Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

9 Aralık 2021

İSLÂM MEDENİYETİNDE KÜTÜPHANE [Ve Kumru’ya Bir Kütüphane Düşü]

Üsküdar Çinili Camii Kütüphanesi
İslam medeniyetinde su/çeşme, sebil, köprü, şifahane, mektep, türbe ve hazire, acizler yurdu (darü’l-aceze), yetimler yurdu (darü’l-eytâm), hadis okuma yerleri (darü’l-hadis) gibi mühim bir kurum da kütüphaneler olmuştur. Kütüphane [kütübhâne] kelimesi, kelimenin

teleffuzundan da anlışalacağı üzere k-t-b kelimesinden üretilen ‘kitâb’ kelimesinin Arapça çoğulu/cemisi ‘kütüb’ ile kitap okuma işinin yapıldığı ‘hane’/mekan anlamında iki kelimenin birleşmesiyle oluşturulmuş, kitapların bulunduğu ve okunduğu yerin adıdır.

            İnanç dünyamızda dinler, kitaplı ve kitabı olmayan/kitapsız olarak ikiye ayrılır. Bu manada üç büyük semavi din, kitaplı/kutsal kitabı olan din olarak görülür. Nitekim İslam dışındaki iki büyük din olan Yahudilik ve Hristiyanlık için ‘ehl-i kitâb’ tabiri, onların kutsal kitabı olduklarına işaret eden bir terimdir. Yazının icadından[1]günümüze kadar geçen zaman diliminde yazı ve kitap insan hayatının değişmez önemli bir parçası olmuştur. Zaman içinde farklılaşan ve gelişen yazı ile yazı yazma aletleri günümüzde özellikle bilgisayar teknolojisi ile daha da ileri bir seviye kesbetmiştir. Bu manada nice yüzyıl önce kaleme alınan düşünceleri okuma, onlardan istifade etme imkanına kavuşmuş oluruz. Yine kendimize ait nice bilgileri ki, bu ister sanat faaliyeti olsun, ister müzik veya kitap yazma faaliyeti olsun fark etmez, bizden sonraki nesle aktarma bahtiyarlığına ererek gelecekte de kendimizi manevi anlamda yaşatma nimetine ereriz.

            Kitabı olan ve kitaba önem veren medeniyetlerin ömrünün uzun olduğu izahtan varestedir. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethedince ilk önce şehrin imarına, civar bölgelerde bulunan pek çok bilim adamını İslambol’a getirmeye çalışmış, fetih zamanında nüfusu az olan şehir kısa sürede adeta nüfus patlaması yaşamıştır. Semerkand, Mısır, Buhara ve daha pek çok yerlerden bilim adamları türlü çabalarla İstanbul’a getirilmiştir. Matematikçi Ali Kuşçu bilinen önemli isimlerden biridir. İstanbul’da Fatih sonrası çeşitli kişiler tarafından kütübhaneler kurulmuş, insanımızın ve insanlığın hizmetine sunulmuştur. Zaman içinde fetih şehri adeta bir kütüphaneler yani üniversite şehri konumu kazanmıştır. Bugün de bu halinden pek bir şey kaybetmiş değildir.

            İslam medeniyetinin kitaba büyük değer verdiğini söylemeye çalışıyoruz. Nitekim İslam’da ilk emrin ‘oku’ [Alak 1] olduğunu dikkate aldığımızda, inen vahyin sıcağı sıcağına kayda geçirildiğine bakarsak bunun önemi hemen anlaşılır. Bu manada belki de kendinde herhangi bir değişimin olmadığı tek kutsal kitap Kur’an-ı Kerim olmuştur denilebilir. Emeviler ile birlikte tercüme faaliyetlerinin başladığına, Hind, Mısır, Eski Yunan, Harran, İran düşüncelerinden türlü çeşit kitapların İslam düşünce mirasına kazandırılmaya çalışıldığını biliyoruz. Bağdat, Basra, Kufe birer İslam ilim şehirleri haline gelmişti. Nitekim 1258 Hulagu’nun Bağdat Kütüphanesi’ni yakması dünyanın sayılı kitap katliamlarından biri olarak kayda geçmiştir[2]. (1492 Endülüs Emevi Devleti’nin meşhur kütüphanelerinin, Kastilyalılar tarafından yakılması da buraya ilave edilebilir.) Sonraki yüzyıllarda ilim ve medeniyet, bugün pek de dikkate almadığımız ve hatta unutmuş olduğumuz Buhara, Semerkand, Hive, Tirmiz, gibi Türklerin yaşadıkları bölgelere kaymıştır. Selçuklular ve Osmanlılar bu ilim anlayışını Anadolu’nun fethi sonrası yeni elde edilen fetih bölgelerine taşımışlar, Nizamiye Medreselerinin kurulması sonrası ise ilim sistemli hale gelmiş ve tabi kütüphaneler de bu manada ayrı bir ehemmiyet kazanmıştır.

            Bugün İstanbul’un bir ilim, kültür şehri olduğunu pekala söyleyebiliriz. Zira nice kütüphane, müze, üniversite var. İlmin detayda olduğunu söylerler. Bu açıdan araştırma yapmak isteyen insanlara pek çok detay sunan imkanı var İstanbul’un. Tarihi cami hazireleri, Karacaahmet, Eyüp (ki, Eyüp bir tür mezarlıklar şehri olarak kabul edilir. Tabii bu, Hz. Peygamber’in, herhangi bir sahabesinin kabrinin bulunduğu yerde medfun olan müminlerin o sahabenin öncülüğünde ahirette dirileceğini ifade eden hadisiyle yakından irtibatlı olması gerekir) gibi nice yerler, sebiller, türbeler, köprüler, cami içlerinde, mezar taşlarında, çeşme kitabelerinde ve daha pek çok yerde hat yazıları, tezhibler, bütün bunlar araştırmacılar için türlü sanat çalışmalarına ışık tutan detaylardır. Tabi kütüphaneler başlı başına bir deryadır İstanbul’da. En başta Süleymaniye Kütüphanesi olmak üzere Atıf Efendi Kütüphanesi, Millet Kütüphanesi, Beyazıt Kütüphanesi, İstanbul Ün. Merkez Kütüphanesi, Atatürk Kütüphanesi, IRCICA, İSAM (İslam Araştırma Merkezi), Topkapı Sarayı Müzesi III. Ahmed Kütüphanesi, Nuruosmaniye Kütüphanesi, Hakkı Tarık Us Kütüphanesi, Vefa Bilim ve Sanat Vakfı Kütüphanesi, Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, MÜİF Kütüphanesi gibi pek çok kütüphaneyi burada saymak mümkündür. En azından Süleymaniye Kütüphanesi dünyaca değerli yazma eserlerin bulunduğu, dünyanın pek çok yerinden gelen araştırmacılara kapılarını açan 320 bin kadar eseri, ki bunların birçoğu yazmadır, barındıran mühim bir kütüphanedir.

            Gençlerini kitapla beslemeyen milletlerin akibeti fenadır derler. Mefhumu muhalifini düşünürsek kitapla beslenen nesillerin akibeti ise hiç şüphesiz aziz olur. İbn Sina, bilim ve sanatın takdir edildiği yerde neşv ü nema bulacağını, takdir edilmeyen yeri terk edeceğini ifade eder. Aslında ilim, sanat, para bir tür kadın gibidir. Sevildiği, takdir edildiği yere yerleşir ve ürün verir. Bunlara iltifatın olmadığı yerde sözü edilen unsurların barındığı görülemez. Hangi millet ki, ilme değer vermiş, ilim adamını koruyup kollamış, onun fikir, proje üretmesini desteklemiştir onlar kısa sürede ilerlemiş ve diğer milletleri peşlerinden sürüklemişlerdir. Bugün Batı ülkelerine ve Amerika’ya beyin göçünü dikkate aldığımızda bu ülkelerin niçin bize nispetle maddi yönden bizden daha çok zengin ve özellikle teknik yönden bizden ileride olduklarını anlayabiliriz. Kanaatimce ilim adamına ve ilme verdikleri değer ile bağlantılı bir şeydir bu.

            Kumru’ya Bir Kütüphane Düşü

        İlkokul sonrası Kumru Merkez Kur’an Kursu’nda bir yıl yüzüne Kur’an okumuş ardından hafızlığa başlamıştım. Sonraki yıllarda kader beni Terme’ye sürüklemiş, hıfzımı orada ikmal etmiş ve orta-lise yıllarımı orada geçirmiştim. Tabi son iki yılımı da Kumru İmam Hatip Lisesi’nde okumuştum. Ne gariptir ki, Kumru’da okurken ne okulumuzda ne de Kumru ilçesinde doğru dürüst bir kütüphanemiz yoktu. Ödevler verilirdi, biz onları el yordamı ile araştırır, yapardık. Bazı hocalarımızın evlerinde küçük sayılabilecek kütüphaneleri vardı elbette ama onlar bizim için pek bir şey ifade etmiyordu. Bu manada Kumru’daki talebelik yıllarımız çok kuru, kurak bir iklimde geçti diyebilirim. Daha o zamanlar hep içimden geçirirdim: Keşke okulumuzun en azından onbin ciltlik bir kütüphanesi, hiç olmazsa fen derslerinde içinde deneyler yapabileceğimiz bir laboratuarı, müzik derslerini çalışabileceğimiz bir müzik odası, kabiliyetlerimizi ortaya koyabileceğimiz bir spor odası olsaydı. Bütün bunlar o zamanlar birer ham hayalden ibaretti. Çok kuru şekilde dersler verilir, ardından teneffüse çıkılır, kimi dersler haylaz talebeler ile hocaların atışması ile geçerdi. Kaybolmuş yıllarım diye bakıyorum şimdi onlara. Yedi yıl boyunca okuduk da, ciddi anlamda ne bir dil öğrendik, ne edebiyata vakıf olabildik, ne sanattan behredar olabildik ne müzikten ne de kütüphane işlerinden. Kupkuru bir halde çıkıp gittik okulumuzdan. Yaşlarımız onsekiz, yirmi, yirmibir vesaire olduğu halde elimizde tutunabileceğimiz hemen hiçbir şeyimiz yoktu. Zekamızın, kuvvetimizin, araştırma kabiliyetlerimizin en münbit olduğu yılları bizler adeta har vurup harman savurmuş gibi geçirdik hoyratça. Tabi bize yol gösteren kendini yetiştirmiş kabiliyetlerin olmaması ise bizim için ayrı bir talihsizlik idi hiç şüphesiz. Şimdi bakıyorum da kendini sanatta yetiştirmiş, ilim deryasına dalmış, bir sahada söz sahibi hemen hiçbir arkadaşım yok gibi. Bir iki tane çıksa da istisnalar kaideyi bozmuyor.

            İmdi gelelim meramımızı anlatmaya. Ne zamandır düşünür dururum. Kumru’ya en azından yirmibin ciltlik bir kütüphane kuramaz mıyız diye. Tabi bunun için öncelikle kütüphane binası olmalı ve bu bina dışarıdan bakıldığında ‘evet burası bir kütüphaneye benziyor’ dedirtecek nitelikte yapılmalı. Şahsen, içinde yaşadığımız binaların bizlere bir şekilde şahsiyet kazandırdığına inananlardanım. Yirmibin kitabı içine alabilen büyücek bir oda, en az yirmi otuz kişinin ödev yapabileceği, kitap okuyabileceği bir salon, on kişinin çay içebileceği bir çayhane (çaylar talebeye meccanen verilmeli), lavabosu vesairesi ile ilçeye yakışır bir kütüphanemiz olsa da okuyan talebeler buralardan beslense. Kitapla haşır neşir olsa. Her ay çeşitli üniversitelerden, mahfillerden gençlerimize muhtelif alanlarda bilgi, konferans veren önemli şahsiyetler davet edilse de bir kültür faaliyeti başlatılsa. Ve bu fakir de İstanbul’da oluşunun bir tür sadakası olarak sözünü ettiğimiz kütüphanemize her yıl en azından yüz, yüzeli kadar kitap bulma işini üstlense… Aslında yapılmayacak, yapılamayacak bir şey değil bu. Kumru’nun üç beş işadamı bir araya gelip böyle bir mekanı bize hazır etseler, üç beş kafa dengi kitap-bilgi dostunun el ele, gönül gönüle vermesi ile yirmibin ciltlik kütüphane yaklaşık sekiz on yılda vücut bulur. Tabi gençlerimizin yetişmesi için de fevkalade ölümsüz bir hizmet olur.

            Kitapların numaralandırılması ve fişlenmesinde arkadaşımız kütüphaneci Murat Yahyaoğlu’ndan istifade edilebilir. Kumru gençlerine ayda bir kez olsun farklı konularda sohbet vermesi için tanıdığım pek çok şahsiyetin ilçemize getirilmesi noktasında sanıyorum bir şekilde yardımım olur. Zira burada tanıdığımız epey ilim adamı var. Kumru’da birkaç bilgi dostunun da destek vermesi ile ele aldığımız meselenin gerçekleşmemesi için bir bahane kalmaz. Tabi mesele neticede bu işe gönül veren iş dünyasına bakar. Zira kütüphane, kitap, ilim adamlarının getirilmesi vb. işlerin neredeyse tamamı para ile dönen hizmetlerdir. Bu manada Ebu Bekirlere, Hz. Osmanlara ne kadar muhtacız

            Evet, benimkisi bir düşten ibaret belki. Ama herhalde güzel bir düş bu. Vücut bulur mu? Bilmiyorum. Fakat bizler hayallerimiz oranında varız. Hayal eden yaşar, diyor bir mütefekkirimiz. İnşaallah…

Saygılarımla.

 

Ahmet Çapku

18.05.2005. Üsküdar

acapku@yahoo.com



[1]Aslında biz, Hz. Adem’e 10 suhuf/sahife indirildiğini kabul ederiz. Buna göre acaba ilk insan ile birlikte ilk yazı var mı idi yoksa 10 sahifeden kasıt bir tür 10 emir şeklinde mi anlaşılmalıdır, bu konuda düşünmek gerekir.

[2] Bu düşüncenin üzerinde epey spekülasyonlar vardır. Kimi düşünürler şayet Hülagu Bağdat Kütüphanesini yaksa idi, birkaç yıl sonra Semerkant kütüphanesinde sayımı yapılan kitapların adedidin bu kadar çok olması beklenemezdi diye görüş beyan edenler de vardır. 

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

İSLÂM MEDENİYETİNDE KÜTÜPHANE [Ve Kumru’ya Bir Kütüphane Düşü]

Üsküdar Çinili Camii Kütüphanesi
İslam medeniyetinde su/çeşme, sebil, köprü, şifahane, mektep, türbe ve hazire, acizler yurdu (darü’l-aceze), yetimler yurdu (darü’l-eytâm), hadis okuma yerleri (darü’l-hadis) gibi mühim bir kurum da kütüphaneler olmuştur. Kütüphane [kütübhâne] kelimesi, kelimenin

Kumrulular İstanbul’da Çoştu! (Arşiv Yazıları-2006) /Bekir AKKAYA

Geçen hafta, Merkezi İstanbul-Bağcılar’da 1998 yılında kurulan Kumrulular Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneğinin Geleneksel Kumrulular Piknik Şölenine katıldım. Kurulduğundan bu yana çok güzel hizmetlere imza atan Kumrulular Derneği şöleninde 20.000’in üzerinde Kumruluların piknik şöleni kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi.

            Dernek yönetiminde bulunan Mali Müşavir Mustafa Çaya ile birlikte Maltepe-Başıbüyük Köyünde bulunan çamlık alanına, sabahnamazı gittiğimizde alan çoktan dolmuş, kadın-erkek çolçocuk sabah kahvaltısı için tüplerini yakmaya çoktan başlamışlardı. Dernek Başkanı Celalettin Dervişoğlu ve yönetim ilgili alanı bir günlüğüne 1.800YTL’ye kiralamışlar. İstanbul’da ikamet eden Kumrulu dostum Metin Dinç bizlere “Başıbüyük Köyünde Kumrulu 180 hane bulunduğunu, kendisinin de burada oturduğunu” söyleyince hayretimi gizleyemedim.

            Sağlam kaynaklara göre İstanbul’da yaşayan Ordulular nüfus çokluğunda dördüncü sırada imiş. Verilen bilgiye göre İstanbul’da yaşayan Kumrulular, şu anda Kumru’da yaşayan köy ve ilçede bulunan nüfustan çok fazla imiş. Şenlik alanındaki kalabalığı görünce söylenin doğru olduğu kesin. Şenliğe katılan Kumrulular benim tahminim 25.000’in üzerinde…

            Kumru’dan ve gerekse Ankara’dan da şenliğe katılımın yüksek olduğunu ve bu yıl şenliğin geçen yıllara oranla çok kalabalık olduğu daha önceki yıllarda şenliğe katılanların ortak görüşü. Ak Parti Grup Başkanvekili Ordu Millet Vekili Eyüp Fatsa şenliğe ailesi ile birlikte katılırken, Ordu Millet Vekili Hamit Taşçı da şenliğe katılanlar arasında idi. Eski Millet Vekillerinden Kumrulu Mehmet Pak’ta şenlikte bulunurken Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek, Korgan Belediye Başkanı M.Ali Akkiraz, Kumru Akparti İlçe Başkanı Hamza Karar ve Ak Parti İlçe Yönetiminin yanı sıra Fizme Belediye Başkanı Ahmet Ağırbaşlı,. Gürpınar Belediye Başkanı Ordulu Velittin Küçük’te Kumrulularla beraberdi. Adını hatırlayamadığım çok sayıda misafir başkan, Çok sayıda Dernek başkanı ve çok sayıda seçkin misafirin katıldığı şenlik programı İstanbul’daki Kumrululara unutamayacakları bir gün yaşattı.

            Sunuculuğunu Moral FM sunucularından Kumrulu Abdullah Arıdoru’nun yaptığı şenlik çocuklara yönelik proğramla başladı. Yetişkinlerinde keyifle izlediği çocuklara yönelik yarışmalar sonucunda çocuklara bol bol hediye dağıtıldı. Gelen misafirler tanıtılırken Dernek faaliyetlerine katkı yapanlara ve öğrencilere burs katkısında bulunanlara  dernek yönetimince plaket takdim edildi. Konuşmaların ardından yüzün üzerinde pehlivanın iştirak ettiği göreşler akşamsaatlerine kadar sürdü.

            Kumrulu üniversite öğrencilerine yılda 80 milyarın üzerinde burs veren Kumrulular Derneğinin düzenlediği Şenlik ağasının açık artırma ile seçilmesinin ardından Kumrulu öğrencilere en fazla burs vererek bütün Kumruluların gönlünü feth eden Ali Peru Hocanın plakatini Dernek Başkanı Celalatin Dervişoğlu ve Mali Müşavir  Muhasip Üye Mustafa Çaya birlikte verdi. Organizasyonunu Süleyman Cin’in yaptığı güreşler binlerce Kumru güreş sever tarafından heyecanla izlenirken binlerce Kumrulu ve çocuklar çamların gölgesinde top oynayarak salıncaklarda sallandı.

            Dernek Başkanı Celalattin Dervişoğlu “Derneğin çalışmaları ile ilgili bilgi verip tüm şenliğe katılanlar teşekkür etti.

             Ordu Millet Vekili Eyüp Fatsa ise “Bir araya gelmenin, güç oluşturmanın ve birlik ve beraberliğin önemine vurgu yaparak bununda yolunun bu tür derneklerden geçtiğini bu nedenle de derneğin yaşaması için ne gerekiyorsa yapılacağını ifade ederek, aranızda bulunmaktan çok mutluyum. Başarılı çalışmalara imza atan dernek yönetimini tebrik ediyorum.” Dedi.

             Gürpınar Belediye Başkanı Ordulu Velittin Küçük ise“bizler bir araya gelirsek güçlerimizi birleştirirsek biz önemsenir istediğimiz hizmetleri de alırız. Aksi takdirde kimse bizlere senin hakkın al demez” diyerek birlikte yaşamanın ve dernekleşmenin önemi üzerine vurgu yaptı.

            Kumru Belediye Başkanı Ticabi Civelek Sizlere Kumrudan selam getirdim diye başladığı konuşmasında Kumru’daki çalışmalarla ilgili bilgi verip “ sizlerin beraber olması bizleri heyecanlandırıyor, sadece dernek değil tüm Kumruluların mutluluğu için gece gündüz çalışıyoruz.  Şu anda da sizlerle beraber olmanın mutluluğunu yaşıyorum.” Dedi.

            Yazının devamında buluşmak üzere…

            Bekir AKKAYA /3 Haziran 2006 /KARADENİZ HABER POSTASI GAZETESİ

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

Kumrulular İstanbul’da Çoştu! (Arşiv Yazıları-2006) /Bekir AKKAYA

Geçen hafta, Merkezi İstanbul-Bağcılar’da 1998 yılında kurulan Kumrulular Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneğinin Geleneksel Kumrulular Piknik Şölenine katıldım. Kurulduğundan bu yana çok güzel hizmetlere imza atan Kumrulular Derneği şöleninde 20.000’in üzerinde Kumruluların piknik şöleni kelimenin

POSTACI MEHMET ALIR'LA SÖYLEŞİ /Bekir AKKAYA

Postacı Mehmet Alır

(Kesenizde Bereket Yoksa Bu Söyleşiyi Mutlaka Okuyun!)

-----

Hiç kötülük düşünmeyecek ve kalbi sevgi ile dolu biri var mıdır? Diye sorsalar aklıma ilk gelen kişi u olur herhalde. “Saf ve temiz” kelimeleri beklide en güzel şekliyle ona uyuyor. Kimse “saf” kelimesinden abdaldır, delidir ifadesi çıkarmasın. Buradaki saflıktan maksadım tek kelime ile bozulmamışlık

ve güzelliklerle donatılmışlıktır. Sözünü ettiğim kişi belki de en önemli işi yaptığı halde hiçbir hatada yapmamış. Yani hep görevinin bilincinde olmuş.Ne kadar zamandır derseniz? Hemen söyleyeyim, Tam 34 yıl…

                O’nun kalbindeki sevgi, çok fazlası ile sözüne de yansıyor. Kendisini uzun zamandır tanıdığım halde dertleşme ve paylaşma isteği kendisinden geldi. İtiraf edeyim ki, bu durumda böyle biri ile bugüne kadar bir araya gelmemekten dolayı epey üzüldüm. Devşiricilikle itham edilen biri için bu kötü bir durum. Çünkü bu konuşmayı çok önceden yapmış olmam gerekirdi.

                “Bak postacı geliyor” şarkısınıKumru’da söylüyorsanız, Mehmet Alır aklınıza gelmiyorsa, sizin iletişim noktasında eksikliğinizdendir. 1982’den bu yana tam 23 yıl Kumru’da her türlü mektubu o dağıtıyor. PTT’de bu göreve ise 1971 yılında İstanbul Topkapı’da başlamış.

                Mehmet Alır 1949 yılında Kumru-Kurtuluş köyünde doğmuş. Babasının adı Mustafa ve Annesinin adı Saniye Hanım. İlkokulu Fatsa – Beyceli Köyünde okuduktan sonra, ortaokulu ise İstanbul Şehremini Lisesinde tamamlamış. Çok küçük yaşlarda annesini kaybeden Mehmet Alır bu görevi babasından devralmış. Babanızda mı PTT’ci idi? dediğimizde “Evet o da postanede görevli idi. Babam İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Gazetede bir ilan okumuş. Bunun üzerine imtihana girerek başarılı olmuş. Okuma yazmayı kendi kendine öğrenerek bu imtihanda gazete okuyabildiği için babama başka soru sormadan hemen görev vermişler. Daha sonra babam bir cinayetten dolayı ölünce askerlik dönüşünden üç gün sonra beni babamın yerine göreve başlattılar. İlk görev yerim Topkapı PTT’sidir. Sonra Ümraniye ve Üsküdar’da çalıştım. 1982 yılında da Kumru’ya geldim.” Dedi.

                İstemeden de olsa “Ne cinayeti?” dediğimde  birden dalıverdi ve “Bak dedi. Ben ortaokulu İstanbul’da sokaklarda okudum. Kimse elimden tutmadı. Çok eziyet ve yoksulluk çektim. Okul boyunca bir kaşık sıcak çorba içmedim.” Deyince bende pek üzerinde durmadım. Peki askerlik deyince? “ Acemi birliğimi Ankara’da, diğer bölümü ise tank şoförü olarak İstanbul’da tamamladığını” söyledi.

                Mehmet Alır PTT’de göreve başladıktan sonra güzel bir hayat yaşamış. 1974 yılında Sedef Hanımla evlenince 2 kız ve 2 oğlan dört çocuğu olmuş. Çocuklarınız deyince de “ oğlanlar okumadı” dedi üzülerek, sonra da  “ama kızlarım…” deyince gözleri bir güneş gibi parlayarak mutluluğu yansıdı bulunduğumuz mekana…Belli ki kızlarından gurur duyuyor. Anladığım kadarıyla onlar okumuş. Ve onların sanatsal yönlerini anlatırken hatta kendisinin ilkokulda tiyatro yeteneklerini söylerken “ benim gibi” demekten de geri durmuyor.

                Mektup dağıtıcılığının nasıl bir şey olduğunu sorduğumda elindeki en değerli oyuncağını yakında elinden alınacağını düşünen çocuklar gibi gözleri doldu. Ve “Ben bu mesleği seviyorum. Ve 34 yıldır severek yapıyorum. Bu benim her şeyim. 34 yıldır Kumru’ya gelen “muresalat”=her türlü mektup’ları ben dağıtıyorum. Gitmediğim hiçbir kapı ve görmediğim hiçbir ev yoktur. Görev dışı dahil hiçbir gün “PTT yazılı” elbisemi çıkartmadım. Ve ölene kadar çıkartmayacağım. Postacılığı çok seviyorum. Postacılık beni her yere ulaştırıyor. Herkesle beraber olma imkanım oluyor. Her makama ve her seviyeden insanlara ulaşma imkanım oluyor. Başka bir meslekte kesinlikle böyle bir imkan yoktur. Herkes beni kendinden biri olarak görüyor. Ben Tüm Kumru’daki evleri kapı numaralarına kadar bilirim. 34 yıldır posta dağıtıcılığı yapmak dile kolay. Ben her şeyimi buna borçluyum. İnanın mesleğimi çok seviyorum.” Diyor. “Bu meslek bana çok şey kazandırdı, böyle bir mesleğim olmasaydı…” cümlesi beni derinden düşündürüyor. Mehmet Alır “ben her şeyim, benden başka kimse yapamaz, ben olmasam her şey berbat olur” söyleminin aksine alçak gönüllülüğünün bütün güzelliği ile nimetleri kendinden değil, mesleğinde görüyor. Yani özü işaret ediyor.

                Olumlu veya olumsuz haber götürme noktasında unutamadığın bir anınız var mı? Deyince “Çoook..” ifadesinin ardından ilginç hatıralarını anlatıyor. Ve “ Topkapı’da bir mektubu bir eve götürdüm. Bizde kapılara dokunmak yoktur. Nasılsa öyle bırakılır. Evin kapısına gittiğimde içerde bir gencin yalnız başına oturduğunu gördüm. Kendisine bu eve bir mektup getirdiğimi söyleyerek mektubu uzattım ve evden ayrıldım. Yüz metre uzaklaşmıştım ki, genç çığlıklarla bana yaklaştı ve yüzümü gözümü öpmeye ve bana sarılmaya başladı. Öğrendim ki, genç yıllar önce sevgilisinden ayrılmış yataklara düşmüş. Benim götürdüğüm mektupla sevgilisinin kendisini af ettiğini öğrenmiş. Benim adımı ve adresimi aldı ve ayrıldı. Zaman sonra düğünün en önemli konuğu olarak beni çağırdı. Ve düğün boyunca beni en önemli yere oturtarak tüm davetlilere beni takdim etti. Beni günlerce gelinle damat hiç görülmedik bir biçimde beni İstanbul’un her yerinde ağırladı. Bunu hiç unutamıyorum. “Birde icra ile ilgili bir mektup götürdüğümde yaşlı kadının bayıldığını ve çok korktuğunu” söyledi.

                Yaş durumu olmasa idi çalışmaya devam edecektim” diyen Postacı Mehmet “ Bana gelen faturayı karıma ya da kocama verme” diyenler olduğu gibi, disiplin cezası alan öğrencilerin zaman zaman kendisini tehdit bile ettiğini söylemesi beni epey güldürdü. Öğrenciler için müsamaha yapmadığını söyleyen postacı Mehmet “ karı-koca” durumunda kendisinde kocaman bir liste bulunduğunu söyledi. Benim adımın olup olmadığını sorduğumda da “ bizim mesleğin en önemli raconu sırdır diyerek” ne yaptıysam bizim faturaların akıbetini öğrenme imkanım olmadı.

                28 Nisan 2005 Perşembe akşamı Kumru Aspava Lokantasında Mehmet Alır’ın gönül ve mesai dostlarından çok sayıda değerli insan bir araya geldi.   Kumru Kaymakamımız Sayın İlhami Doğan “Emekliye ayrılan Mehmet Bey’e bundan sonraki hayatında mutluluk ve başarı dileklerini iletirken “Bak postacı” şarkısını hatırlatarak 34 yıllık Mehmet Alır’ı, ailesini ve tüm sevenlerini samimi olarak tebrik etti. Davetlilerin alkışları eşliğinde Kaymakamımız İlhami Doğan’ın elinden takdir belgesini ve sevenleri tarafından verilen hediyeyi alırken Postacı Mehmet Bey ve ailesinin mutluluğu görülmeğe değerdi. Sevgi dolu Postacı Ailesini bizde tebrik ediyor, Postacı Mehmet Bey’e bundan sonraki hayatında başarılar ve mutluluklar diliyorum.  Mehmet Bey 1 Nisan 2005’te emekliye ayrılacak. Benim asıl merakım ise “Elindeki listede benim adımın kaçıncı sırada olduğu?…Son günlerde ayın sonunu getiremiyorum da!  Bu söylemlerin laf – şaka, biz yine sadete gelelim. “ Senden sır çıkmaz Mehmet Ağabey!” Sen benim fatura ve zarfları sakın hanıma verme…Gözünü seveyim abi, bu yaşta kötü şeyler de olabilir!

            Bekir AKKAYA/29 Nisan 2005 /Karadeniz Haber Postası Gazetesi

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

POSTACI MEHMET ALIR'LA SÖYLEŞİ /Bekir AKKAYA

Postacı Mehmet Alır

(Kesenizde Bereket Yoksa Bu Söyleşiyi Mutlaka Okuyun!)

-----

Hiç kötülük düşünmeyecek ve kalbi sevgi ile dolu biri var mıdır? Diye sorsalar aklıma ilk gelen kişi u olur herhalde. “Saf ve temiz” kelimeleri beklide en güzel şekliyle ona uyuyor. Kimse “saf” kelimesinden abdaldır, delidir ifadesi çıkarmasın. Buradaki saflıktan maksadım tek kelime ile bozulmamışlık

Vakitsiz uçmak /Bekir AKKAYA

Nasrettin Hoca bir gün sarp bir dağ yolundan giderken, derin bir uçurumun kenarına gelir. Bir anda eşeğin ayağı kayar. Aman demeye kalmaz, eşek uçurumdan uçar. Eşeğin hızla uçtuğunu ve sonunda da parçalandığını gören Hoca :
- Bizim eşek uçmasını öğrenmiş amma konmasını öğrenememiş!.. der.

Böyle bir eşek vakasının olup olmadığını bilmiyorum. Yalandan yere de bu fıkranın gerçek olduğuna da şahitlik yapamam. Uçma deyince “Gazuçarda laz uçmaz mı?” diyenlerin yok olduğunu da söylemek mümkün değil. Dolayısıyla, uçanlar ve konanlar olduğu gibi, bir ara uçtuğunu zannederek konma becerilerinin olmadığını ve parçalanma hadiselerinin sıkça rastlanıldığını da söylemek mümkündür.

Olayın ne derece doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir dostum anlatmıştı da o günlerde pek aklım ermemişti. Oğlan babasının gece ve gündüz demeden ibadet ettiğini görünce muziplik olsun diye evin çatı katına (biz tavan deriz) çıkıp “Ya Ahmet! Vaktin geldi Uç!” diye nida eder. Adamcağız cahilce yaptığı ibadetlerin sonunda hep uçacağını aklına koymuştur. Gözlerini yumup, sesi duymamaya çalışır. Kendini yoklar, bu durumda kulak çınlaması olabileceğini düşünür. Bir kaç kez derinden gelen sesin gerçek bir ses olduğuna inanıp gecenin sessizliğinde pencerenin kenarına gidip, elini kolunu sallamaya başlar. Sesin “Vaktin geldi Uç!” ısrarı üzerine ellerini açarak kendini pencereden aşağıya salar.

 Adamcağız uçmayı becerdiyse de konmayı beceremediğinden, evin altındaki kazıklara çakılır.
Büyüklerimiz “Acemi ördek göle arkasından (g) dalar” derken, belki de uçmayı başarıp, konmasını beceremeyenleri sözkonusu etmişlerdir. Kimbilir “Ayağını yorganına göre uzat” Sözünün belki de özü yine aynı kapıya çıkıyor.

Uçma ve konma kelimelerini, sadece kanata indirmek haksızlık olur. Konmasını bilememe hep parçalanma ile de sonuçlanmaz. Bir yoruma göre ölüm, acıların ve sıkıntıların da bitişidir. Bana göre uçma ve konma fiilinde en kötü sonuç sürünmedir. Bu durumu da hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir. Yani uçarken konmayı hesaplayarak hareket etmek en güvenilir bir durumdur.

Çıkma ve inme kelimeleri ile yükselme ve düşme kelimelerinin anlamları çoğu yerde uçma ve konma kelimelerine karşılık gelir. Parçalanma ile çarpma kelimesi de acemi ördeğin göle dalması sonucunda anlam kazanır. Bir fiilin etken mi edilgen mi olduğunu çevremizdeki acemilere bakarak anlama imkanımız var. Ya da kendimizi “Ettik mi, edildik mi ya da uçtuk mu uçulduk mu?” gibi sorulara doğru ama dosdoğru cevaplar vererek test de edebiliriz.

Geçen hafta Ünye Hotel Grant Kuşçalı’da Yazar Ahmet Yenin “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözüne inanmadığını buyurdu. Sayın Ahmet Yenin’e göre “Yalancıların mumu hep yanmakta ve hiç sönmemekte” imiş. Üstadın haklı sebepleri de olsa, ben bu atasözünün doğru olduğuna inanıyorum. Nedeni çok basit. 

Sayın Ahmet Yenin’de bu kanaatin oluşması bile sözün doğru olduğuna delildir. Söz konusu olan mumun yanması ve sönmesi değildir. Söz konusu olan uçmasını becerip, konmasını becerememe meselesidir. Eğer mum sönmemiş olsa bizlerde de böyle bir kanaat oluşmazdı. Ahmet Yenin’i yazmaya sevk eden, ya da tepkisini çeken durum parçalanma toptan yok olma meselesidir. Bu kadar karma karışık bir dünyada ve kararmış ruhlarda mum ışığından söz etmek mümkün değildir. Görünen hareketlilik, kuru kalabalıkların tsunamiden mal kaçırma hadisesidir. Buluşmak ümidiyle…
Bekir Akkaya
Yayın Tarihi : 7 Mart 2005 Pazartesi

Vakitsiz uçmak /Bekir AKKAYA

Nasrettin Hoca bir gün sarp bir dağ yolundan giderken, derin bir uçurumun kenarına gelir. Bir anda eşeğin ayağı kayar. Aman demeye kalmaz, eşek uçurumdan uçar. Eşeğin hızla uçtuğunu ve sonunda da parçalandığını gören Hoca :
- Bizim eşek uçmasını öğrenmiş amma

NEYE GÖRE DURUŞ, NEYE GÖRE İLKE?

Genel anlamda söylenen ve yazılanların doğruluklarından hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Farklı fikir ve görüşler arasında yüzeysel anlamda itiraz edilecek bir durumda yoktur. Bu kastedilenin ne olduğu anlaşılıncaya kadar kimsede pek itirazda bulunmaz…

Konuşma ve yazma fiilini işleyen birinin özellikle dikkat etmesi gereken en önemli hususların başında, kullandığı kelime ve kavramların ne anama geldiğini öğrenmesidir. Bunun içinde mutlaka yanında bir lügat bulundurması zorunludur. Genel anlamda bu doğru olsa da işin ehli için o kelime ve kavramların hangi kaynaktan elindeki lügate aktarıldığını ve diğer kaynaklarda bu kelime ve kavramların ne anlama geldiğini de bilmesi zorunluluktur. Bu durum sıradan insanlar içinde geçerli bir kuraldır. Bunun sonunda meydana getirilen yazı veya görüş genelde kabul edilen bir durumdur.

İki kişinin bir araya gelerek konuşmaları ya da en fazla okuduğumuz yazılar genelde bu türden olup, itiraz edilen noktalarda olsa yazılan ve söylenenin dışında pek yapılmamakta ya da yapıldığı sanılmaktadır.

“Duruş” ve “İlke” kelimelerini inceleyerek söylemek istediklerimizi açıklamaya çalışalım. Lugatlarda “Duruş” kelimesi Durma tarzı olarak tarif edilirken, “ilke”; Temel düşünce, temel bilgi, prensip olarak açıklanmıştır. Bir yerde duruş ve ilkenin önemi üzerinde duruluyorsa buna hiçbir kimsenin itiraz etmesi mümkün değildir. Ne kadar konuşulsa konuşulsun,