Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

21 Ekim 2021

Şamil Bilgü Hoca'nın Makamında (13 Nisan 2005)

Samsun İlkadım Belediye Başkan Yardımcısı Şamil Bilgü
İş Adamı, Siyasetci Şair ve Yazar İsmet Erçal
Gazeteci ve Siyasetci Murat Yürekli



............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Şamil Bilgü Hoca'nın Makamında (13 Nisan 2005)

Samsun İlkadım Belediye Başkan Yardımcısı Şamil Bilgü
İş Adamı, Siyasetci Şair ve Yazar İsmet Erçal
Gazeteci ve Siyasetci Murat Yürekli



............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Oy Gurbet Oy! Seni Öldüremedim!/Harun Muslu Yazısı

“Hadi uğurlar olsun,yolunuz açık olsun.Varınca haber edin ha... Burada ki durumumuz belli biliyorsunuz” sözleri hala çoğumuzun kulaklarında yankılanır. Bir valiz, ince bir kat yatak, büyükçe bir çuvalın içinde, komşudan, akrabadan ödünç alınmış bir kaç kuruş para cepte, öyle tutmuşlardı gurbetin yolunu. Kısa zamanlıydı bu gitmeler ve de gelmeler. Pek öylede can yakmıyordu. Bir kaç ay içinde o yılın kışı için gerekli olan para kazanıldı mı dönülürdü vatana. Öyle değişen bir şeyle karşılaşmazdı geri dönenler gurbetten. Dere aynı,tepe aynıydı. Hasta olan yaşlılardan bazıları göç etmiş olurdu bu alemden,onlar kısa gurbet gezisinden geldiklerinde.

           Zamanla bu gurbet çocukları büyüdü, evlendi,çocukları oldu. İhtiyaç çoğalınca gurbetteki sürede uzadı zamanla. Üç aydan beş aya derken yıla ve de sonra yıllara bile uzamaya başladı. Ana baba hasretinin yanına,yar hasreti evlat hasreti de eklendi. Sıla hasreti zaten sönmeyen ilk aşklarıydı. Boğaz çoğalınca hanelerde daha uzun çalışmak gerekti. Hele hele de şu yol parası... 

İçinde büyüttüğü o çocuk güzelliklerine veda etmek zor olacaktı ama neylersin ki geçim. Ana babaya açıldı konu. Göç etmek gerekiyordu. Büyük şehirlerin büyük imkanlarından yararlanmak için. Hep beraber gidilmeliydi hatta. Ana babalar direndi önce. Gitmediler.

Hep sonbahar mevsimi olmuştu ayrılıklar. Zaten sonbahar da hazan değil miydi? Belki çok güzeldi hayal edilenler. Akşam evine gelecekti çalışan baba,sıcak çorbasını yudumlayabilecekti. Çocukları ile şakalaşacak,hanımı ile dertleşecekti.  Çocuklarda az yetişti mi onları da yerleştirecekti bir işe.Hanım da temizliğe gider konfeksiyonda çalışır,derken üç koldan para kazanır ev alırız. Belki emekli bile oluruz. Çoluk çocuğu da everdiğim zaman biz hanımla çeker gideriz düşünceleri daha otobüsün buğu tutan camına başlar yaslanınca başlardı. Bir yanda umutların sevince dönüşmesi hayali, bir yanda ana baba ve vatan hasretinin cenderesi içinde varılırdı gurbete.   

          Önce büyük şehire alışamamanın, o hengamenin, koşuşturmanın şoku atlatılıncaya kadar geçer bir kaç yıl. Derken küçükler okullarını bitirir yaz döneminde iş aranır, tanıdıklar aracılığı ile girilen işlerde kurulmaya başlanır hayal kurmalar.

’’Bu yıl gidemedim köye ama seneye kesin. Şimdi hava da sıcak kesin göle gitmiştir şimdi köyde çocuklar.Burada da denize gidiyoruz.Kesin seneye gideceğim.Nasıldır acaba şimdi bizim evin bahçesi?  Yeşermiştir. Ağaçlar türlü çiçekler açmıştır. Kadınlar sabah yollara düşer şimdi omuzlarında kazmalarla. Hayvanları otlatmaya evde kim kalmışsa artık kuşluk vakti o götürür.Ah...ahhh.mis gibi kokar şimdi köyler.’’diye hayaller kurulur çalışılan tezgahların başında.

 Kimisi de yeni yetme gençliği ile anlatacaktır yaşadığı koca şehri.’’ Var ya;şöyle geziyor,böyle yapıyoruz.Aslanım çok büyük şehir çoook. Akşam işten bir çıkıyoruz,doğru çay içmeye kız arkadaşımla,bazen de sinemaya.’’ ‘’Anlatacağım be hele bir gelecek senenin yazı gelsin.’’

 Kavuşmaların esrarlı görüntüleri hayal edilerek geçer belki bir beş yıl.Geliş zamanı ilk olarak askerlik yoklaması olur gençlerin.Bazende yakın birinin düğünü yada zanezesi. Çocukluklarında koşarak gittikleri uzak mesafelerin ne kadar da yakın olduğunu görürler ilk gelişlerinde. Evinin önünde oturmuş,sırtını ağaca yaslamış olan yaşlıları arar gözler.’’İsmail Emmim nerede,Harun Abi?Asiye Abumu da göremedim.’’Öldü haberlerini vermektir en zor olanda. Bir kaç kişiyi daha sorarlar.Ardını getiremezler.Sormaktan vazgeçerler.Bilirler ki devamı hüzündür,ayrılıktır.

Bağı bahçeyi gezerler bir kaç gün. Sonra büyük şehrin gizemli büyüsü çağırır onları.O sihirli ışıklar. Aldatmaca dünyanın gel berileri ile binilir tekrar otobüslere, araçlara. Cama yaslanan başlarda artık ‘’geliyorum koca şehir,sen mi beni yeneceksin ben mi seni’’ yoktur. Gittikleri gün kaybetmişliğin hüznü vardı o yeşil dağlara bakan gözlerden akan yaşlarda.

‘’Oyyyy ... der, oy. Gurbet ben seni öldüremedim.’’

Gurbeti vatan belleyenlere saygılarımla efendim.                                                         

Harun MUSLU—12 Mart 2009 /KUMRU

Harun Muslu Yazılarını Okumak İçin : 

http://harunmuslu.blogspot.com/

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Oy Gurbet Oy! Seni Öldüremedim!/Harun Muslu Yazısı

“Hadi uğurlar olsun,yolunuz açık olsun.Varınca haber edin ha... Burada ki durumumuz belli biliyorsunuz” sözleri hala çoğumuzun kulaklarında yankılanır. Bir valiz, ince bir kat yatak, büyükçe bir çuvalın içinde, komşudan, akrabadan ödünç alınmış bir kaç kuruş para cepte, öyle tutmuşlardı gurbetin yolunu. Kısa zamanlıydı bu gitmeler ve de gelmeler. Pek öylede can yakmıyordu. Bir kaç ay içinde o yılın kışı için gerekli olan para kazanıldı mı dönülürdü vatana. Öyle değişen bir şeyle karşılaşmazdı geri dönenler gurbetten. Dere aynı,tepe aynıydı. Hasta olan yaşlılardan bazıları göç etmiş olurdu bu alemden,onlar kısa gurbet gezisinden geldiklerinde.

Genç Kardeşlerime Nasihat Babında…/Mustafa ALPHAYTA

İnsanların en çok etkilendiği insanlar herkesin imrenerek baktığı aşamalardan geçmiş ve daha sonra da geçtiği yerlerin tecrübelerini insanlara aktaran doymuş ve durulmuş insanlardır.  Bir noktada bütün hayatta yapılanlar ve yaşanılanlar  insanın huzuru, mutluluğu ve insani özünü  ortaya çıkarma çabasından başka bir şey değildir. Mal ya da şöhret insanı insanlıktan çıkartacaksa bu durum insanın hayrına olamaz. Hele de bir Müslüman için bu daha da elzemdir.

İnternette dolaşırken bir yazı gözüme ulaştı. Dikkatli bir şekilde okuyunca Diyanet teşkilatında bir müezzinin kaleme aldığını gördüm. Yazı şan, şöhret ve kibir üzerine olup kısa ve net cümlelerle önemli tavsiyeler içeriyordu. Yazarı ise 1991 yılında Kumru’da doğmuş şahsen benim tanışmadığım  Mustafa Alphayta idi. Facebook hesabına girerek tanımaya çalıştım. Tanıdığım kadar sizlere de tanıtayım.

Mustafa Alphayta şu anda İstanbul Büyük Çamlıca

Camii Müezzini.  2017  ve 2019 yılında da Ezanı Güzel Okuma Yarışması’nda iki kez Türkiye 1.si olmuş.  Genç yaşta İstanbul’un en güzel camii’nde görev yapan ve defalarca mesleğinde güzel dereceler yapan bir kardeşimiz.

“Genç Kardeşlerime Nasihat Babından” başlığı ile yazdığı yazı daha çok İmam Hatip ve Müezzinlere yönelik olsa da her insana hitap ediyor. Kendisinin izniyle yazısını blog sayfamda yayımlamaktan mutluyum. Düşüncelerine fazlası ile katıldığım Değerli Hocam Mustafa Alphayta’ya saygı ve selamlarımı sunuyor yazdığı yazısı sizlerle paylaşmak istiyorum. İşte O yazı…Bekir AKKAYA/21.10.2021/KUMRU

İŞTE HOCAMIZIN O YAZISI....

Genç Kardeşlerime Nasihat Babında…

Meşhur olmak !

Zirvede olmak !

Popüler olmak…

Bu kavramların içinde olmak , bu kavramları yaşamak isteyen genç kardeşlerime atfen yazmak istedim bu sefer 🙂

Kulağa hoş geliyor değil mi “ Meşhur okuyucu, Türkiye 1.’si , Dünya 1.’si ” gibi etiketler ? Herkesin seni konuşması ya da senin adın geçince :  “Abi ne ses ya , adam okuyor , üzerine yok “ denmesi… Hatta abartayım biraz “ulaşılamayan adam olmak ?!?  “Hocam ulaşılamayan hoca mı olur ya hu” demeyin varmış demek ki adamın birisi bana yıllar evvel “Biz sizin ulaşamayacağınız hocalarla görüşüyoruz” diye hava atmıştı  ondan deme gereği duydum

Öncelikle diyeceğim şu ki ;  Rabbim hepinize nice başarılar , dereceler , makamlar versin. Versin , versin ama size verilen her nimetin aynı zamanda imtihanınız olduğunu sakın çıkarmayın aklınızdan. Ayıp mı meşhur olmak , tanınmak , makam sahibi olmak ? Hayır değil elbette 🙂

Ayıp olan ne biliyor musunuz ? O makamlara gelince kibre kapılarak herşeyi Rabbimizin nimeti değil de kendinizin çabasıyla olmuş zannedecek hale gelmek ! Herkese eşit davranmamak ! Kendinden altta olanları hakir görmek ! Geldiğin yeri unutmak ! Ve en önemlisi ama en önemlisi ; “Rabbinin rızası  için okuman gereken Kur’anı , Ezanı vs artık insanların beğenisi için okumaktır ayıp olacak olan !”  Eğer bu saydığım hasletler olmayacaksa , değişmeyecekseniz Allah gönlünüzün muradını versin elbette. Ama dedim ya İMTİHAN tüm bunlar !

Şunu aklınızdan çıkarmayın ; “Zirvede rüzgar sert eser !”  Allah bir kulunu yücelttiği gibi alçaltırda… (Allah muhafaza)

10 yıl kadar evvel gördüğüm bir rüyayı aktarmak istiyorum :

İtiraf etmeliyim ki İlam Akademide okuduğum yıllarda her gencin hayali gibi ben de meşhur olmak isterdim 🙂 İsim vermiyeyim bir hocamızı çok dinlerdim onun gibi olmak isterdim. Yatardım kalkardım hep onun kasidelerini , ezanlarını vs dinlerdim. Bir gece rüyamda bu hocamızla programdayız ve bana şunu demişti kenara çekip “ Mustafacağım bizim yolumuz imtihanlarla dolu zor bir yol. Sen şimdi ilim tahsil et , kendini geliştir sonra nasibinde varsa olur herşey” demişti. Uyanınca bi garip olmuştum. Allah tarafından çok sevdiğim hocanın diliyle bir uyarıydı belki. Çünkü bu boş hayaller beni çok oyalıyordu. Tabii sonra ilam akademiyi okuduk (2010) , ilahiyat vs derken yıllar geldi geçti Çamlıca Camii’ne müezzin olmayı nasib etti Mevla…

Netice-i Kelam sevgili genç kardeşlerim herşey olacağına varır. Sizler Allah’ı razı etmek için çabalayın insanları değil. Siz sadece anınızı iyi değerlendirin. İlminizle meşgul olun. Kendinizi ahlaken , ilmen iyi geliştirin. Ahlakı güzel insan olup ahlakı güzel insanlarla beraber olmaya bakın.

Rabbim hayırlı güzel kapılar açsın sizlere 🌹🥰

Mustafa Alphayta / Büyük Çamlıca Camii Müezzini/ ÜSKÜDAR/İSTANBUL

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Genç Kardeşlerime Nasihat Babında…/Mustafa ALPHAYTA

İnsanların en çok etkilendiği insanlar herkesin imrenerek baktığı aşamalardan geçmiş ve daha sonra da geçtiği yerlerin tecrübelerini insanlara aktaran doymuş ve durulmuş insanlardır.  Bir noktada bütün hayatta yapılanlar ve yaşanılanlar  insanın huzuru, mutluluğu ve insani özünü  ortaya çıkarma çabasından başka bir şey değildir. Mal ya da şöhret insanı insanlıktan çıkartacaksa bu durum insanın hayrına olamaz. Hele de bir Müslüman için bu daha da elzemdir.

İnternette dolaşırken bir yazı gözüme ulaştı. Dikkatli bir şekilde okuyunca Diyanet teşkilatında bir müezzinin kaleme aldığını gördüm. Yazı şan, şöhret ve kibir üzerine olup kısa ve net cümlelerle önemli tavsiyeler içeriyordu. Yazarı ise 1991 yılında Kumru’da doğmuş şahsen benim tanışmadığım  Mustafa Alphayta idi. Facebook hesabına girerek tanımaya çalıştım. Tanıdığım kadar sizlere de tanıtayım.

Mustafa Alphayta şu anda İstanbul Büyük Çamlıca

20 Ekim 2021

Ceset ya da kadavra’nın ölüm neresinde? /Bekir AKKAYA

     Geçenlerde “ölüm üzerine” slayt eşliğinde bir yazı okudum.  Yazı ölmeden önce ölmeyi ve öldükten sonra olabilecekleri konu almış. Aynı yazının bir başka türünü çok önceleri Zafer Dergisi’nde “Kabus” başlığı ile de okumuştum. O yazı ile bu yazı arasında pek bir fark yok.  Her ikisi de öldüğünüzü düşünerek kabre girene dek ve kabirde olabilecek ihtimalleri, yaşamanızı bir an için düşünmeye sevk eden bir yazı. Tasavvufta da “rabıta” denilen eylemin bir bölümü “öldüğünü farz etme” eylemi üzerine kuruludur. Yani bizim dilde “ ölmeden önce ölme” denilen eylem.

            Bugün bitirdiğim (15 Nisan 2006)  Mary Roach’ın “Kadavra” adlı kitabı bu yazıyı yazmama neden oldu. Kitap

kadavraların yaşantılarını anlatıyor. Bizim dildeki kadavranın karşılığı ölmüş insan bedenleri. Kadavralar doktorların okuduğu okullarda hayatlarını sürdürüyor. Neticede bir ameliyatı öğrenme canlı bedende olamayacağına göre, ölmüş bedenlerde bu kesip biçme işini yapmak,  tıpta da gelişmeyi sağlıyor. Tabi ki gerekli.

            Ölüm üzerine yazılanlar öldükten sonra bir insanın kadavra olabileceğini ve kadavra olarak bir tıp öğrencisinin elinde kesilip biçilme olduğunu işlemiyorlar. Bir kesim “kara yerler, kanmaz yerler ya da ölümün ilk gecesi ya da yılan çıyan yemelerini” söz konusu ederken, bir kesimde “ışıklar içerisinde uyuma seansları” olacağını düşünüyorlar.  Oysa öldükten sonra o ilk gece ya da diğer zamanlarda bir tıp öğrencisinin elinde, hocaların gözetiminde kesilip biçilmeniz de mümkündür.  Sadece kadavra olma ihtimali değil, insan nerede ve nasıl öleceğini bilemediğinden cesedinde çürüyene kadar ne gibi bir durumla karşı karşıya kalacağını kestirmesi de mümkün değil. Öyle de olsa  mesela bir Amerikalı şöyle düşünebilir…

            Kalbinize yenik düştünüz. Ve cesedinizin tüm bölümlerini ilgili fakültenin ilgili bölümünde her türlü deneyde kullanılmak üzere “kadavra olarak” bağışlandığını ve siz lime lime kesilip acılar içerisinde kıvranırken, sahibiniz sizin kadavranızdan yararlanan öğrencilerin tıptaki gelişmelere faydalı olacağını düşünerek mutluluktan uçtuğunu “ düşününüz… Kelimeler ve kavramlar bulunduğunuz yere göre bazen acı bazen de mutluluk verdiği gün gibi aşikâr. Merasimler de aynı kavramların uzantısı. Dünyanın birçok yerinde zenginseniz kadavranız bağışlanmaz ama cesedinizi ateşi bol olan fırında büyük bir törenle yakılacağınız gerçeği sizin için bir mutluluk kaynağıdır. Benim gibi garibansanız “ keşke ben ölünce en azından tören olmasa da olur diyerek çalılar ve çırpılarla yakılmayı” arzu edersiniz.

            Ben bizim mezarlıkta mezarlara bakarak yaşadıkları dönemlerde nelerle mutlu olduklarını görebiliyorum. Bulundukları yerlerden onlar beni nasıl görür bilgim dışında.

Ben şahsen denize bakan yani deniz manzaralı bir mezar ve etrafı çiçeklerle dolu bir bahçesi olan bir yerde yatmak isterim. Mezarımı alımlı ve çalımlı dünyada en iyi mermerden yapılmasını isterim. Cenazeme yüzlerce insanın bölük bölük katılarak “ulan ne adamdı be” denilmesini isterim. Yakınlarıma başsağlığına gelenlerin siyasette de ticarette de her türlü mevki ve makamlarda bulunanların “ne güzel adamdı, çok güzel ve faydalı işler yaptı” diye yalandan da olsa söz söylemelerini isterim…Çalı ve çırpıların içerisinde toprakla örtülü mezar aksesuarı olarak sadece başı yanımda bir taş olsun istemem…Bırakın istemeyi ben öyle kapkaranlık yerlerden korkarım. Benim mezarım şehre yakın ve görkemli ve ziynetli olsun…(dayalı döşeli bir ev yani…)

            Ölmeden önce ölmek zor şey. Öğrendiğimiz kelimelerle yola çıkarak “ölüm”ü tarif etmekte zor şey. Dünyadan zaman zaman bağları koparmadan ölüme yolculuğa çıkmak ta zor şey. Ne söylenilirse söylenilsin bildiğimiz kelimeler ve kavramlar, yaşayanların beş duyusu, bu olup biteni tarif etmeye, gerçeği görmeye, gördüklerimiz ve yaşadıklarımızla olayın vahametini açıklamaya çalışmak mümkün değildir. Yani sizin tarifiniz ya da yazınız sizin yaşarken gördükleriniz ve yaşantınızdan başka bir şey değildir. Oysa bedenle ruh birbirlerinden ayrıldığında bambaşka bir hayat ve bambaşka bir hayatın içerisine kapı açmaktır.

            Ruhla bedenin bir arada bulunmasıdır insana canlılık veren. Bedenle ruhun ayrılmasıdır “ölüm” hadisesini gerçekleştiren.  Canlı diye nitelendirdiğimiz bizler dahil tüm canlılar gerçek ve işin aslı değildir. Asıl özdedir ve özde gerçektir. Öz ise bozulmaz, parçalanmaz ve çürümez.

            Ceset ve kadavra fark etmez aslına döner.

            Gerçeği hayal etmek ya da göz atmak için zaman zaman perdeyi aralamak gerekir.

            Ruhla bedenin bir arada olduğu hayata sadece ceset ve kadavra yönüyle bakmak ve ruhta olan özü yok saymak, perdeyi her geçen gün kalınlaştıracaktır. Hangi bakış açısı olursa olsun  cesedin duyu organları ile ölümün gerçek yönü anlaşılmayacaktır.

            Buluşmak ümidiyle…

         Not : Bu yazı 15 Nisan 2006 tarihinde PROVİZYON GAZETESİ’nde Bekir AKKAYA yazısı olarak yayımlanmıştır.

            Bekir AKKAYA /15 Nisan 2006 /PROVİZYON GAZETESİ /FATSA

      

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Ceset ya da kadavra’nın ölüm neresinde? /Bekir AKKAYA

     Geçenlerde “ölüm üzerine” slayt eşliğinde bir yazı okudum.  Yazı ölmeden önce ölmeyi ve öldükten sonra olabilecekleri konu almış. Aynı yazının bir başka türünü çok önceleri Zafer Dergisi’nde “Kabus” başlığı ile de okumuştum. O yazı ile bu yazı arasında pek bir fark yok.  Her ikisi de öldüğünüzü düşünerek kabre girene dek ve kabirde olabilecek ihtimalleri, yaşamanızı bir an için düşünmeye sevk eden bir yazı. Tasavvufta da “rabıta” denilen eylemin bir bölümü “öldüğünü farz etme” eylemi üzerine kuruludur. Yani bizim dilde “ ölmeden önce ölme” denilen eylem.

            Bugün bitirdiğim (15 Nisan 2006)  Mary Roach’ın “Kadavra” adlı kitabı bu yazıyı yazmama neden oldu. Kitap

19 Ekim 2021

Safları Sıklaştıralım...

İsmet Erçal, Şakir Demirbaş, Adem Saraç, Burhan Erçak ve Yusuf Yalçuva
Bekir Akkaya Arşivi


............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............