Hüsne Yılmaz |
Hüsne Abu’ya mahallemizde ‘Gırca Gızı’ lakabı verilmişti, ‘Kırcanın Kızı’ anlamında. Soy olarak Gırcagillerden (Kırcagiller) geliyormuş. Karaağaç Köyü Alan Mahallesi’nden. Osman isimli biri ile evlenmiş ancak beyi, genç denilebilecek yaşlarda vefat edince hayatın yükünü oğlu Davut (Pehlivan) ile paylaşmak zorunda kalmış. Davut ile birlikte Abdullah ve Fatma isimli toplam üç çocuğu vardır yanında. Fakirlik yıllarında ne çok çileler çektiğini bir Allah bir de kendisi bilir. Tabi ben, onun çocukluk ve gençlik yıllarını pek bilmem ama çocukluğumdan beri bende, ondan hatıra olarak kalan fotoğraf karelerini bir araya getirmeye çalışacağım bu yazıda.
Kış geldiğinde onun elinde daima yün eğirme aletleri, yün çorap örmek için şişler görürdüm. Ev halkına yün çorap örerdi. Sadece ev halkı mı, icabında bize de örerdi vakit bulursa. Hayrına yapardı bu işi. Sonra kendisi için adeta bir hobi olan tavuk yetiştirme merakı. Bu yüzden mahallede adı ‘tavukçu’ya çıktığı da olmuştur. Fakat o, bilebildiğim kadarıyla çocuklarını yumurta ile beslemek için böylesi bir işe merak salmış olmalı. Sabah aç karnına çocuklara taze yumurtanın kızılını içirirdi ve böylesi bir uygulamanın ses kısıklığına ve bir çok hastalığa iyi geldiğini söylerlerdi. Dahası muhtemelen Hüsne Abu, biriktirdiği yumurtaların bir kısmını satar, elde ettiği parayı ya evin ihtiyaçları için ya da kapıya gelen dilencilere yardım etmek için bir kenara koyardı. Malum, dilenci boş çevrilmez! Ya Hızır (as) ise!... (Bununla ilgili bizim mahallede epey Hızır hikayesi anlatılır eskiler arasında.). Hüsne Abu’nun bir başka özelliği ise kendir yetiştirirdi eskiden. Onlardan çuval ağzı ipi, hayvanlara başlık örme ipi elde ederdi. O kendirlerin sapları kuruduğunda biz çocuklar onları alır, bir güzel ok yapar, okları gökyüzüne doğru yarıştırırdık küçükken. Hüsnâbu’nun okları, derdik onlara. Bununla birlikte Hüsne Abu, belli seviyede meyve fidanı yetiştirmeye de düşkün idi. Armut, incir, erik, üzüm gibi pek çok meyve fidanını Hacı Yaşar’a aşılatır, onları gözü gibi korur, vakti saati geldiğinde toplar, konu komşuya göz hakkını verir ve artanından bal yapardı.
Bilebildiğim kadarıyla hayatı boyunca dinine ve ibadetlerine düşkün biri olmuş Hüsne Abu. Gençliğinde Abdi Hoca’ya intisab etmiş tarikat yönünden. Abdi Buba veya Hoca Buba derdi ona. Hoca Baba’sını ne çok sevdiğini zaman zaman bana da anlatırdı. Karaağaç Köyü’nden bir grup insan, diyelim yirmi kişi, toplanır Abdi Hoca’yı ziyarete giderlermiş Fizme’ye. Orada ziyaretler yapılır, zikir meclisi oluşturulur, vaazlar dinlenir, manevi yönden itminana kavuşmuş halde geri dönerlermiş. Bazen de Hoca Baba’larını Karaağaç’a getirirler, bir hafta kadar onu misafir ederlermiş. Dolayısıyla Hüsne Abu demek bir açıdan Abdi Baba’nın sağ kolu demekti. Nitekim Hüsne Abu’nun torunu Osman Yılmaz Ağabey bir keresinde şunu nakletmişti bana. Abdi Hoca’ya; Hocam siz gittikten sonra biz kime gidelim diye sorduklarında o, Karaağaç’ta Hüsne Kadın çok iyi çalışıyor siz ona gidin, demiş. Allahü a‘lem. Konu Hüsne Abu’nun dindarlığından açılmışken buraya kaydetmem gereken mühim hatıralar vardır. Eski zamanlarda yani Hüsne Abu’nun gençlik yıllarında köy evleri henüz ahşaptır. Köylerin kiminde mescid, hoparlör, bugünkü gibi köy hocası falan yoktur. Evlerde saat dahi bulunmaz. İşte böyle hengamede özellikle bulutlu günlerde evde yemek pişirmek için kalan Hüsne Abu için namaz vakitlerini tayin etmek epey zor olurmuş. Ancak namaz vakitleri girdiğinde o ahşap ev şöyle bir sallanarak vaktin girdiğini ona haber verirmiş.
Şimdi anlatacaklarımı ise Hüsne Abu’nun kendisinden dinlemiştim.
- “Oğlum Ahmet, demişti bana, Abdi Buba’ya geddim. Abdi Buba, dedim, ben Peygamberimizi görmek istiyom. Bu nası olucak ? Hoca Bubam bağa şo gadar oruç dutucan, şo gadar tesbih çekicen, şo gadar da namaz gılıcan dedi. Hepisini yapdım emme göremiyom! Allah, şaşudum! Bakdım olmıya, Alan Mahallesine gardaşım Ahmed Ali’nin yanına geddim. Yahu Ahmed Ali benim durumum böle böle dedim. U da bağa, oku bakim şu duaları dedi. Okudum. Megelim Allâhülâ’da (Ayete’l-Kürsi) yânişim varmış. Unu düzettim. Nası oldu biliyon mu ôlum Ahmed, Peygamberimiz gündüz şöyle gıble tarafından geldi gözümün öğüne, bakılmıya mubareğe nurdan! Bôle gördîdim!...”
Yine benzer şekilde “Fatma Anamızı, Hava Anamızı” gördüğünü de bana söylemişti. İfadesine göre Hava Anamızın gözleri çakır imiş!... Dahası, kendisine cennetten bir sofra geldiğini ve cennet taamı yediğini de ilave etmişti bu fakire. [Cennetten kendisine sofra/maide inenler için bkz. Kur’an-ı Kerim: Âlu İmran 37; Maide 114] Yine bir keresinde: “Ôlum Ahmet! Göğde şöle îne ucu gadar boş yer bulamazsın. Her yer melek dolu. Durmadan Allah’ı zikrediyalar” demişti. Ümmî bir kadın sıfatıyla onun tecrübe olarak yaşadığı bu halin gerçekte Efendimizin (as) lisanından aynıyla dile getirildiğini okumuştum yıllar sonra. Ebu Zer’in naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyurur Allah Rasülü: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi ve gıcırdayıp inlemekte de haklı idi. Gökyüzünde alnını Allah’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi sizler bilmiş olsaydınız az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan da zevk almazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” [Bkz. Tirmizi, Zühd 9; İbn Mace, Zühd 19; Riyazü’s-Salihîn, III, sf. 60. çev. M. Yaşar Kandemir-İ. Lütfi Çakan-Raşit Küçük, İstanbul 1997, Erkam Yay.]. Konuyla ilgili ayet mealini de buraya verelim: “Yedi gök, yeryüzü/arz ve bunların arasında bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” [İsra 44]
Cezbeye girerdi bazı zamanlar. Mesela onun yanında biraz yanık sesle ilahi okumaya başladığınızda Hüsne Abu başka âlemlere geçiş yapar, çok hızlı bir tempo ile “Hû hû hû…” demeye başlar, ellerini sürekli ileri geri hareket ettirir, adeta bu dünya ile irtibatını bir ölçüde koparırdı. Onun bu haline birkaç kez şahit olmuştum. Hiç unutamadığım bir hadise ise şöyle vuku bulmuştu. Bir akşam üzeri idi. Mahallede birkaç muzip eline teyip ile bir şarkı kaseti almışlar, Hüsne Abu’nun yanına gelmişler ve, Hüsne Abu, bu kasette çok güzel ilahiler var, istersen açalım da bir dinleyiver demişlerdi. O zamanlar Hüsne Abu kulakları iyi duyamayacak bir yaşta idi. Kaseti açtılar, şarkı ilerledikçe Hüsne Abu cezbeye geliyor, temposu hızlanıyor ve nihayet ‘hû hû’ sesleri ile evin içini inletiyordu. Türkü kasetini ilahi kaseti diye ona yutturduğunu düşünenler ise gülmekten katılıyorlardı! Şimdi düşünüyorum da kim kazandı kim kaybetti. İki farklı âlemde yaşayan farklı insanlardı bunlar. Aynı hadiseye biri gülüyor öbürü cezbe haliyle gözyaşı döküyor!
Helal haram dengesine aşırı derecede duyarlı, ibadetlerine düşkün bir kadın idi o. Bu haliyle bizim için önümüzde yaşayan bir modeldi şüphesiz. Mahallemizde eskiden arada bir kavga olurdu komşular arasında fakat Hüsne Abu’nun böyle bir kavgaya karıştığını hemen hiç hatırlamıyorum. Kimi kaynanalar vardır gelinleri ile geçinemez. Hüsne Abu ise gelinleri ve torunlarının hanımları ile yıllarca aynı çatı altında kalmasına rağmen ben onun hemen hiçbir dırdırını veya gelinleri ile olan tartışmalarını ne gördüm ne de duydum. Hoş geçimli biri idi. Herhalde namahreme karşı duyarlı oluşuyla ilgiliydi onun bu tavrı. Yani kadın sesini yabancı erkekler duymasın düşüncesi. Hoca Buba’sından aldığı terbiyenin de bunda etkisi olmalıdır herhalde. Torunları da namazlı niyazlı yetiştirmek için elinden geleni yapardı. Kimi zamanlar ben Kumru’dan veya Terme’den köye geldiğimde hemen yanıbaşıma gelir; ‘Ôlum Ahmet, ha beni dinne. Belki yânişim vardur namaz sıralarında’ der ve artarda namaz dualarını okur, yanlışı varsa düzeltmeye çalışırdı.
Gecenin birinde karanlığı yırtan bir ses duymuştuk bir keresinde. “Hüsne Anam öldü!” diye feryat ediyordu Hüsne Abu’nun torunu. Ev halkı cümbür cemaat kendimizi dışarı atmış, doğruca Hüsne Abu’nun yanına koşuşturmuştuk. Bu arada köylü de birikmiş, yedisinden yetmişine mahalleli Davut Amca’nın evinin önünü doldurmuştu. Zoru zoruna içeri girebilmiştim. Hüsne Abu’yu yatırmışlar, su vuruyorlar, kolonya koklatıyorlar falan. Derken biraz sonra öteler âlemine gitmiş de geri gelen bir insan edasıyla Hüsne Abu uyanıvermişti. Sevincimize payan yoktu! Bu hadiseden sonra uzun yıllar yaşadı nitekim. Acaba ciddi bir hastalığı mı vardı? Bunu bilmiyorum ama onun fazla hasta olup da doktora gittiğini ben hatırlamıyorum. Zaten köylü kadınları ufak tefek hastalıklar için ‘elin yabancı adamı dokdura gendünü gösderür mü’ hiç! Sahiden ciddi bir hastalık olursa ancak o zaman giderler. Hüsne Abu’nun ahir ömründe sağ gözünde ufak bir çıban çıktı. Sonra o büyüdü büyüdü ve nihayet gözü kapandı. Bu haliyle yaklaşık dört beş yıl yaşadı galiba. Bir de özellikle son zamanlarında fazla duymayan kulaklarından müşteki idi biraz. Fakat her halükarda rabbine hamd etme makamında idi şüphesiz.
1975 yılında oğlu Davut Pehlivan ile birlikte hacca gitmiş Hüsne Abu. O yıllarda köylü bir kadının hacca gitmesi sahiden büyük bir nasip olsa gerektir. Tabi evinin dışında bir yerlere gitmek demek namahreme karşı korunma hususunda onun için her zaman müşkil bir mesele olagelmiştir. “Hüsne Abu, derdim kendisine, Kur’an’da yaşlı kadınların saçlarını başlarını örtmesi hususunda genç kadınlar kadar önem verme zarureti olmadığına işaret eden ayet var,[1] bu kadar kendini bunaltma. Yüzünde görünen kısım olarak sadece burnun kalıyor adeta.” O da bana: “Yok yok, Hoca Bubam bize bôle ôreddi. Ben Hoca Bubamın dedûnden çıkmam!” derdi. Fetva yerine takvayı tercih ederdi daima. Kumru’ya oğlu Davut Pehlivan’ın yanına bir iki haftalığına durmaya giderken de aynı sıkıntıyı yaşardı kendi dünyasında. Önünde ya torunu veya oğlu, ardında Hüsne Abu, namahreme karşı pür dikkat giyinik vaziyette evine kadar o şekilde giderdi. Onun bu tavrı bana hep Necip Fazıl’ın: “Utanırdı burnunu göstermekten süt ninem” mısraını hatırlatır.
Çocukluğumun on iki yılı köyde geçti. Annemi hatırlıyorum da onun gece uykusu yaklaşık dörtbuçuk beş saati geçmezdi. Dur durak bilmeyen bir koşturmaca idi yaşam tarzı. Gece sabaha karşı kalkar, ocağı harlatır, yoğurdu sallama yayığa koyar, yemeği ateşe yerleştirir, ev halkı henüz uykuda iken o çoktan kalkmış ve ev işlerinin bir kısmını yoluna koymuştur bile. Sonra sabah namazı faslı. Ardından ahırda ineklerin sağılması, çeşmeden su getirilmesi, sabah kahvaltısının hazırlanması, temizlik, çamaşır, ev işleri, ardından kuşluk vaktinde elindeki yemek dolu sepetle tarlaya çalışmak için gitmesi, ikindi sularında tarladan eve dönmesi, çamaşır, ev temizliği, akşam yemeği hazırlığı vesaire. Sürekli bir koşturmaca halinde devam eden, tatili olmayan bir hayat. Arada misafirler gelir, düğün bayram olur, gurbete giden veya geri dönen olur bütün bu zaman dilimlerinde iş trafiği daha da artardı. Şimdiki kadınlar, diyorum kendi kendime, böylesi bir iş temposuna ancak üç gün dayanabilirler. Dördüncü günü soluğu hastanede alırlar herhalde! Annem böylesi bir hayata belli ölçüde yine devam ediyor. Eskisi kadar hızlı olmasa, gelinleri ve torunları ona iş gördürmek istemese de. Buradan hareketle Hüsne Abu’nun hayatı da özellikle gençlik yıllarında herhalde böyle geçmiş olmalı. Tasvir ettiğim annemin hayat tarzı aslında mahallemizdeki kadınların hayatının bir özetidir desem yanlış olmaz galiba. Biraz çileli ama her türlü sıkıntıya rağmen müşteki olmadıkları bir hayat tarzı idi bu. Muhannete muhtaç olmamak, namerde el açmamak, kanaatkar olmak, hayır yapabilmek için bir şeyleri kenara koymak, bütün bunları yaparken de kulluğu unutmamak. İşte bunlar, başta Hüsne Abu olmak üzere bizim mahalle kadınlarının hayat felsefesi idi diyebilirim.
Geçenlerde Ahmet Turan Alkan Hocanın bir yazısında şöyle bir hatıraya rastlamıştım. Sizinle paylaşmak isterim. Hikaye şöyledir: Emir Kalkan’ın anlattığı Elveda Şehir isimli romanda şöyle bir hatıra vardır. Yazarın ninesi vefat ettiğinde tanımadığı bir kadın çok ağlarmış. Sebebi ise şu imiş. 1942 yılı. Had safhada bir kıtlık var. Kamer Hatun’un evinde un ve ekmek vardır ama iki tane bebesi olan komşusunun yiyecek bir şeyi yoktur. Kamer Hatun her gün sacda pişen ekmeklerden iki bazlamayı kaptığı gibi komşusuna yetiştirir aç kalmasınlar diye. Bir keresinde yine sıcak bazlamaları kapmış komşuya götürürken bir de bakmış ki karşıdan kayınbabası geliyor. O sıcak bazlamaları işliğinin altına saklamış. Sıcak bazlamalar ise onun karnını yakmış! Onca acıya aldırmadan ekmekleri komşusuna yetiştirmiş. Yazar bu haberi o çok ağlayan kadından öğrenmiş. Cenaze olarak yatmakta olan ninesinin o tarif edilen karnına göz atmış. Bakmış ki, yanık izleri hala duruyor.! ‘İşte diyor Alkan Hoca, “Eskilerin Osmanlı diye tabir ettikleri bir hanım tipi vardı… Osmanlı lafı boşuna değil. Hükümet gibi muktedir, devlet gibi gönlü geniş ve diğerkam hatunlar bunlar. Yoksulu da Osmanlı, varlıklısı da. Osmanlılık onlarda bir hal olmuş. Sözü dirhemle tartıp da söyleyen, bir kaş yıkışıyla bir evlilik kurtaran, sükutuyla yargı kesinleştirip iki çift lafla küskünleri barıştıran, o ‘hal’ ile insanları edebe, ölçülü davranmaya çağıran muazzam kadınlar.” (Aksiyon S. 555, 25 Temmuz 2005. sf. 13). Ne yalan söyleyeyim bu yazıyı okuduğumda Hüsne Abu gelmişti aklıma. Komşusunu arayıp hal hatır soran, konu komşunun çocuklarıyla, hastalığıyla, işleriyle ilgilenen, acı tatlı günlerinde hep yanı başında yer alan hal ehli bir kadın idi o. Hüsne Abu’nun bu samimiyeti mahallenin bütün gençlerini sarar, gurbete, askere, uzaklara giden insanlar mutlaka Hüsne Abu’ya uğrar, elini öper, duasını alırlardı. Hüsne Abu uyuyor olsa bile, belki bir daha görüşemeyiz hesabıyla onu uyandırırlar ve yine mutlaka elini öperlerdi. O da, hayır dualar eder, iki çift gözyaşını da çok sevdiği mahalle gençlerinden esirgemezdi. Bu manada hepimiz onun çocukları idik aslında. Zaten bizleri kendi çocuklarından, torunlarından pek ayırt etmezdi ki… Hasbelkader uzaklardan gelen biri varsa ilk önce onu görmeye giden Hüsne Abu olurdu. Veya mahalleye dönen kişinin ilk uğradığı kişi Hüsne Abusu idi. İnsanlarının böylesine kalben birbirine kenetlendiği bir doku vardı mahallemizde.
Davut Amca
uzun yıllar ANAP’ta siyasetle uğraştı. (‘Biz o işleri gençlere bıraktık artık’
dese de muhtemelen gayri ihtiyari olarak siyaset heyecanını yine taşıyordur
Davut Amca). Hüsne Abu, oğlunun seçimlerde kazanması için ne çok dualar ederdi.
‘Hüsne Abu, Davut Pehlivan’ın tuttuğu parti şöyle şöyle yanlış işler yapıyor’
türünden sözleri duyunca o; ‘benim ôlum yâniş yerlere gitmez. Yok yok, ôle
dêldür o iş’ derdi. Davut Amca, pehlivanlık hayatı dahil pek çok atılımlarında
annesinin hayır dualarının verdiği psikolojik rahatlığı her dem üzerinde duymuş
olmalıdır herhalde. Dahası biz, Hüsne Abu’nun dualarının makbul olduğuna
inanırdık. Onu dudağı dualı biri olarak görürdük. Bugüne bugün keramet ehli bir
hanımnine idi. Bu manada ben, onu köyümüzün direği olarak görmüşümdür her daim.
Elinde tesbihi sürekli zikir çekerdi. Abdi Buba’sından aldığı derslere devam
ederdi. Nur yüzlü, ekmekli, hal ehli bir Osmanlı kadını idi. Vaaza gidenlere
neler dinlediklerini sorar, hasbelkader bize geldiğinde, Ahmedim şunları bize
anlat der, anlatılanları ise can kulağı ile dinlerdi. Yaşlı haliyle bile ev
halkına, insanlara faydalı olmak için çırpınırdı. Mesela ahir ömründe bile
fındık zamanında yemekleri o hazırlardı hatırlayabildiğim kadarıyla.
Son zamanlarında artık ayakta duramaz olmuş, bir ölçüde yatağa mahkum vaziyette idi. Onunla son görüşmemizde epey hasta idi yatağında. ‘Ben ölürsem bağa oku Ahmedim’ demişti. Doğrusu ölümün kendisine yaklaşmakta olduğunu seziyordu. Nitekim öleceği gün ki, Kumru’nun hafta günü idi, babama: “Mêmet, bağa tövbe ver, ben gidiyom artuk” demiş. Tabi babam da, çok sevdiği halasının öleceğine inanmak istemediği daha doğrusu böyle bir şey kendisine ağır geldiği için olsa gerek; ‘Hala sende bi şey yok, endişe etme’ demiş ona. Fakat Hüsne Abu artık durumu anlamış olmalı ki, nihayet Durmuş Bul Hocayı çağırmış ve onun tekrar etmesi ile tevbe-i istiğfar okumuş son gününde. O günün gecesinde de (Çarşamba akşamı, Perşembe gecesi 01:30 suları) rahmet-i rahmana kavuşmuş. (15.02.2001). Ondan iki gün sonra ise Behiye Abu’muz vefat etti. Köyümüzün iki yaşlı kadınının birdenbire önümüzden çekilmesi çocukları yerinde olan bizlere doğrusu epey ağır gelmişti.
Hüsne Abu Karaağaç Köyü Güllük Camii avlusunda medfun. Yaklaşık 93 yıl kadar yaşadı şu fani dünyada. Hoş bir sadâ bıraktı ardında. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Fırsat buldukça ruhuna dualar gönderiyorum. O da beni boş geçmiyor doğrusu. Arada bir rüyalarıma konuk oluyor. Hep has bahçelerde!..
O gidince ben: Köyümüzün çınarı devrildi, eyvah! demiştim. Sahiden bir çınar devrildi. Osmanlı çınarı hem de. Onun yeri, evinin iskelesinde oturup gelip geçenlerin selamını aldığı, elinde tesbihiyle zikir çektiği yer hep boş duruyor şimdilerde. Onun boşluğunu doldurmak ne zor gönlümüzde.
Allah rahmet eylesin. Mekanı buhbûh’ül-cinân (cennetlerin ortası) olsun. Amîn.
Ahmet ÇAPKU
Üsküdar / 02.08.2005
[1]
“Nikah ümidi kalmayan oturmuş kadınlara ise, bir zinet ile gösterişe
çıkmamaları şartıyla, çarşaflarını bırakmalarında kendilerine bir günah yoktur.
bununla birlikte afifane/iffetlice sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır.
Allah işiten ve bilendir.” (Nur 60)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...