Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

11 Aralık 2021

İsmail Hakkı Köklükaya : “Umarım Beni Hatırlarsın!” Demişti/İmam Hatipliyim -10 /Bekir AKKAYA

"İmam Hatipliyim" seri yazımın dokuzuncusunu 18.05.20020 tarihinde yazmıştım. Ve onuncu yazımı ise İnşallah Şehit Tufan Turan ve Sefa Koç’la ilgili olduğunu ifade etmiştim. O günden bu güne bir buçuk yıl geçti. Burada söylemek istemediğim bir GORİL ’in müdahalesi nedeniyle bu konuda yazı yazmaya ara vermiştim. İleriki günlerde bu konuda da ayrıntılı yazmayı düşünüyorum.

Şehitlerimiz Tufan Turan ve Sefa Koç’u daha sonra yazmak üzere bugün aklıma düşen ve vefatına kadar sürekli görüştüğümüz Ankara Emniyet Müdürlerimizden İsmail Hakkı Köklükaya’yı hatırlayarak çok değerli dostum ve kardeşime sizlerden bir Fatiha talep ediyorum.

İsmail Hakkı Köklü Kaya’nın vefat haberi 22.12.2018 tarihinde Türkiye Futbol

Federasyonu (TFF)’nun Resmi internet sitesi olan https://www.tff.org/default.aspx?pageID=1269&ftxtID=30601’ de şu şekilde yer almıştır.

İsmail Hakkı Köklükaya'yı kaybettik

TFF Federasyon Güvenlik ve Akreditasyon Temsilcisi İsmail Hakkı Köklükaya'nın yakalandığı amansız hastalık nedeniyle vefat ettiğini derin bir üzüntü ile öğrenmiş bulunuyoruz.

İsmail Hakkı Köklükaya'nın cenazesi 23 Aralık Pazar günü Ordu Korgan Merkez Cami'sinde öğle namazını müteakiben kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verilecek.

Merhum İsmail Hakkı Köklükaya'ya Allah'tan rahmet; ailesi ve sevenlerine başsağlığı dileriz.

Türkiye Futbol Federasyonu (TFF)

------

Değerli dostum İsmail Hakkı Köklükaya çok değerli ve bir o kadar başarılı bir


kardeşimizdi. Ordu İmam Hatip Lisesi’nde yedi yıl hep beraberdik. Derslerinde çok başarılı ve yazıları çok güzeldi. Çok güzel yazı yazar ve herkese uyumlu bir karaktere sahipti.

Korgan Yenipınar Mahallesi’nden idi. Ankara Emniyet Müdürlerinden ve maçlarda  Futbol Federasyonu  TFF Saha Komiseri ve son olarak Ankara Emniyet Müdürü görevindeyken rahatsızlığı nedeniyle emekliliğe ayrılan İsmail Hakkı Köklüka’ya, Korgan Yenipınar Merkez Camiinde kılınan cenaze namazı sonrası polis meslektaşlarının omuzlarında defnedileceği mezarlığa götürülen İsmail Hakkı Köklükaya sevenlerinin duaları ile 23.12.2018 Pazar günü defnedildi.

Kardeşim İsmail Hakkı Köklükaya’ya Allah' tan rahmet yakınlarına başsağlığı diliyorum.

Kendi el yazısı ile bana hitaben aşağıdaki yazıları yazmıştı. Yazısında “şu defterin sahifelerini karıştırdığın zaman umarım beni hatırlarsın.”demişti. Kardeşim mekanın cennet olsun. Rabbim seni peygamberimize komşu eylesin. Sizlerden tekrar tüm vefat edenlerimize ve kardeşim İsmail Hakkı Köklükaya’ya üç ihlas ve bir fatiha talep ediyorum.


İşte İsmail Hakkı Köklükaya’nın bana yazdıkları :

---------

Kardeşim BEKİR;

Sizlerle şu okulda epey zamandır beraberdik. Fakat günler, haftalar ve aylar seneler gelip geçtikçe bizimde ayrılık zamanımıza şurada birkaçay kaldı.

Bu birkaç ay içerisinde Allah izin verirse sizlerle beraberiz. Fakat şurasıgerçek ki, yukarıdaki kısacık bölümde belirttiğim gibi, ayrıldığımız zaman beni de bu âcizane yazımla şu defterin sahifelerini karıştırdığın zaman umarım beni hatırlarsın.

Kardeşim, sizlere farklı bir şey yazacak değilim. Sebebini biliyorsun ki pek yazamıyorum. Sizlere fani dünyada mutlu ve saadet dolu günler geçirmenizi yüce ulu Allah’tan niyaz ederim.

Allah’a emanet olunuz.

Esselamü aleyküm.

18 Ekim 1981

İsmail HakkıKöklükaya

Ordu İmam Hatip Lisesi

İmza

Adresim : Yeni Pınar Mahallesi /KORGAN

---------

İmam Hatipliyim Yazı Dizisinin 10.su burada son buldu.

İmam Hatipliyim Yazı Dizisinin 11.sinde buluşma üzere.

Allah’a emanet olunuz.

Bekir AKKAYA / 11.12.2021 /İYAD/Kumru Haber/ KUMRU

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

İsmail Hakkı Köklükaya : “Umarım Beni Hatırlarsın!” Demişti/İmam Hatipliyim -10 /Bekir AKKAYA

"İmam Hatipliyim" seri yazımın dokuzuncusunu 18.05.20020 tarihinde yazmıştım. Ve onuncu yazımı ise İnşallah Şehit Tufan Turan ve Sefa Koç’la ilgili olduğunu ifade etmiştim. O günden bu güne bir buçuk yıl geçti. Burada söylemek istemediğim bir GORİL ’in müdahalesi nedeniyle bu konuda yazı yazmaya ara vermiştim. İleriki günlerde bu konuda da ayrıntılı yazmayı düşünüyorum.

Şehitlerimiz Tufan Turan ve Sefa Koç’u daha sonra yazmak üzere bugün aklıma düşen ve vefatına kadar sürekli görüştüğümüz Ankara Emniyet Müdürlerimizden İsmail Hakkı Köklükaya’yı hatırlayarak çok değerli dostum ve kardeşime sizlerden bir Fatiha talep ediyorum.

İsmail Hakkı Köklü Kaya’nın vefat haberi 22.12.2018 tarihinde Türkiye Futbol

10 Aralık 2021

PROBLEM TEMEL DÜŞÜNCESİZLİK! (Arşiv Yazıları-2005)

Geçen yazımızda duruş ve ilke kelimeleri üzerinde durmuş Lügatlerde “Duruş” kelimesinin  “durma tarzı” olarak tarif edildiğini, ve “ilke” kelimesinin ise “temel düşünce, temel bilgi, prensip” olarak açıklandığını ifade etmiştik. Biz yine aynı kelimelerden yola çıkarak bazı düşüncelerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

beslenmenin sayısız yararları vardır. O halde dengeli beslenmenin ölçüsü nedir? Bünyeye göre dengeli beslenme değişebilir. Kimilerine bazı yiyecekler dengeli beslenmesi için yasaklanacağı gibi bazılarına da aynı yiyecekler tavsiye edilebilir. Burada ölçüyü koyacak bünyeyi tanıyan doktorun görüşüdür. Tavsiyelere uyup uymamak ise hastanın bileceği iştir. Sonuçta olumlu ya da olumsuz bir yol izlemenin zararı hastaya olacağı da kesindir. Eğer hasta eline verilen reçeteye inanıyor ise ve de doktorundan eminse yapacağı en sağlıklı durum doktorun sözlerine uymak ve yerine getirmektir. Uymaz ise ne olur? Bünye daha da olumsuzlaşarak dengesizlik artarak devam eder.

“Dengeli beslenmeliyiz!” cümlesine kimsenin bir itirazı olamaz. Çünkü dengeli

Bu düşünceden yola çıkarak duruş ve ilke kelimelerinin insan hayatına olumlu ya da olumsuz çok büyük bir etkisi olacağı kesindir. Duruş ve ilke kelimesinden anlaşılan temel düşünceyi ve duruşu sergilemediğimiz takdirde hayatımızın her alanında da sıkıntılar ve hayal kırıklıkları hiç eksik olmayacaktır. Nerede duracağımızı bilmediğimizden  ya da temel bir düşünceye sahip olamadığımızdan, her seste yer değiştirecek her söylenileni emir telakki edeceğimiz kesindir. Bunun aksine, doğruluğuna inandığı temel düşünceden hareketle o düşünceden bir duruş göstererek yerini sabitleme hayatımızda çok büyük olumlu katkı yapacaktır. Bu söylemlerimden kimse bir fikrin ya da zikrin doğruluğunu söylediğimi  düşünmemelidir. Daha önceden de ifade ettiğimiz gibi “doğru” kelimesi de temel düşünce ve durulan yere veya duruşa göre değişmektedir. Bana göre doğruluktan ziyade insanın bir duruşu ve durduğu yeri sabitleyen bir temel düşüncesi olmalıdır.

Günümüzde “mutlu” olabilmenin birinci şartı zenginliktir. Eğer zengin olunursa hayatımızın değişeceğini, bir çok sıkıntıların ortadan kalkacağını düşünürüz. İşin doğrusu paranın mutluluğa çok olumlu katkı yapacağına ben de inanıyorum. Zenginliğe itiraz etmemiz mümkün değildir. Eğer mutluluk kelimesi ile zenginlik kelimesinde bir ilişki kurulabiliyorsa, benim sözünü ettiğim durum zenginliğin ölçüsüdür. Eğer ilke olarak bir temel düşünce oluşmuşsa ve bir duruş olacaksa ya da “ben artık zengin oldum” denilecekse, doğru olarak kabul edilen bir ölçü ve temel bir düşünce  olmalıdır. Aksi takdirde insanın ne zengin olması ne de mutlu olması mümkün değildir. Herkes kabul eder ki; her görüş ve düşüncede de zenginliğin bir tarifi beraberinde getirdiği yükümlülükler de mevcuttur.

Yapılan istatistiklere günümüzde en fazla satan kitaplar “mutluluk ve başarı “öneren kitaplar imiş. Benden duymamış olun ama, okuduğum bir yazıya göre en çok mutsuzlar da bu kitapları yazanlarmış. Kimileri de kendi başarısız ve mutsuzluklarından yola çıkarak mutluluk yolları öneriyorlarmış…Ben bu mışmışlara inanıyorum. “Çocuğumuzu nasıl yetiştirelim?, Başarılı olmanın yolları, Güzel konuşma Sanatı, Nasıl İdareci Olunur?, Görgü kuralları ya da Adabı Muaşeret Kuralları, Annelik Seti, Başarının Püf Noktaları, Dost Kazanmak, Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak, Başarıda Yetmiş Kural, Evliliğin Püf Noktaları…….vs.vs… Say say bitmez. Bunlar ne mi? En fazla okunan kitaplar…Bana göre bu kitapları evine sokanların vay haline…Eğer olanı da bozmuyorsa, kesinlikle bir büyü(!) vardır.

Duruş ve ilke kelimelerinde anlamını bulan bir ölçü birimi yoksa kurşunda dökülse(!) bir dengenin olacağına ben inanmıyorum. Ama inandığı bir duruşu olanlar ve sabit bir düşünceden hareketle yaşamını sürdürenler hayatlarının her alanında mutlu, saygın ve huzurlu olarak kalmayı başarabiliyorlar…Aranılan her ne ise duruş ve ilke kelimesinde aramak, hayatında olumsuzluk görülenler bu iki kelimenin tefsirine yoğunlaşmalıdır. Bizden söylemesi. Gerisi size kalmış…

Buluşmak ümidiyle.

 Bekir AKKAYA9 Nis 2005 Cmt tarihinde 02:56 saatinde /KARADENİZ HABER POSTASI

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

PROBLEM TEMEL DÜŞÜNCESİZLİK! (Arşiv Yazıları-2005)

Geçen yazımızda duruş ve ilke kelimeleri üzerinde durmuş Lügatlerde “Duruş” kelimesinin  “durma tarzı” olarak tarif edildiğini, ve “ilke” kelimesinin ise “temel düşünce, temel bilgi, prensip” olarak açıklandığını ifade etmiştik. Biz yine aynı kelimelerden yola çıkarak bazı düşüncelerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Çöp dökmek yasak ama dinleyen kim!/07.02.2005/ESKİ YAZI/BEKİR AKKAYA

Eğer Kent Haber Kumru Sayfasında “Vatandaşın Sağlığı İle Oynuyorlar!” haberini okuyup oradaki fotoğrafa da bir göz attıysanız bu yazının konusunu da yaklaşık tahmin etmeniz mümkündür. Yani sokak ve caddelere atılan gelişi güzel çöplerden söz etmek istedim.

Belediyelerin en önemli görevlerinden birisi vatandaşın sağlıklı yaşaması için gereken tüm önlemleri almaktır. Bu içme sularının temizliğin de olabilir, sokakların temizliği de. Bütün önlemler alındığı halde yasaları hiçe sayarak vatandaşa zarar veren durumlarda gerekli yasal işlem yapılarak suçta ısrar edenlere gerekli cezaları vermekte belediyenin görevleri arasındadır.

Kumru’da bazı görüntüler hiçte hoş değil. Belediye gerekli tüm önlemleri almış, çöp dökülecek yerleri göstermiş ve hatta bazı yerlere özenle “ÇÖP DÖKMEK YASAKTIR” levhası astığı halde sorumsuz ve kendinden başkalarını hiç mi hiç düşünmeyen mahalle sakinleri ve esnaflar özellikle de “Yasaktır” ifadesi bulunan yerlere çöp atmaya etrafa koku ve mikrop saçmaya devam etmelerini anlamak mümkün değildir. Yasakta ısrar ederek vatandaşların sağlığını hiçe sayanlara yetkililer gerekli yasal işlemi yapmak zorundadır.

Sokaklara atılan her bir çöp insanlarında en önemli göstergesidir. Avrupa Birliğine girmek değil, zihniyetlerin gözden geçirilmesi gerekir. Bu halimizle ve bu görüntülerle kimse kendine medeniyette bir yer aramasın. Çöp atılmaması için illa da her yere “Çöp dökmek yasaktır” yazısı mı asmak mı gerekir?

Üç beş adım ötede var olan çöp kovalarına çöplerimizi dökmek çok mu zor bir durumdur. Adam “Ben atarım kardeşim” diyor. Öyle de şehirde yaşıyorsun. Şehirli olmanın göstergeleri vardır. Temizlik bunların en önemli göstergeleridir. Vatandaş olarak kimse kimseye zarar veremez. Kimse kimsenin sağlığını bozamaz. Üstelik attığın çöp ve kağıtlar ve karton parçaları orada, bir yangına neden olursa, mal veya can zayiatına neden olursa suç kimin olacak? Ben şahsen Kumru Belediyesine gerekli dilekçeyi yazarak önlem alınmasını istedim. Bir vatandaş olarak bundan başkasını yapma durumum söz konusu değil. Yetkililerinde yasalar doğrultusunda gerekli işlemi yapacaklarından hiç kuşkum yok. En azından vatandaş olarak haklarımızı bilme ve yapma noktasında rahatım.Yaşadığımız yerler hepimizin. Vatandaş olarak her şeyi devletimizden beklememek gerekir. Vatandaş olarak gerekli durumlarda gerekli kamu kurum ve kuruluşlarına bilgi vermek gerekir. Kurum ve kuruluşlara yardımcı olmak gerekir. Daha doğrusu duyarlı olmak hepimizin görevi.

Elekçi Deresi Kumrunun tam ortasından geçer. Gece 12’den sonra dere boyunda oturan bazı aileler gündüz hazırladıkları çöp poşetlerini balkonlarından dereye fırlattıklarını çok gördüm. Geçenlerde dereye 40 bin balık yavrusu bırakıldı. Ve ağlanma da yasaklandı. Peki bu pisliklerin atıldığı derede balık büyür mü? Bana göre büyümez. Belediye mutlaka çöplerini gerek sokak aralarına ve gerekse sokaklara atanları cezalandırmalıdır. Balkonlarından çöp poşetlerini dereye atanları ikaz etmelidir. Bu durumda belediye “ küçük el ilanları dağıtarak ya da belediye hoparlörlerinden duyuru yaparak “ çevreyi kirletenlere ceza verileceğini” söylemeli sık sık uyarmalıdır. İkazları dikkate almayanlara da gerekli yasal işlem yapılmalıdır.

Bir yaya olarak Kumru’da kaldırım işgalinden son derece rahatsızım. Vallahi sokakta yayanın gideceği bir yer yok. Sokaklar sanki bir dükkan. Bir vatandaş olarak o dükkanın sahibi kadar o kaldırımda benim de hakkım var. Bir vatandaş olarak Kumruda atılan çöplerden rahatsızım. Ben kimsenin pisliğini koklamak zorunda değilim. Kimsenin şehir halkının sağlığı ile oynamaya hakkı yoktur. Bu durumda yasalarda cezai müeyyidelerde mevcuttur. Ceza bu durumlarda verilmeyecekse ne zaman verilecektir.

Ben şehirli olmak istiyorum. Ben medeni bir insan olmak istiyorum. Eğer birileri başka şeyler istiyorsa onların kendi bileceği durumdur. Kimsenin bir vatandaş olarak beni rahatsız etmeye hakkı yoktur. Avrupa Birliğinde kimse bir şey aramasın. Sorun bu yolda değil zihniyet sorunu. Zihniyetler değişmedikçe bazı yerlere girsek de bir şeyin değişeceğine ben şahsen inanmıyorum…
Bekir AKKAYA
Yayın Tarihi : 17 Ağustos 2005 Çarşamba
Güncelleme :18 Ağustos 2005 Perşembe 10:47
Yorumlarınız
AYTEN IP: 85.99.79.xxx Tarih : 05.11.2005 14:45:23BU İLÇENİN BELEDİYESİ YOK MU?ÇÖP EVLER Mİ OLSUN İSTİYORLAR? BU ÇÖPLERİ SOKAKLARA ATAN İNSANLAR SUÇLU DEĞİL,SOKAKLARA KONTEYNER KOYMAYAN BELEDİYE SUÇLUDUR.

Çöp dökmek yasak ama dinleyen kim!/07.02.2005/ESKİ YAZI/BEKİR AKKAYA

Eğer Kent Haber Kumru Sayfasında “Vatandaşın Sağlığı İle Oynuyorlar!” haberini okuyup oradaki fotoğrafa da bir göz attıysanız bu yazının konusunu da yaklaşık tahmin etmeniz mümkündür. Yani sokak ve caddelere atılan gelişi güzel çöplerden söz etmek istedim.

Belediyelerin en önemli görevlerinden birisi vatandaşın sağlıklı yaşaması için gereken tüm önlemleri almaktır. Bu içme sularının temizliğin de olabilir, sokakların temizliği de. Bütün önlemler alındığı halde yasaları hiçe sayarak vatandaşa zarar veren durumlarda gerekli yasal işlem yapılarak suçta ısrar edenlere gerekli cezaları vermekte belediyenin görevleri arasındadır.

9 Aralık 2021

HÜSNÂBU [Hüsne Abu] -Hüsne Yılmaz- (Kumru Haber Yazıları-2005) /AHMET ÇAPKU YAZISI

Hüsne Yılmaz 
“Abu” kelimesi acaba ‘abla’ kelimesinden galat mıdır bilmem fakat söz konusu kelime bizim köyümüzde ‘hala, teyze’ anlamında kullanılır. Özellikle yaşlı olan hala ve teyzelere ‘abu’ deriz onun için. Hüsne Yılmaz Hanıma da ‘Hüsne Abu’ derdik, Hüsne Hala makamında. Çocukluğumuz Hüsne ve diğer ‘abu’larımızın dizi dibinde geçti. Beşiğimizi onlar salladı, annemiz tarlaya, bahçeye indiğinde bizi onlara emanet etti. Neşeli ve hüzünlü anlarımızda onlar hep yanıbaşımızda idiler. Düğünlerde, asker uğurlamada,

gurbete gidiş gelişlerle, imecelerde, hastalıklarda hep birlikte paylaştık hayatı. Velhasıl içtiğimiz su ayrı giderdi denilse yeridir.

Hüsne Abu’ya mahallemizde ‘Gırca Gızı’ lakabı verilmişti, ‘Kırcanın Kızı’ anlamında. Soy olarak Gırcagillerden (Kırcagiller) geliyormuş. Karaağaç Köyü Alan Mahallesi’nden. Osman isimli biri ile evlenmiş ancak beyi, genç denilebilecek yaşlarda vefat edince hayatın yükünü oğlu Davut (Pehlivan) ile paylaşmak zorunda kalmış. Davut ile birlikte Abdullah ve Fatma isimli toplam üç çocuğu vardır yanında. Fakirlik yıllarında ne çok çileler çektiğini bir Allah bir de kendisi bilir. Tabi ben, onun çocukluk ve gençlik yıllarını pek bilmem ama çocukluğumdan beri bende, ondan hatıra olarak kalan fotoğraf karelerini bir araya getirmeye çalışacağım bu yazıda.  

Kış geldiğinde onun elinde daima yün eğirme aletleri, yün çorap örmek için şişler görürdüm. Ev halkına yün çorap örerdi. Sadece ev halkı mı, icabında bize de örerdi vakit bulursa. Hayrına yapardı bu işi. Sonra kendisi için adeta bir hobi olan tavuk yetiştirme merakı. Bu yüzden mahallede adı ‘tavukçu’ya çıktığı da olmuştur. Fakat o, bilebildiğim kadarıyla çocuklarını yumurta ile beslemek için böylesi bir işe merak salmış olmalı. Sabah aç karnına çocuklara taze yumurtanın kızılını içirirdi ve böylesi bir uygulamanın ses kısıklığına ve bir çok hastalığa iyi geldiğini söylerlerdi. Dahası muhtemelen Hüsne Abu, biriktirdiği yumurtaların bir kısmını satar, elde ettiği parayı ya evin ihtiyaçları için ya da kapıya gelen dilencilere yardım etmek için bir kenara koyardı. Malum, dilenci boş çevrilmez! Ya Hızır (as) ise!... (Bununla ilgili bizim mahallede epey Hızır hikayesi anlatılır eskiler arasında.). Hüsne Abu’nun bir başka özelliği ise kendir yetiştirirdi eskiden. Onlardan çuval ağzı ipi, hayvanlara başlık örme ipi elde ederdi. O kendirlerin sapları kuruduğunda biz çocuklar onları alır, bir güzel ok yapar, okları gökyüzüne doğru yarıştırırdık küçükken. Hüsnâbu’nun okları, derdik onlara. Bununla birlikte Hüsne Abu, belli seviyede meyve fidanı yetiştirmeye de düşkün idi. Armut, incir, erik, üzüm gibi pek çok meyve fidanını Hacı Yaşar’a aşılatır, onları gözü gibi korur, vakti saati geldiğinde toplar, konu komşuya göz hakkını verir ve artanından bal yapardı.

Bilebildiğim kadarıyla hayatı boyunca dinine ve ibadetlerine düşkün biri olmuş Hüsne Abu. Gençliğinde Abdi Hoca’ya intisab etmiş tarikat yönünden. Abdi Buba veya Hoca Buba derdi ona. Hoca Baba’sını ne çok sevdiğini zaman zaman bana da anlatırdı. Karaağaç Köyü’nden bir grup insan, diyelim yirmi kişi, toplanır Abdi Hoca’yı ziyarete giderlermiş Fizme’ye. Orada ziyaretler yapılır, zikir meclisi oluşturulur, vaazlar dinlenir, manevi yönden itminana kavuşmuş halde geri dönerlermiş. Bazen de Hoca Baba’larını Karaağaç’a getirirler, bir hafta kadar onu misafir ederlermiş. Dolayısıyla Hüsne Abu demek bir açıdan Abdi Baba’nın sağ kolu demekti. Nitekim Hüsne Abu’nun torunu Osman Yılmaz Ağabey bir keresinde şunu nakletmişti bana. Abdi Hoca’ya; Hocam siz gittikten sonra biz kime gidelim diye sorduklarında o, Karaağaç’ta Hüsne Kadın çok iyi çalışıyor siz ona gidin, demiş. Allahü a‘lem. Konu Hüsne Abu’nun dindarlığından açılmışken buraya kaydetmem gereken mühim hatıralar vardır. Eski zamanlarda yani Hüsne Abu’nun gençlik yıllarında köy evleri henüz ahşaptır. Köylerin kiminde mescid, hoparlör, bugünkü gibi köy hocası falan yoktur. Evlerde saat dahi bulunmaz. İşte böyle hengamede özellikle bulutlu günlerde evde yemek pişirmek için kalan Hüsne Abu için namaz vakitlerini tayin etmek epey zor olurmuş. Ancak namaz vakitleri girdiğinde o ahşap ev şöyle bir sallanarak vaktin girdiğini ona haber verirmiş.

Şimdi anlatacaklarımı ise Hüsne Abu’nun kendisinden dinlemiştim.

-       “Oğlum Ahmet, demişti bana, Abdi Buba’ya geddim. Abdi Buba, dedim, ben Peygamberimizi görmek istiyom. Bu nası olucak ? Hoca Bubam bağa şo gadar oruç dutucan, şo gadar tesbih çekicen, şo gadar da namaz gılıcan dedi. Hepisini yapdım emme göremiyom! Allah, şaşudum! Bakdım olmıya, Alan Mahallesine gardaşım Ahmed Ali’nin yanına geddim. Yahu Ahmed Ali benim durumum böle böle dedim. U da bağa, oku bakim şu duaları dedi. Okudum. Megelim Allâhülâ’da (Ayete’l-Kürsi) yânişim varmış. Unu düzettim. Nası oldu biliyon mu ôlum Ahmed, Peygamberimiz gündüz şöyle gıble tarafından geldi gözümün öğüne, bakılmıya mubareğe nurdan! Bôle gördîdim!...”

Yine benzer şekilde “Fatma Anamızı, Hava Anamızı” gördüğünü de bana söylemişti. İfadesine göre Hava Anamızın gözleri çakır imiş!... Dahası, kendisine cennetten bir sofra geldiğini ve cennet taamı yediğini de ilave etmişti bu fakire. [Cennetten kendisine sofra/maide inenler için bkz. Kur’an-ı Kerim: Âlu İmran 37; Maide 114] Yine bir keresinde: “Ôlum Ahmet! Göğde şöle îne ucu gadar boş yer bulamazsın. Her yer melek dolu. Durmadan Allah’ı zikrediyalar” demişti. Ümmî bir kadın sıfatıyla onun tecrübe olarak yaşadığı bu halin gerçekte Efendimizin (as) lisanından aynıyla dile getirildiğini okumuştum yıllar sonra. Ebu Zer’in naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur Allah Rasülü: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi ve gıcırdayıp inlemekte de haklı idi. Gökyüzünde alnını Allah’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi sizler bilmiş olsaydınız az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan da zevk almazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” [Bkz. Tirmizi, Zühd 9; İbn Mace, Zühd 19; Riyazü’s-Salihîn, III, sf. 60. çev. M. Yaşar Kandemir-İ. Lütfi Çakan-Raşit Küçük, İstanbul 1997, Erkam Yay.]. Konuyla ilgili ayet mealini de buraya verelim: “Yedi gök, yeryüzü/arz ve bunların arasında bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” [İsra 44]

Cezbeye girerdi bazı zamanlar. Mesela onun yanında biraz yanık sesle ilahi okumaya başladığınızda Hüsne Abu başka âlemlere geçiş yapar, çok hızlı bir tempo ile “Hû hû hû…” demeye başlar, ellerini sürekli ileri geri hareket ettirir, adeta bu dünya ile irtibatını bir ölçüde koparırdı. Onun bu haline birkaç kez şahit olmuştum. Hiç unutamadığım bir hadise ise şöyle vuku bulmuştu. Bir akşam üzeri idi. Mahallede birkaç muzip eline teyip ile bir şarkı kaseti almışlar, Hüsne Abu’nun yanına gelmişler ve, Hüsne Abu, bu kasette çok güzel ilahiler var, istersen açalım da bir dinleyiver demişlerdi. O zamanlar Hüsne Abu kulakları iyi duyamayacak bir yaşta idi. Kaseti açtılar, şarkı ilerledikçe Hüsne Abu cezbeye geliyor, temposu hızlanıyor ve nihayet ‘hû hû’ sesleri ile evin içini inletiyordu. Türkü kasetini ilahi kaseti diye ona yutturduğunu düşünenler ise gülmekten katılıyorlardı! Şimdi düşünüyorum da kim kazandı kim kaybetti. İki farklı âlemde yaşayan farklı insanlardı bunlar. Aynı hadiseye biri gülüyor öbürü cezbe haliyle gözyaşı döküyor!

Helal haram dengesine aşırı derecede duyarlı, ibadetlerine düşkün bir kadın idi o. Bu haliyle bizim için önümüzde yaşayan bir modeldi şüphesiz. Mahallemizde eskiden arada bir kavga olurdu komşular arasında fakat Hüsne Abu’nun böyle bir kavgaya karıştığını hemen hiç hatırlamıyorum. Kimi kaynanalar vardır gelinleri ile geçinemez. Hüsne Abu ise gelinleri ve torunlarının hanımları ile yıllarca aynı çatı altında kalmasına rağmen ben onun hemen hiçbir dırdırını veya gelinleri ile olan tartışmalarını ne gördüm ne de duydum. Hoş geçimli biri idi. Herhalde namahreme karşı duyarlı oluşuyla ilgiliydi onun bu tavrı. Yani kadın sesini yabancı erkekler duymasın düşüncesi. Hoca Buba’sından aldığı terbiyenin de bunda etkisi olmalıdır herhalde. Torunları da namazlı niyazlı yetiştirmek için elinden geleni yapardı. Kimi zamanlar ben Kumru’dan veya Terme’den köye geldiğimde hemen yanıbaşıma gelir; ‘Ôlum Ahmet, ha beni dinne. Belki yânişim vardur namaz sıralarında’ der ve artarda namaz dualarını okur, yanlışı varsa düzeltmeye çalışırdı.

Gecenin birinde karanlığı yırtan bir ses duymuştuk bir keresinde. “Hüsne Anam öldü!” diye feryat ediyordu Hüsne Abu’nun torunu. Ev halkı cümbür cemaat kendimizi dışarı atmış, doğruca Hüsne Abu’nun yanına koşuşturmuştuk. Bu arada köylü de birikmiş, yedisinden yetmişine mahalleli Davut Amca’nın evinin önünü doldurmuştu. Zoru zoruna içeri girebilmiştim. Hüsne Abu’yu yatırmışlar, su vuruyorlar, kolonya koklatıyorlar falan. Derken biraz sonra öteler âlemine gitmiş de geri gelen bir insan edasıyla Hüsne Abu uyanıvermişti. Sevincimize payan yoktu! Bu hadiseden sonra uzun yıllar yaşadı nitekim. Acaba ciddi bir hastalığı mı vardı? Bunu bilmiyorum ama onun fazla hasta olup da doktora gittiğini ben hatırlamıyorum. Zaten köylü kadınları ufak tefek hastalıklar için ‘elin yabancı adamı dokdura gendünü gösderür mü’ hiç! Sahiden ciddi bir hastalık olursa ancak o zaman giderler. Hüsne Abu’nun ahir ömründe sağ gözünde ufak bir çıban çıktı. Sonra o büyüdü büyüdü ve nihayet gözü kapandı. Bu haliyle yaklaşık dört beş yıl yaşadı galiba. Bir de özellikle son zamanlarında fazla duymayan kulaklarından müşteki idi biraz. Fakat her halükarda rabbine hamd etme makamında idi şüphesiz.

1975 yılında oğlu Davut Pehlivan ile birlikte hacca gitmiş Hüsne Abu. O yıllarda köylü bir kadının hacca gitmesi sahiden büyük bir nasip olsa gerektir. Tabi evinin dışında bir yerlere gitmek demek namahreme karşı korunma hususunda onun için her zaman müşkil bir mesele olagelmiştir. “Hüsne Abu, derdim kendisine, Kur’an’da yaşlı kadınların saçlarını başlarını örtmesi hususunda genç kadınlar kadar önem verme zarureti olmadığına işaret eden ayet var,[1] bu kadar kendini bunaltma. Yüzünde görünen kısım olarak sadece burnun kalıyor adeta.” O da bana: “Yok yok, Hoca Bubam bize bôle ôreddi. Ben Hoca Bubamın dedûnden çıkmam!” derdi. Fetva yerine takvayı tercih ederdi daima. Kumru’ya oğlu Davut Pehlivan’ın yanına bir iki haftalığına durmaya giderken de aynı sıkıntıyı yaşardı kendi dünyasında. Önünde ya torunu veya oğlu, ardında Hüsne Abu, namahreme karşı pür dikkat giyinik vaziyette evine kadar o şekilde giderdi. Onun bu tavrı bana hep Necip Fazıl’ın: “Utanırdı burnunu göstermekten süt ninem” mısraını hatırlatır.

Çocukluğumun on iki yılı köyde geçti. Annemi hatırlıyorum da onun gece uykusu yaklaşık dörtbuçuk beş saati geçmezdi. Dur durak bilmeyen bir koşturmaca idi yaşam tarzı. Gece sabaha karşı kalkar, ocağı harlatır, yoğurdu sallama yayığa koyar, yemeği ateşe yerleştirir, ev halkı henüz uykuda iken o çoktan kalkmış ve ev işlerinin bir kısmını yoluna koymuştur bile. Sonra sabah namazı faslı. Ardından ahırda ineklerin sağılması, çeşmeden su getirilmesi, sabah kahvaltısının hazırlanması, temizlik, çamaşır, ev işleri, ardından kuşluk vaktinde elindeki yemek dolu sepetle tarlaya çalışmak için gitmesi, ikindi sularında tarladan eve dönmesi, çamaşır, ev temizliği, akşam yemeği hazırlığı vesaire. Sürekli bir koşturmaca halinde devam eden, tatili olmayan bir hayat. Arada misafirler gelir, düğün bayram olur, gurbete giden veya geri dönen olur bütün bu zaman dilimlerinde iş trafiği daha da artardı. Şimdiki kadınlar, diyorum kendi kendime, böylesi bir iş temposuna ancak üç gün dayanabilirler. Dördüncü günü soluğu hastanede alırlar herhalde! Annem böylesi bir hayata belli ölçüde yine devam ediyor. Eskisi kadar hızlı olmasa, gelinleri ve torunları ona iş gördürmek istemese de. Buradan hareketle Hüsne Abu’nun hayatı da özellikle gençlik yıllarında herhalde böyle geçmiş olmalı. Tasvir ettiğim annemin hayat tarzı aslında mahallemizdeki kadınların hayatının bir özetidir desem yanlış olmaz galiba. Biraz çileli ama her türlü sıkıntıya rağmen müşteki olmadıkları bir hayat tarzı idi bu. Muhannete muhtaç olmamak, namerde el açmamak, kanaatkar olmak, hayır yapabilmek için bir şeyleri kenara koymak, bütün bunları yaparken de kulluğu unutmamak. İşte bunlar, başta Hüsne Abu olmak üzere bizim mahalle kadınlarının hayat felsefesi idi diyebilirim.

Geçenlerde Ahmet Turan Alkan Hocanın bir yazısında şöyle bir hatıraya rastlamıştım. Sizinle paylaşmak isterim. Hikaye şöyledir: Emir Kalkan’ın anlattığı Elveda Şehir isimli romanda şöyle bir hatıra vardır. Yazarın ninesi vefat ettiğinde tanımadığı bir kadın çok ağlarmış. Sebebi ise şu imiş. 1942 yılı. Had safhada bir kıtlık var. Kamer Hatun’un evinde un ve ekmek vardır ama iki tane bebesi olan komşusunun yiyecek bir şeyi yoktur. Kamer Hatun her gün sacda pişen ekmeklerden iki bazlamayı kaptığı gibi komşusuna yetiştirir aç kalmasınlar diye. Bir keresinde yine sıcak bazlamaları kapmış komşuya götürürken bir de bakmış ki karşıdan kayınbabası geliyor. O sıcak bazlamaları işliğinin altına saklamış. Sıcak bazlamalar ise onun karnını yakmış! Onca acıya aldırmadan ekmekleri komşusuna yetiştirmiş. Yazar bu haberi o çok ağlayan kadından öğrenmiş. Cenaze olarak yatmakta olan ninesinin o tarif edilen karnına göz atmış. Bakmış ki, yanık izleri hala duruyor.! ‘İşte diyor Alkan Hoca, “Eskilerin Osmanlı diye tabir ettikleri bir hanım tipi vardı… Osmanlı lafı boşuna değil. Hükümet gibi muktedir, devlet gibi gönlü geniş ve diğerkam hatunlar bunlar. Yoksulu da Osmanlı, varlıklısı da. Osmanlılık onlarda bir hal olmuş. Sözü dirhemle tartıp da söyleyen, bir kaş yıkışıyla bir evlilik kurtaran, sükutuyla yargı kesinleştirip iki çift lafla küskünleri barıştıran, o ‘hal’ ile insanları edebe, ölçülü davranmaya çağıran muazzam kadınlar.” (Aksiyon S. 555, 25 Temmuz 2005. sf. 13). Ne yalan söyleyeyim bu yazıyı okuduğumda Hüsne Abu gelmişti aklıma. Komşusunu arayıp hal hatır soran, konu komşunun çocuklarıyla, hastalığıyla, işleriyle ilgilenen, acı tatlı günlerinde hep yanı başında yer alan hal ehli bir kadın idi o. Hüsne Abu’nun bu samimiyeti mahallenin bütün gençlerini sarar, gurbete, askere, uzaklara giden insanlar mutlaka Hüsne Abu’ya uğrar, elini öper, duasını alırlardı. Hüsne Abu uyuyor olsa bile, belki bir daha görüşemeyiz hesabıyla onu uyandırırlar ve yine mutlaka elini öperlerdi. O da, hayır dualar eder, iki çift gözyaşını da çok sevdiği mahalle gençlerinden esirgemezdi. Bu manada hepimiz onun çocukları idik aslında. Zaten bizleri kendi çocuklarından, torunlarından pek ayırt etmezdi ki… Hasbelkader uzaklardan gelen biri varsa ilk önce onu görmeye giden Hüsne Abu olurdu. Veya mahalleye dönen kişinin ilk uğradığı kişi Hüsne Abusu idi. İnsanlarının böylesine kalben birbirine kenetlendiği bir doku vardı mahallemizde.

Davut Amca uzun yıllar ANAP’ta siyasetle uğraştı. (‘Biz o işleri gençlere bıraktık artık’ dese de muhtemelen gayri ihtiyari olarak siyaset heyecanını yine taşıyordur Davut Amca). Hüsne Abu, oğlunun seçimlerde kazanması için ne çok dualar ederdi. ‘Hüsne Abu, Davut Pehlivan’ın tuttuğu parti şöyle şöyle yanlış işler yapıyor’ türünden sözleri duyunca o; ‘benim ôlum yâniş yerlere gitmez. Yok yok, ôle dêldür o iş’ derdi. Davut Amca, pehlivanlık hayatı dahil pek çok atılımlarında annesinin hayır dualarının verdiği psikolojik rahatlığı her dem üzerinde duymuş olmalıdır herhalde. Dahası biz, Hüsne Abu’nun dualarının makbul olduğuna inanırdık. Onu dudağı dualı biri olarak görürdük. Bugüne bugün keramet ehli bir hanımnine idi. Bu manada ben, onu köyümüzün direği olarak görmüşümdür her daim. Elinde tesbihi sürekli zikir çekerdi. Abdi Buba’sından aldığı derslere devam ederdi. Nur yüzlü, ekmekli, hal ehli bir Osmanlı kadını idi. Vaaza gidenlere neler dinlediklerini sorar, hasbelkader bize geldiğinde, Ahmedim şunları bize anlat der, anlatılanları ise can kulağı ile dinlerdi. Yaşlı haliyle bile ev halkına, insanlara faydalı olmak için çırpınırdı. Mesela ahir ömründe bile fındık zamanında yemekleri o hazırlardı hatırlayabildiğim kadarıyla.

 

Son zamanlarında artık ayakta duramaz olmuş, bir ölçüde yatağa mahkum vaziyette idi. Onunla son görüşmemizde epey hasta idi yatağında. ‘Ben ölürsem bağa oku Ahmedim’ demişti. Doğrusu ölümün kendisine yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Nitekim öleceği gün ki, Kumru’nun hafta günü idi, babama: “Mêmet, bağa tövbe ver, ben gidiyom artuk” demiş. Tabi babam da, çok sevdiği halasının öleceğine inanmak istemediği daha doğrusu böyle bir şey kendisine ağır geldiği için olsa gerek; ‘Hala sende bi şey yok, endişe etme’ demiş ona. Fakat Hüsne Abu artık durumu anlamış olmalı ki, nihayet Durmuş Bul Hocayı çağırmış ve onun tekrar etmesi ile tevbe-i istiğfar okumuş son gününde. O günün gecesinde de (Çarşamba akşamı, Perşembe gecesi 01:30 suları) rahmet-i rahmana kavuşmuş. (15.02.2001). Ondan iki gün sonra ise Behiye Abu’muz vefat etti. Köyümüzün iki yaşlı kadınının birdenbire önümüzden çekilmesi çocukları yerinde olan bizlere doğrusu epey ağır gelmişti.

Hüsne Abu Karaağaç Köyü Güllük Camii avlusunda medfun. Yaklaşık 93 yıl kadar yaşadı şu fani dünyada. Hoş bir sadâ bıraktı ardında. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Fırsat buldukça ruhuna dualar gönderiyorum. O da beni boş geçmiyor doğrusu. Arada bir rüyalarıma konuk oluyor. Hep has bahçelerde!..

O gidince ben: Köyümüzün çınarı devrildi, eyvah! demiştim. Sahiden bir çınar devrildi. Osmanlı çınarı hem de. Onun yeri, evinin iskelesinde oturup gelip geçenlerin selamını aldığı, elinde tesbihiyle zikir çektiği yer hep boş duruyor şimdilerde. Onun boşluğunu doldurmak ne zor gönlümüzde.

Allah rahmet eylesin. Mekanı buhbûh’ül-cinân (cennetlerin ortası) olsun. Amîn.

Ahmet ÇAPKU

Üsküdar / 02.08.2005

acapku@yahoo.com


[1]“Nikah ümidi kalmayan oturmuş kadınlara ise, bir zinet ile gösterişe çıkmamaları şartıyla, çarşaflarını bırakmalarında kendilerine bir günah yoktur. bununla birlikte afifane/iffetlice sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işiten ve bilendir.” (Nur 60)

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............

HÜSNÂBU [Hüsne Abu] -Hüsne Yılmaz- (Kumru Haber Yazıları-2005) /AHMET ÇAPKU YAZISI

Hüsne Yılmaz 
“Abu” kelimesi acaba ‘abla’ kelimesinden galat mıdır bilmem fakat söz konusu kelime bizim köyümüzde ‘hala, teyze’ anlamında kullanılır. Özellikle yaşlı olan hala ve teyzelere ‘abu’ deriz onun için. Hüsne Yılmaz Hanıma da ‘Hüsne Abu’ derdik, Hüsne Hala makamında. Çocukluğumuz Hüsne ve diğer ‘abu’larımızın dizi dibinde geçti. Beşiğimizi onlar salladı, annemiz tarlaya, bahçeye indiğinde bizi onlara emanet etti. Neşeli ve hüzünlü anlarımızda onlar hep yanıbaşımızda idiler. Düğünlerde, asker uğurlamada,

İSLÂM MEDENİYETİNDE KÜTÜPHANE [Ve Kumru’ya Bir Kütüphane Düşü]

Üsküdar Çinili Camii Kütüphanesi
İslam medeniyetinde su/çeşme, sebil, köprü, şifahane, mektep, türbe ve hazire, acizler yurdu (darü’l-aceze), yetimler yurdu (darü’l-eytâm), hadis okuma yerleri (darü’l-hadis) gibi mühim bir kurum da kütüphaneler olmuştur. Kütüphane [kütübhâne] kelimesi, kelimenin

teleffuzundan da anlışalacağı üzere k-t-b kelimesinden üretilen ‘kitâb’ kelimesinin Arapça çoğulu/cemisi ‘kütüb’ ile kitap okuma işinin yapıldığı ‘hane’/mekan anlamında iki kelimenin birleşmesiyle oluşturulmuş, kitapların bulunduğu ve okunduğu yerin adıdır.

            İnanç dünyamızda dinler, kitaplı ve kitabı olmayan/kitapsız olarak ikiye ayrılır. Bu manada üç büyük semavi din, kitaplı/kutsal kitabı olan din olarak görülür. Nitekim İslam dışındaki iki büyük din olan Yahudilik ve Hristiyanlık için ‘ehl-i kitâb’ tabiri, onların kutsal kitabı olduklarına işaret eden bir terimdir. Yazının icadından[1]günümüze kadar geçen zaman diliminde yazı ve kitap insan hayatının değişmez önemli bir parçası olmuştur. Zaman içinde farklılaşan ve gelişen yazı ile yazı yazma aletleri günümüzde özellikle bilgisayar teknolojisi ile daha da ileri bir seviye kesbetmiştir. Bu manada nice yüzyıl önce kaleme alınan düşünceleri okuma, onlardan istifade etme imkanına kavuşmuş oluruz. Yine kendimize ait nice bilgileri ki, bu ister sanat faaliyeti olsun, ister müzik veya kitap yazma faaliyeti olsun fark etmez, bizden sonraki nesle aktarma bahtiyarlığına ererek gelecekte de kendimizi manevi anlamda yaşatma nimetine ereriz.

            Kitabı olan ve kitaba önem veren medeniyetlerin ömrünün uzun olduğu izahtan varestedir. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethedince ilk önce şehrin imarına, civar bölgelerde bulunan pek çok bilim adamını İslambol’a getirmeye çalışmış, fetih zamanında nüfusu az olan şehir kısa sürede adeta nüfus patlaması yaşamıştır. Semerkand, Mısır, Buhara ve daha pek çok yerlerden bilim adamları türlü çabalarla İstanbul’a getirilmiştir. Matematikçi Ali Kuşçu bilinen önemli isimlerden biridir. İstanbul’da Fatih sonrası çeşitli kişiler tarafından kütübhaneler kurulmuş, insanımızın ve insanlığın hizmetine sunulmuştur. Zaman içinde fetih şehri adeta bir kütüphaneler yani üniversite şehri konumu kazanmıştır. Bugün de bu halinden pek bir şey kaybetmiş değildir.

            İslam medeniyetinin kitaba büyük değer verdiğini söylemeye çalışıyoruz. Nitekim İslam’da ilk emrin ‘oku’ [Alak 1] olduğunu dikkate aldığımızda, inen vahyin sıcağı sıcağına kayda geçirildiğine bakarsak bunun önemi hemen anlaşılır. Bu manada belki de kendinde herhangi bir değişimin olmadığı tek kutsal kitap Kur’an-ı Kerim olmuştur denilebilir. Emeviler ile birlikte tercüme faaliyetlerinin başladığına, Hind, Mısır, Eski Yunan, Harran, İran düşüncelerinden türlü çeşit kitapların İslam düşünce mirasına kazandırılmaya çalışıldığını biliyoruz. Bağdat, Basra, Kufe birer İslam ilim şehirleri haline gelmişti. Nitekim 1258 Hulagu’nun Bağdat Kütüphanesi’ni yakması dünyanın sayılı kitap katliamlarından biri olarak kayda geçmiştir[2]. (1492 Endülüs Emevi Devleti’nin meşhur kütüphanelerinin, Kastilyalılar tarafından yakılması da buraya ilave edilebilir.) Sonraki yüzyıllarda ilim ve medeniyet, bugün pek de dikkate almadığımız ve hatta unutmuş olduğumuz Buhara, Semerkand, Hive, Tirmiz, gibi Türklerin yaşadıkları bölgelere kaymıştır. Selçuklular ve Osmanlılar bu ilim anlayışını Anadolu’nun fethi sonrası yeni elde edilen fetih bölgelerine taşımışlar, Nizamiye Medreselerinin kurulması sonrası ise ilim sistemli hale gelmiş ve tabi kütüphaneler de bu manada ayrı bir ehemmiyet kazanmıştır.

            Bugün İstanbul’un bir ilim, kültür şehri olduğunu pekala söyleyebiliriz. Zira nice kütüphane, müze, üniversite var. İlmin detayda olduğunu söylerler. Bu açıdan araştırma yapmak isteyen insanlara pek çok detay sunan imkanı var İstanbul’un. Tarihi cami hazireleri, Karacaahmet, Eyüp (ki, Eyüp bir tür mezarlıklar şehri olarak kabul edilir. Tabii bu, Hz. Peygamber’in, herhangi bir sahabesinin kabrinin bulunduğu yerde medfun olan müminlerin o sahabenin öncülüğünde ahirette dirileceğini ifade eden hadisiyle yakından irtibatlı olması gerekir) gibi nice yerler, sebiller, türbeler, köprüler, cami içlerinde, mezar taşlarında, çeşme kitabelerinde ve daha pek çok yerde hat yazıları, tezhibler, bütün bunlar araştırmacılar için türlü sanat çalışmalarına ışık tutan detaylardır. Tabi kütüphaneler başlı başına bir deryadır İstanbul’da. En başta Süleymaniye Kütüphanesi olmak üzere Atıf Efendi Kütüphanesi, Millet Kütüphanesi, Beyazıt Kütüphanesi, İstanbul Ün. Merkez Kütüphanesi, Atatürk Kütüphanesi, IRCICA, İSAM (İslam Araştırma Merkezi), Topkapı Sarayı Müzesi III. Ahmed Kütüphanesi, Nuruosmaniye Kütüphanesi, Hakkı Tarık Us Kütüphanesi, Vefa Bilim ve Sanat Vakfı Kütüphanesi, Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, MÜİF Kütüphanesi gibi pek çok kütüphaneyi burada saymak mümkündür. En azından Süleymaniye Kütüphanesi dünyaca değerli yazma eserlerin bulunduğu, dünyanın pek çok yerinden gelen araştırmacılara kapılarını açan 320 bin kadar eseri, ki bunların birçoğu yazmadır, barındıran mühim bir kütüphanedir.

            Gençlerini kitapla beslemeyen milletlerin akibeti fenadır derler. Mefhumu muhalifini düşünürsek kitapla beslenen nesillerin akibeti ise hiç şüphesiz aziz olur. İbn Sina, bilim ve sanatın takdir edildiği yerde neşv ü nema bulacağını, takdir edilmeyen yeri terk edeceğini ifade eder. Aslında ilim, sanat, para bir tür kadın gibidir. Sevildiği, takdir edildiği yere yerleşir ve ürün verir. Bunlara iltifatın olmadığı yerde sözü edilen unsurların barındığı görülemez. Hangi millet ki, ilme değer vermiş, ilim adamını koruyup kollamış, onun fikir, proje üretmesini desteklemiştir onlar kısa sürede ilerlemiş ve diğer milletleri peşlerinden sürüklemişlerdir. Bugün Batı ülkelerine ve Amerika’ya beyin göçünü dikkate aldığımızda bu ülkelerin niçin bize nispetle maddi yönden bizden daha çok zengin ve özellikle teknik yönden bizden ileride olduklarını anlayabiliriz. Kanaatimce ilim adamına ve ilme verdikleri değer ile bağlantılı bir şeydir bu.

            Kumru’ya Bir Kütüphane Düşü

        İlkokul sonrası Kumru Merkez Kur’an Kursu’nda bir yıl yüzüne Kur’an okumuş ardından hafızlığa başlamıştım. Sonraki yıllarda kader beni Terme’ye sürüklemiş, hıfzımı orada ikmal etmiş ve orta-lise yıllarımı orada geçirmiştim. Tabi son iki yılımı da Kumru İmam Hatip Lisesi’nde okumuştum. Ne gariptir ki, Kumru’da okurken ne okulumuzda ne de Kumru ilçesinde doğru dürüst bir kütüphanemiz yoktu. Ödevler verilirdi, biz onları el yordamı ile araştırır, yapardık. Bazı hocalarımızın evlerinde küçük sayılabilecek kütüphaneleri vardı elbette ama onlar bizim için pek bir şey ifade etmiyordu. Bu manada Kumru’daki talebelik yıllarımız çok kuru, kurak bir iklimde geçti diyebilirim. Daha o zamanlar hep içimden geçirirdim: Keşke okulumuzun en azından onbin ciltlik bir kütüphanesi, hiç olmazsa fen derslerinde içinde deneyler yapabileceğimiz bir laboratuarı, müzik derslerini çalışabileceğimiz bir müzik odası, kabiliyetlerimizi ortaya koyabileceğimiz bir spor odası olsaydı. Bütün bunlar o zamanlar birer ham hayalden ibaretti. Çok kuru şekilde dersler verilir, ardından teneffüse çıkılır, kimi dersler haylaz talebeler ile hocaların atışması ile geçerdi. Kaybolmuş yıllarım diye bakıyorum şimdi onlara. Yedi yıl boyunca okuduk da, ciddi anlamda ne bir dil öğrendik, ne edebiyata vakıf olabildik, ne sanattan behredar olabildik ne müzikten ne de kütüphane işlerinden. Kupkuru bir halde çıkıp gittik okulumuzdan. Yaşlarımız onsekiz, yirmi, yirmibir vesaire olduğu halde elimizde tutunabileceğimiz hemen hiçbir şeyimiz yoktu. Zekamızın, kuvvetimizin, araştırma kabiliyetlerimizin en münbit olduğu yılları bizler adeta har vurup harman savurmuş gibi geçirdik hoyratça. Tabi bize yol gösteren kendini yetiştirmiş kabiliyetlerin olmaması ise bizim için ayrı bir talihsizlik idi hiç şüphesiz. Şimdi bakıyorum da kendini sanatta yetiştirmiş, ilim deryasına dalmış, bir sahada söz sahibi hemen hiçbir arkadaşım yok gibi. Bir iki tane çıksa da istisnalar kaideyi bozmuyor.

            İmdi gelelim meramımızı anlatmaya. Ne zamandır düşünür dururum. Kumru’ya en azından yirmibin ciltlik bir kütüphane kuramaz mıyız diye. Tabi bunun için öncelikle kütüphane binası olmalı ve bu bina dışarıdan bakıldığında ‘evet burası bir kütüphaneye benziyor’ dedirtecek nitelikte yapılmalı. Şahsen, içinde yaşadığımız binaların bizlere bir şekilde şahsiyet kazandırdığına inananlardanım. Yirmibin kitabı içine alabilen büyücek bir oda, en az yirmi otuz kişinin ödev yapabileceği, kitap okuyabileceği bir salon, on kişinin çay içebileceği bir çayhane (çaylar talebeye meccanen verilmeli), lavabosu vesairesi ile ilçeye yakışır bir kütüphanemiz olsa da okuyan talebeler buralardan beslense. Kitapla haşır neşir olsa. Her ay çeşitli üniversitelerden, mahfillerden gençlerimize muhtelif alanlarda bilgi, konferans veren önemli şahsiyetler davet edilse de bir kültür faaliyeti başlatılsa. Ve bu fakir de İstanbul’da oluşunun bir tür sadakası olarak sözünü ettiğimiz kütüphanemize her yıl en azından yüz, yüzeli kadar kitap bulma işini üstlense… Aslında yapılmayacak, yapılamayacak bir şey değil bu. Kumru’nun üç beş işadamı bir araya gelip böyle bir mekanı bize hazır etseler, üç beş kafa dengi kitap-bilgi dostunun el ele, gönül gönüle vermesi ile yirmibin ciltlik kütüphane yaklaşık sekiz on yılda vücut bulur. Tabi gençlerimizin yetişmesi için de fevkalade ölümsüz bir hizmet olur.

            Kitapların numaralandırılması ve fişlenmesinde arkadaşımız kütüphaneci Murat Yahyaoğlu’ndan istifade edilebilir. Kumru gençlerine ayda bir kez olsun farklı konularda sohbet vermesi için tanıdığım pek çok şahsiyetin ilçemize getirilmesi noktasında sanıyorum bir şekilde yardımım olur. Zira burada tanıdığımız epey ilim adamı var. Kumru’da birkaç bilgi dostunun da destek vermesi ile ele aldığımız meselenin gerçekleşmemesi için bir bahane kalmaz. Tabi mesele neticede bu işe gönül veren iş dünyasına bakar. Zira kütüphane, kitap, ilim adamlarının getirilmesi vb. işlerin neredeyse tamamı para ile dönen hizmetlerdir. Bu manada Ebu Bekirlere, Hz. Osmanlara ne kadar muhtacız

            Evet, benimkisi bir düşten ibaret belki. Ama herhalde güzel bir düş bu. Vücut bulur mu? Bilmiyorum. Fakat bizler hayallerimiz oranında varız. Hayal eden yaşar, diyor bir mütefekkirimiz. İnşaallah…

Saygılarımla.

 

Ahmet Çapku

18.05.2005. Üsküdar

acapku@yahoo.com



[1]Aslında biz, Hz. Adem’e 10 suhuf/sahife indirildiğini kabul ederiz. Buna göre acaba ilk insan ile birlikte ilk yazı var mı idi yoksa 10 sahifeden kasıt bir tür 10 emir şeklinde mi anlaşılmalıdır, bu konuda düşünmek gerekir.

[2] Bu düşüncenin üzerinde epey spekülasyonlar vardır. Kimi düşünürler şayet Hülagu Bağdat Kütüphanesini yaksa idi, birkaç yıl sonra Semerkant kütüphanesinde sayımı yapılan kitapların adedidin bu kadar çok olması beklenemezdi diye görüş beyan edenler de vardır. 

............. © Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©.............