir.[55]
“İbrâhîm’i de gönderdik. O kavmine şöyle demişti: Allah’a kulluk edin. O’ndan korkun, bilirseniz bu sizin
için daha hayırlıdır. Siz, Allah’tan başka birtakım putlara tapıyor, yalan
şeyler üretiyorsunuz... O’na tapın ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz.
Eğer yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de yalanlamıştı”.[56]
Tevhîd ilkesini yerleştirmeye çalışan İbrâhîm (as) kavmine,
ilâhî mesajı reddetmeleri halinde önceki milletlerin uğradıkları benzer
felâketlere maruz kalacaklarını, dolayısıyla böyle bir güç ve zorlu duruma düşmemek
için onlardan ibret alınması gerektiğini bildirmiştir.[57]
“Allah kendine
mülk/hükümdarlık verdi diye şımararak Rabbi hakkında İbrâhîm’le tartışmaya gireni görmedin mi? İbrâhîm: Benim
Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti. O da: Hayat veren ve öldüren benim,
dedi. İbrâhîm: Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan
getir dedi. Bunun üzerine kâfir şaşırıp kaldı”.[58]
Demek ki,
Allah hakkında Hz. İbrâhîm’le tartışmaya girişen
Nemrud sonunda, iki kudreti mukayese ederek aradaki
farkın büyüklüğünü görmüş olmalı ki dehşete kapılmıştır.
B. Hz. İbrâhîm’in
Gerçek/Öz Babası
Bu kısımda konuyla ilgili olarak el-ebu (= الأب), el-vâlid (= الوالد) ve Âzer (= آزر) kelimeleri üzerinde
duracağız.
el-Ebu (= الأب), ve Âzer (= آزر) lafızlarının birlikte zikredildiği âyet
sadece Enam sûresinin 74. âyetidir:
وَإِذْ
قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا آلِهَةً إِنِّي
أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ.
“Ve iz kâle İbrâhîm’ü li ebîhi Âzer’a: E tettehizu esnâmen
êliheten, innî erâke ve kavmeke fî zalâlin mübîn”.
“İbrâhîm, babası Âzer'e, birtakım putları tanrılar
mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde
görüyorum, demişti.”
El-vâlid (= الوالد) kelimesi “gerçek/öz baba” anlamında pek çok âyette[59] geçmekle beraber bizzat Hz. İbrâhîm’in bu kelimeyi
kullandığı âyet şudur:
رَبَّنَا
اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ.
“Rabbenağfirlî ve livâlideyye ve li’l-mü’minîne yevme yekûmu’l-hısâb”.
Şimdi, söz konusu kelimelerin anlamları
üzerinde kısaca duralım:
Arapça’da el-ebu (الأب
çoğulu الآباء)
kelimesi “baba, dede, ata[61]
ve amca[62]…”
gibi anlamlara gelmektedir.[63]
el-Vâlid (=الوالد ) kelimesi ise “çocuğun -herhangi
bir aracı/vasıta olmaksızın- bizzat kendisinden meydana geldiği öz/gerçek
baba”[64]
demektir.
Görüldüğü gibi iki kelime arasında önemli bir
anlam farklılığı bulunmaktadır (nüans). Şöyle ki:
el-Ebu (= الأب) lafzı,
“baba, dede, ata, amca” anlamlarını ifade ederken, el-vâlid (= الوالد) lafzı sadece “çocuğun kendisinden meydana geldiği öz/gerçek
baba” manasına gelmektedir. Yani, el-vâlid (= الوالد) kelimesi “dede, ata ve amca” anlamına gelmemektedir.
Kur’ân’da, bu iki kelimenin Hz. İbrâhîm tarafından farklı bağlamlarda
kullanıldığı görülmektedir:
Hz. İbrâhîm, Âzer’i kastettiği âyetlerde hep el-ebu (= الأب) kelimesini kullanmıştır:
وَإِذْ
قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَ.
“Ve iz
kâle İbrâhîmu li ebîhi ve kavmihî innenî berâün mimmâ ta’büdûn”.
Kendi öz anne-babasını kastettiği yerde ise vâlideyye (= والدي), yani el-vâlid (= الوالد) kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Yukarıda da
zikredilen şu âyette el-vâlid (= الوالد) kelimesinin istimal edildiği görülmektedir:
رَبَّنَا
اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ.
Buna göre Hz. İbrâhîm’in, el-ebu (= الأب) ile el-vâlid (= الوالد)
kelimelerini farklı anlamlarda kullandığının ğâyet açık olduğunu
söyleyebiliriz. Yani onun, el-ebu (= الأب) kelimesini “amca”, el-vâlid (= الوالد) kelimesini de “öz baba” anlamında kullandığı
kuvvetle muhtemeldir.
Müfessirlerin beyanına göre Âzer, Hz. İbrâhîm’in
öz babası değil, amcasıdır. Zira el-ebu (= الأب)
kelimesinin -yukarıda da belirtildiği gibi-
ifade ettiği anlamlar arasında “amca” anlamı da vardır. Nitekim şu âyette de el-ebu (= الأب) kelimesi “amca” manasında kullanılmıştır:
أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ
لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ
آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ
مُسْلِمُونَ.
“Em küntüm
şühedâe iz hazara Ya’kûbe’l-mevtü iz kâle libenîhi mâ ta’büdûne min ba’dî, kâlû
na’büdü İlâheke ve İlâhe êbâike İbrâhîm’e ve İsmâ’île ve İshâk’a İlâhen vâhiden
ve nahnü lehû müslimûn”.
“Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı
idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?
demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrâhîm, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek
Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.”[66]
Âyette Hz. İsmail, Hz. Yakub’un amcası olduğu
halde el-ebu (= الأب)
kelimesiyle nitelendirilmiştir. Yani buradaki el-ebu (= الأب), Hz. İsmail için “amca” demektir.
Buna göre şirke bulaşmış/doğru
yoldan sapmış[67] olanın, Hz. İbrâhîm’in öz babası değil, amcası Âzer
olduğu söylenebilir.[68]
Sapıklık içinde yüzen Âzer’in[69] hidâyete gelmesinden ümit kesildikten, başka bir
ifadeyle onun için Yüce Allah’tan af dilemenin fayda vermeyeceği ortaya
çıktıktan sonra Hz. İbrâhîm de o[amcası]ndan yüz çevirmiştir:
وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ إِلَّا عَنْ
مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلَّهِ
تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ.
“Vemâ kâne
istiğfâru İbrâhîm’e li ebîhi illâ an mev’idetin veadehâ iyyâhu, felemmâ
tebeyyene lehû ennehû adüvvün lillâhi tebberrae minhü inne İbrâhîm’e le evvâhün
halîm.”
“İbrâhîm'in babası için af dilemesi, sadece ona
verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine
belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm çok yumuşak huylu ve pek
sabırlı idi.”[70]
Bu görüşü destekleyen bir de hadis
nakledilmektedir. Rivâyete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah beni, temiz[olan erkeklere ait] sulblerden, yine temiz[olan
kadınlara ait] rahimlere nakle[derek halke]tmiştir.”[71]
Görüldüğü gibi bu hadis de Hz. İbrâhîm’in
gerçek babasının müşrik olan Âzer olamayacağına işaret etmektedir.
Zikrettiğimiz bu hadisin sıhhati hakkında
farklı görüşler öne sürülebilir. Ancak, yukarıda el-ebu (= الأب), el-vâlid (= الوالد) ve Âzer (= آزر) ile ilgili
verilen bilgiler ve yapılan açıklamaların, hadisin sıhhat derecesini artırdığını
göz ardı etmemek lazımdır.
O halde Hz. İbrâhîm’in öz babası kimdir? Her
ne kadar yukarıdaki tablette ve bazı tefsir[72]
ve tarih[73]
kitaplarında –ki muhtemelen bu kaynaklardaki görüş Tevrât’tan[74]/ehl-i
kitaptan[75]
alınmıştır- Hz. İbrâhîm’in gerçek babası olarak “Târah”
ismi zikrediliyorsa da acizâne kanaatimize göre, onun öz babasının Târah olduğunu
kesin bir şekilde söylemek için daha sağlam ve kuvvetli delillere ihtiyaç
vardır.
Sonuç ve öneriler
Kur’ân’ın ihtiva ettiği konular hakkında söz
söylemek için onun, ele alınan meseleye dair bütün verilerini dikkate almak
lazımdır. Hatta işlenen konuya dair beşer ürünü olan diğer çalışmalara da bakılırsa
daha doğru ve kesin sonuçlara varma imkanı doğar (konulu tefsir). Aksi halde varılan
sonuçlar kesin olarak doğruyu yansıtmayabilir.
İşte bu düşünceden hareketle makalemizde önce
Hz. İbrâhîm’in târîhen varlığını, dînî metinlerin yanı sıra, târihî ve
arkeolojik belgelerdeki bilgileri de aktararak ortaya koymaya çalıştık. Böylece
Hz. İbrâhîm’in fiziken yaşamış büyük bir şahsiyet (ülü’l-azm bir peygamber)
olduğu konusunda en ufak bir tereddüde mahal bırakmamaya gayret ettik.
Çalışmamızda işlenen ikinci konu ise, mümkün
olduğu kadar ilgili âyetler bir bütün halinde değerlendirilerek ele alınmıştır.
Mevcut deliller üzerinde yapılan inceleme ve mukayeseler neticesinde Hz.
İbrâhîm’in öz babasının Âzer olabileceği sonucuna varmak pek mümkün görünmemektedir.
Kısaca
araştırmamızın sonucu, Hz. İbrâhîm’in kesin bir şekilde biyolojik olarak
yaşamış olduğu ve Âzer’in onun gerçek babası olmayabileceği şeklindedir. Ancak,
tezimizi temellendirmek için öne sürdüğümüz delilleri ve yapılan yorumları
çürütecek daha güçlü delil ya da gerekçeler ortaya konursa, buna göre son görüşümüzde
değişiklik[ler] olabileceğini de burada belirtmek istiyoruz.
أ
· Yüzüncü
Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü, Tefsir Ana
Bilim Dalı. E-mail: bahagani@gmail.com
[1]. Cerrahoğlu,
İsmail, Tefsir Tarihi, Ank., 1988, II, 356-357; Däniken, Erich
von, Der Jüngste Tag hat längst begonnen (Kıyamet Günü Çoktan Geldi
Çattı), (çev., Meral Gaspıralı), İst., 2000, s. 61, 62.
[2]. İbrâhîm(as)’ın bir Amurî olduğu söylenmektedir. Bkz., Kuzgun, Şaban, Hz. İbrâhîm ve Haniflik,
Ankara-Kayseri, 1985, s. 98; İsmail Râci
el-Fârûkî – Luis Lâmia el-Fârûkî,
İslâm Kültür Atlası, (ter., Mustafa
Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu), l. baskı, İst., 1991, s. 65.
[3]. Mehrân, Muhammed Beyyûmî, Dirâsâtün
Târîhiyyetün mine’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru’n-Nehzati’l- cArabiyye,
Beyrut, 1988, I, 126, 260, 266, 280. İbrâhîm(as)’ın bronz çağında doğduğu
da söylenmektedir. Bkz., Tantâvî, el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm,
Dâru’l-Fikr, XIII, 95.
[4]. Hz. İbrâhîm’in doğduğu yer olarak başka
isimler de zikredilmektedir. Meselâ bkz., Harman,
Ömer Faruk, “İbrâhîm”, Diyânet İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İst., 2000,
XXI, 269.
[5]. İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ’ İsmâcîl,
el-Bidâye ve’n-Nihâye, (thk., Ahmed Ebû Mülhim, Ali Necîb Atâvî, Fu’âd
es-Seyyid, Mehdî Nâsiruddîn, cAlî Abdussâtir), l. baskı, Beyrut,
1985, I, 132; Seyyid Kutub, fî Zılâli’l-Kur’ân, Kahire, 1992, II, 1138. Hz. İbrâhîm’e gönderilen sahîfelerin ‘Keldânice’ olduğu söylenmektedir. Bkz., Kuzgun, Hz. İbrâhîm, s. 4; a.
mlf., Dinler Tarihi Dersleri, Kayseri, 1993, I, 156.
[6]. Bilgiç, Emin, “Ur”, Türk Ansiklopedisi,
2. baskı, Milli Eğitim Basımevi, İst., 1971, XXXIII, 23. Ayrıca bkz., Şemseddîn
Sâmî, Kâmûsu’l-‘Aclâm, İst., 1308, II, 1070 (Ur
mad.); Engin, Arın, Sümer
Türkleri, İst., 1968, s. 84, 100; cAfîf cAbdulfettâh
Tabbâra, “Hz. İbrâhîm”, (ter., Mehmet Aydın), Ank.,
Üniv. İlâhîyat Fak. Dergisi, XXIV. cilt., Ank., 1981, s. 548; Kuzgun, Şaban, “Hz. İbrâhîm ve Harran”, Harran Üniversitesinin Temelleri Harranlı
Bilim Adamları, Keyresi, 1995, s. 35; a. mlf., Hz. İbrâhîm, s. 32; Harman, “İbrâhîm”, DİA, XXI, 267;
Üstüner, Ali Cengiz, “Mezopotamya’da Sümer Uygarlığı”, Türk Dünyası Araştırmaları, 128. sayı, Ekim
2000, s. 64.
[7]. Kaynaklarda
Hz. İbrâhîm’in memleketi olarak Kûsâ, Ur, Bâbil, Harran, Hürmüzcerd, Sûs,
Kesker ve Verkâ gibi isimler zikredilmektedir. Bkz., Demircan, Adnan, “Hz.
İbrâhîm’in Doğum Yeri İle İlgili Farklı Bir Yaklaşım”, Hz. İbrâhîm/1. Hz.
İbrâhîm Sempozyumu Bildirileri, (17-18 Ekim 1997 Şanlıurfa), Şurkav yay., 1.
baskı, Şanlıurfa, 2007, s. 47.
[8]. Kuzgun, Hz. İbrâhîm, s. 25-26.
Hz. İbrâhîm’in doğduğu bu Ur şehrinin Harran yani Urfa’da bulunan bir Ur şehri
olduğu da söylenmekte ve bu hususta ciddî delillerin varlığından
bahsedilmektedir. Bkz., Oymak, Mehmet, “Hz. İbrâhîm(as)’ın Doğum Yeri
Olarak Urfa”, Hz. İbrâhîm/1. Hz. İbrâhîm Sempozyumu Bildirileri, (17-18
Ekim 1997 Şanlıurfa), Şurkav yay., 1. baskı, Şanlıurfa, 2007, s. 50.
[9]. Enbiyâ (21),
68-69.
[10]. Ernst Herzfeld, “Bâbil”, İslâm Ansiklopedisi (İA),
İst., 1986, II, 177; Ayataç,
Mustafa, Peygamberler Şehri Urfa,
İst., 1988, s. 26; Şeşen, Ramazan, Harran Tarihi, Ank., 1993, s. 3.
[11]. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın
Çağdaş Tefsiri, İst., 1989, III, 183; Vehbe
ez-Zuhaylî, el-Kıssatu’l-Kur’âniyyetü
Hidâyetün ve Beyânün, 1. baskı, Beyrut, 1413/1992, s. 62.
[12]. Burada şu
hususa kısaca işaret etmek istiyoruz: Bugün Urfa’da Hz. İbrâhîm’in ateşe atıldığı söylenen
mancınıkların, onun ateşe atılma olayıyla hiçbir ilgisinin olmadığı bunların,
Roma dönemine ait sütunlar olduğu, ilgili
kaynaklarda onun Bâbil’de Kûsâ denilen yerde ateşe
atıldığı bildirilmektedir. Bkz., İbn Sacd, Muhammed b. Sacd b. Menîc
el-Basrî ez-Zührî, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Dâru Sâdır, Beyrut, I, 46; Makdisî,
Şemsuddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr, Ehsenü’t-Tekâsîm fî
Marifeti’l-Ekâlîm, 2. baskı, Leiden, E. J. Brill, 1967, s. 130; Yazır,
Hamdi, Hak Dîni Kur’ân Dili, İst., 1979, III, 1965; Ş. Sâmî, V, 3913 (Kûsâ
mad.); Ahmed Sousa, el-cArab ve’l-Yehûd fî’t-Târîh, 8. baskı, Dımaşk, s. 555; Demirci, Kürşat, Dinlerin Dejenerasyonu, 2. baskı, İst., 1996, s. 48.
[13]. Ahmed cAbdu’l-Hamîd Yûsuf, Mısru fî’l-Kur’ân’i ve’s-Sünne, 3. baskı, Kâhire, s. 9, 16.
[14]. Heykel, Muhammed Huseyn, Hz.
Muhammed Mustafa, (Türkçe’ye çev., Ömer Rıza Doğrul), 4. baskı, İst., 1972,
s. 85.
[15]. Corcî Zeydân,
el-cArab Kable’l-İslâm, Menşûrâtu Dârı Mektebeti’l-Hayât,
Beyrut, s. 74.
[16]. Buhârî, Muhammed b. İsmâcîl,
Sahîhu’l-Buhârî, İst., 1981, Enbiyâ’, 8; Müslim, Ebû’l-Huseyn
Müslim b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, İst., 1981, Fezâ’il, 41/154.
[17]. Bkz., Çığ, Muazzez İlmiye, İbrâhîm Peygamber (Sümer Yazılarına ve
Arkeolojik Buluntulara Göre), İst., 1997, s. 88-89; a. mlf., “İbrâhîm Peygamber Karısı Sârâ’yı Neden Firavun’a Sundu?”, Bilim ve Ütopya, 33. sayı, İst., Mart 1997, s. 34.
[18]. Ateş, III, 183.
[19]. Bakara (2),
127.
[21]. Demirci, s. 47.
[22]. cAynî, Bedruddîn Ebû Muhammed Mahmûd b.
Ahmed, cUmdetu’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, 1. baskı, Mısır,
1392/1972, XII, 406; Davudoğlu, Ahmed,
Sahîh-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez neşriyat, İst., X, 6113. Kadûm’un Medîne’ye 6 mil uzaklıkta bir yer
olduğu da söylenmektedir. Bkz., İbn
Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed el-Büstî, el-İhsân fî Takrîbi Sahîhi İbn
Hibbân, (tertîb, cAlâ’üddîn cAlî b. Belbân), (thk.,
Şucaybu’l-Arna’ût), I. baskı, Beyrût, 1408/1988, 1991/1412, X, 129.
Ebû Abdillah Kadûm’un yer ismi olduğunu belirtmektedir.
Bkz., Buhârî, Muhammed b. İsmâcîl,
el-Edebu’l-Müfred, (thk., Muhammed Fu’âd cAbdulbâkî), 3.
baskı, Dâru’l-Beşâ’iri’l-İslâmiyye, 1989/1409, 595/1244, s. 426.
[23]. Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst., 1982, II, 435; Buhârî, Sahîh, İsti’zân,
51; a. mlf., el-Müfred, 595/1244, s.
426; Müslim, Fezâ’il, 151 (2370).
Aşağıdaki hadiste İbrâhîm(as)’ın 120 yaşında iken sünnet olduğu
belirtilmektedir. Şunu belirtelim ki, bizi burada ilgilendiren asıl konu onun,
ne zaman sünnet olduğu değil, ‘Kadûm’ denilen yerde bulunmuş olması
meselesidir.
[24]. Mehrân, Dirâsât, I, 260, 266, 280.
[25]. Sacîd
b. el-Müseyyeb, Ebû Hureyre’den, İbrâhîm(as)’ın, 120 yaşında iken Kadûm’da sünnet olduğunu, sünnet
olduktan sonra da 80 sene yaşadığını nakletmektedir. Bkz., Mâlik b. Enes, el-Muvatta,
(thk., Dr. Beşşâr cAvvâd Macrûf, Mahmûd Muhammed Halîl),
1. baskı, Beyrût, 1992/1412, el-Câmic, 23; Buhârî, el-Müfred,
601/1250, s. 428; el-Hâkim en-Nîsâbûrî, Ebû cAbdillah
Muhammed b. cAbdillah, el-Müstedrek cale’s-Sahîhayn,
(thk. Mustafa cAbdulkâdir cAtâ), Beyrut, 1990, II, 601
(Kitâbu Târîhi’l-Mütekaddimîn mine’l-Enbiyâ’ ve’l-Murselîn, 32/4023). Buna göre
İbrâhîm (as) (120+80=) 200 yıl yaşamış olmaktadır. Ebû
Hureyre bir başka sözünde İbrâhîm(as)’ın 200 yıl yaşadığını sarahaten ifade
etmektedir: “İbrâhîm, 120 yaşından sonra Kadûm’da sünnet oldu, 200 yaşında iken
de vefat etti.” Bkz., el-Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek, II, 600
(Kitâbu Târîhi’l-Mütekaddimîn…, 31/4022). Onun 200 yıl yaşadığına dair ayrıca
bkz., Beyhekî, Ebû Bekr Ahmed b.
el-Huseyn b. Ali, Şucabu’l-Îmân, (thk., Ebû Hêcir Muhammed es-Sacîd b. Besyûnî
Zeğlûl), 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrût, 1410/1990, VI, 395; cAynî, XII, 399.
[26]. Wensinck, A. J., “İbrâhîm”, İslâm Ansiklopedisi (İA), İst., 1968, V(II), 879; Kuzgun, Hz. İbrâhîm, s. 86.
[27]. Mevdûdî, Ebû’l-cAlâ, Tefhîmu’l-Kur’ân,
(ter., Muhammed Hân Kayânî ve arkadaşları), 2. baskı, İst., 1991, I, 113.
[28]. Erdem, Sargon, “Bâbil”, Diyânet İslâm Ansiklopedisi (DİA), İst., 1991, IV, 393.
[29]. Kor, M. Nevzat, Çevre Sağlığı ve Teknolojisi, İst., 1974, I, 2.
[30]. Mevdûdî, Ebû’l-cAlâ, Târih
Boyunca Tevhîd Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, (derl., Naim
Sıddıkî-Abdulvekîl), (ter., N. Ahmed Asrar), İst., 1983, I, 421; a. mlf., Tefhîm, I, 565. Ayrıca bkz., Garaudy, Roger, L’Islam Vivant,
(İslâm ve İnsanlığın Geleceği), (Türkçesi, Cemal Aydın), 2. baskı, İst., 1991,
s. 100.
[31]. Demirci, s. 48.
[32]. Bu rakamlar L.
Woolley’e göredir.
Bkz., Kuzgun, Hz. İbrâhîm, s. 29. Bu
konuda başka rakamlar için bkz., Adontz,
Nicolas, Histoire d’Arménie (Les Origines du X. Siécle au
VI. Av. J. C.), Paris, 1946, s. 18; Kuzgun,
Hz. İbrâhîm, s. 29; Mehrân,
Muhammed Beyyûmî, Târîhu’l-cIrâki’l-Kadîm,
İskenderiyye, 1990, s. 220; Ceram,
C. W., Tanrılar, Mezarlar ve
Bilginler, (Türkçesi, Hayrullah Örs), 4. baskı, İst., 1994, s. 254; Dolukhanov, Pavel, Environment and Ethnicity in The Ancient Middle East, (Eski Ortadoğu’da Çevre ve Etnik Yapı), (çev., Suavi Aydın), 1. baskı, Ank., 1998,
s. 431.
[33]. Günaltay, M. Şemseddîn, Yakın Şark/Elâm ve Mezopotamya, Ank.,
1987, s. 379-380.
[34]. Hammurâbî kanunları ile ondan önceki birtakım yasalar
bugün Türkçe’ye de çevrilerek yayımlanmştır.
Bkz., Tosun, Mebrure - Yalvaç, Kadriye, Sümer, Bâbil, Asur Kanunları ve Ammi-Şaduga Fermanı,
2. baskı, Ank., 1989, s. 86, 185-211.
[35]. Roaf, Micheal, Cultural Atlas of
Mesopotamia and the Ancient Near East, Okford, 1990, (Atlaslı Büyük Uygarlıklar
Ansiklopedisi Mezopotamya ve Eski Yakındoğu), (Türkçe’ye çeviren, Zülal Kılıç),
İletişim yayıncılık, 1996, IX, 121;
Muhammed Harb Ferzât - ‘Ayd Mer’î, Düvelu
Hazârât fî’ş-Şarki’l-cArabi’l-Kadîm, 1. baskı,
Tlasdar, 1990, s. 145 vdd., 150-152; Dolukhanov,
s. 431; Vehbe ez-Zuhaylî, el-Kur’ânu’l-Kerîm Bünyetühû’t-Teşrîciyyetü ve Hasâ’isuhû’l-Hazâriyyetü, (Fert ve
Topluma Kur’ân’ın Mesajı), (ter., Halil İbrahim
Kutlay), İst., 1995, s. 31-32; Köse,
Murtaza, “Kanun Olgusu Paralelinde
Hammurâbî ve Kanunları”, EKEV Akademi Dergisi, 3. citl, 1. sayı, Bahar,
Ank., 2001, s. 137 vdd. Hammurâbî kanunları hakkında geniş bilgi için bkz., Mehrân,
Târîhu’l-cIrâk, s. 242-283.
[36]. Mevdûdî, Ebû’l-cAlâ,
Kur’ân’a Göre Dört Terim, (Türkçesi, Osman Cilacı, İsmail Kaya), İst.,
1991, s. 46-47 (9. dipnot).
[37]. cAfîf cAbdulfettâh
Tabbâra, s. 549, 556, 558; Sarbay,
Ahmet, “Hz. İbrâhîm’in Gerçek Babası”, Târih ve Medeniyet, 5. Yıl, 50.
sayı, İst., Mayıs-1998, s. 52; Üstüner,
s. 94.
[38]. S.
Kutub, II, 1138; Kuzgun, Dinler Tarihi, I, 156.
[39]. Barnabas
İncili, (çev., Mehmet Yıldız), Kültür Basın Yayın Birliği, 3. baskı, İst.,
(23), s. 83.
[40]. cAfîf
cAbdulfettâh Tabbâra, s. 549.
[41]. Mevdûdî, Tevhîd, I, 422; a. mlf., Tefhîm,
I, 566.
[42]. Beyhekî, II, 183.
[43]. Enbiyâ’ (21),
51.
[44]. Encâm
(6), 76-79.
[45]. İbrâhîm(as)’ın “Rabbim budur” sözleri
hakkında çeşitli görüşler vardır. Bazıları onun bu sözleri istidlal için söylediğini
ileri sürerken, bazıları da bunların büluğ/mükellef olma çağından önce
söylendiği görüşündedir. Bkz., Mescûdî, Ebû’l-Hasen cAlî b.
el-Huseyn b. cAlî, Mürûcu’z-Zeheb ve Mecâdinu’l-Cevher,
(thk., Muhammed Muhyiddîn cAbdulhamîd), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1989,
I, 45; cAynî, XII, 407.
Bu konuda yapılan değerlendirmeler için ayrıca bkz., Yitik, Ali İhsan, “Hz. İbrâhim’in İnanç Konusundaki Rasyonel
Çabaları”, Hz. İbrâhim’in İzinde, İst., 2001, s. 151-156; Pak,
Zekeriya, “Hz. İbrâhîm Yıldız, Ay ve Güneşi Rab Edindi mi?”, EKEV
Akademi Dergisi, 14. sayı, Erzurum/Ankara, 2003, s. 59-74.
[46]. Barnabas
İncili, (29), s. 94.
[47]. Harman,
Ömer Faruk, “Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta Hz. İbrâhîm”, Hz. İbrâhîm/1.
Hz. İbrâhîm Sempozyumu Bildirileri, (17-18 Ekim 1997 Şanlıurfa), Şurkav yay.,
1. baskı, Şanlıurfa, 2007, s. 56.
[48]. Beyhekî, II, 98.
[50]. Kuzgun, Hz. İbrâhîm, s. 56.
[51]. İbn Ebî
Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Müsannef fî’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâri,
(thk. ve taclîk, Secîd Muhammed el-Lehhâm), Dâru’l-Fikr,
1. baskı, Beyrut, 1409/1989, el-Ebvâil, 1/6 (VIII, 326); es-Süyûtî,
Ebu’l-Fazl Celâluddîn Abdurrahmân, el-Câmicu’s-Sağîr fî
Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, Dâru’l-Fikr, 1. baskı, Beyrut, 1401/1981, II, 266
(hadis no., 6202).
[52]. İbnu’l-Esîr, cIzzuddîn Ebû’l-Hasen cAlî b.
Ebî’l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. cAbdilkerîm b. cAbdilvâhid
eş-Şeybânî, el-Kâmil fî’t-Târîh, Dâru Sâdır, Beyrut, (EDIDIT CAROLUS
JOHANNES TORNBERG LUGDUNI BATAVORUM, E. J. BRİLL, 1868), I, 96; ‘Âlûsî,
Ebû’l-Fazl Şihâbuddîn es-Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Mecânî fî
Tefsîri’l-Kur’âni’l-cAzîm ve’s-Sebci’l-Mesânî,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1987, VII, 205.
[53]. Meryem (19),
42-48.
[54]. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhamed b. Ahmed,
el-Câmic li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru İhyâ’i’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut,
1965, XV, 97-98.
[55]. Bkz., Barnabas İncili, (26), s. 89-91.
Konunun yer aldığı başka yerler için bkz., aynı kaynak, (26), s. 87; (80), s.
171.
[56]. cAnkebût
(29), 16-18.
[57]. Konuya
ilişkin başka âyetler için meselâ bkz., Enbiyâ’ (21), 52-67; Şucarâ’
(26), 69-76.
[58]. Bakara (2),
258.
[59]. el-Vâlid (= الوالد) kelimesinin öz/gerçek baba anlamına
gelebilecek mahiyette olan bazı âyetler şunlardır: Bakara (2), 180; Nisa (4),
7, 33; Lokman (33), 14, 33; Ahkâf (46), 15, 17.
[61]. El-Cezâirî,
Nûreddîn b. Nimetillah el-Huseynî el-Mûsevî, Fürûku’l-Lüğât fî’t-Temyîzi
beyne Müfâdi’l-Kelimât, (tah., Muhammed Razvân ed-Dâye), Dımeşk, s. 61; Muhammed
Nureddin el-Müneccid, et-Terâdüf fî’l-Kur’âni’l-Kerîm, Daru’l-Fikr,
1. baskı, Beyrut/Dımaşk, 1997, s. 140.
[62].
en-Nîsâbûrî, Nizâmuddîn el-Hasan b Muhammed b. Huseyn el-Kummî, Tefsîru
Ğarâ’ibi’l-Kur’ân ve Rağâ’ibi’l-Furkân, (Tahrîc, Zekeriyyâ Umeyrât),
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1. baskı, Beyrut, 1996, III, 103; İbn ‘Âdil,
Ebû Hafs Omer b. Alî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, (tah., ‘Âdil Ahmed
Abdulmevcûd - Alî Muhammed Mu’avvaz), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1419/1998, VIII, 232.
[63]. El-Ebu (الأب) kelimesinin ‘dede ve ata’ manasına gelebilecek mahiyetteki âyetlerin bazıları
şunlardır: Araf (7), 27; Yusuf (12), 6, 38; Hacc (22), 78; Mü’minûn (23), 24,
68; Şuara (26), 26, 76; Kasas (28), 36; Sâffât (37), 17, 126; Duhân (44), 8;
Câsiye (45), 25; Vâkıa (56), 48.
[64]. El-Cezâirî,
s. 61; Muhammed Nureddin el-Müneccid, s. 140. Ayrıca bkz., el-Askerî,
Ebû Hilâl, el-Fürûku’l-Lüğaviyye, (thk., Cüsâmeddîn el-Kudsî),
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, s. 233.
[65]. Zühruf (43), 26. Konuya ilişkin başka âyetler için
mesela bkz., Meryem (19), 42; Enbiyâ (21), 52; Şuarâ (26), 70; Sâffât (37), 85;
Mümtehine (60), 4.
[66]. Bakara (2),
133.
[67]. Şuarâ (26),
86.
[68]. en-Nîsâbûrî,
III, 103; İbn ‘Âdil, VIII, 232; ‘Âlûsî, VII, 194-195; Yazır,
III, 1963; Ateş, III, 177.
[69]. Şuarâ (26),
86.
[70]. Tevbe (9),
114.
[71]. İbn
Mülakkin, Sirâcuddin Ebu Hafs Ömer b. Ali b. Ahmed eş-Şafiî, el-Bedru’l-Münîr
fî Tahrîci’l-Ehâdîsi ve’l-Âsâri’l-Vâkıcati fî’ş-Şerhi’l-Kebîr,
(tah., Mustafa Ebu’l-Ğayt, Abdullah b. Süleyman, Yasir b. Kemal),
Daru’l-Hicre[ti], 1. baskı, Riyad, 2004/1425, IV, 635. Bu hadisin değişik rivâyetleri
pek çok tefsir kitabında da yer almaktadır. Mesela bkz., Fahruddin er-Razi,
Muhammed b. Ömer, Mefatihu’l-Ğayb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1. baskı,
Beyrut, 2000/1421, XIII 33, 34, XXIV, 149; en-Nîsâbûrî, III, 103; İbn
‘Âdil, VIII, 233; ‘Âlûsî, VII, 195.
[72]. Mesela bkz., El-Beğavî,
Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mesud, Meâlimu’t-Tenzîl, (tah., Muhammed
Abdulah en-Nemr ve arkadaşları), Darun Tayyibe, 4. baskı, 1997/1417, I, 144; Nesefî,
Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Tefsîru’n-Nesefî (Medârik…), Daru’l-Kalem, 1.
baskı, Beyrut, 1989/1408, I, 463; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr,
Daru’l-Hayr, 1. baskı, Beyrut/Dımaşk, 1992/1413, II, 153.
[73]. Mesela bkz.,
Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk,
Daru’l-Fikr, I, 220; İbnu’l-Esîr, İzzuddin Ebu’l-Hasen Ali b.
Ebi’l-Kerem, el-Kamil fî’t-Târîh, Daru Sadır, I, 94; Cevad Ali, el-Mufassal
fî Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm, Daru’s-Sâkî, 4. baskı, 2001/1422, I, 316.
[74]. Tevrat, Yeşu,
24/2.
[75] İbn Kesîr,
Ebu’l-Fida, el-Bidâye ve’n-Nihâye, (tah., Ahmed Ebu Mülhim ve
arkadaşları), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 5. baskı, Beyrut, 1409 h., I, 134.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...