29 Haziran 2014

Şükrü Naili Paşa'nın Kamburu /Hamza BİLGÜ

          1. Baba-Oğul-Kutsal Ruh
  
Saat gece yarısını kırk-kırk beş dakika kadar geçmişti. Başrahibe Adorlee, Notre Dame de Sion'un en üst katındaki odasından çıkıp oldukça hızlı ve sert adımlarla yürümeye başladı. Elinde henüz yanmayan büyükçe bir kandil vardı. Ayak seslerini duyan rahibe Susanne, seslerin sahibinin kim olduğunu öğrenmek için odasından çıktığında başrahibe Adorlee'nin telaş içinde yürümekte olduğunu gördü. Vakit geç olduğu için seslenmek istemedi, odasının kapısını sağ elinin işaret parmağıyla birkaç defa tıklattı. Başrahibe tam merdivenlere varmak üzereyken duydu bu kapı tıklatma sesini. Arkasına döndüğünde Susanne'i gördü. Geri dönüp Susanne'in yanına geldi. Susanne, başrahibenin ne kadar
gergin olduğunu o an fark etti. Adorlee, tam on iki yıldır Harbiye'de, Notre Dame de Sion'da başrahibeydi. Susanne ile tanışıklıkları başrahibe olmasından üç dört yıl kadar önceye rastlıyordu. Adorlee ne zaman gergin olsa saç telleri elektriklenir, havaya kalkardı. Bu da Susanne'in deyimiyle 'başörtüsünün içinde kedi uyuyormuş gibi' gözükmesine sebep olurdu. Ancak bu gece Adorlee'nin kafasına kediden çok bir köpek tünemiş gibiydi. Susanne, Adorlee'nin neden bu denli stresli  olduğunu biliyordu. Sağ elini Adorlee'nin sol dirseğinin hemen üstünde biraz gezdirdikten sonra omuzlarına koydu. İkisinin de gözleri dolmuştu. Bu temas Susanne'i tatmin etmemiş olmalıydı ki Adorlee'ye sarıldı. Ağlamamak için kendilerini zor tuttular. Susanne konuşmaya başladı: "Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz Azize. Belki de iyi bir şeydir. Bizler masumuz, umutsuzluğa kapılmamamız gerekiyor. Hem biz böyle yaparsak kim bilir kızlar nasıl bir karamsarlığa sürüklenir. Bugün rahibeler, öğrenciler, öğretmenler hep birlikte katedralde dua ettiler. Tanrı bizi koruyacaktır." Adorlee belli belirsiz gülümsedikten sonra şöyle cevap verdi: "Susanne, her şey için sana minnettarım. Ne olursa olsun arkadaşlığımız ve görevimiz devam edecek. Biz bunun için yaratılmışız. Şimdi ben de katedrale gidip dua edeceğim, sen uyu lütfen. Çok önemli bir gün bekliyor bizi. Erken kalkacağız ve çok işimiz var."
                 Adorlee koşar adım indi merdivenleri. Okuldan çıktı, nefes kesen bir soğuk çarptı yüzüne. Havaya aldırış etmeden Saint Esprit(Kutsal Ruh) Katedrali'ne yöneldi. Papa 15. Benedikt'in heykelinin yanına geldiğinde her zamankinden çok daha fazla irkildi. Heykel tamamlanalı iki yıl olmasına rağmen Adorlee bir türlü alışamamıştı bu heykele. Benedikt'in eteklerine kadar inen hatta eteklerini de geçip heykelin kaidesinden aşağı sarkan betondan kaftanına bakınca fena halde ürperdi. Benedikt'in sağ eli bel hizasında ileri doğru uzanmıştı. Parmaklarının arası açıktı. Sol elinde ise İncil vardı. Papa Benedikt, Birinci Dünya Savaşı boyunca, savaşın bir an önce sona ermesi için devletlere yaptığı çağrılardan ötürü dünya genelinde meşhur bir Papa olmuştu. Savaş bütün dünyanın savaşı olunca, savaşı durdurmaya çalışan Papa da bütün dünyada tanınıyordu haliyle. Hıristiyanlar Benedikt'i "barışın cesur elçisi" olarak anıyorlardı. Cihan Harbi esnasında, cephede yaralanan Osmanlı askerlerinin tedavisi için Antep'in güneyinde Halep'in kuzeyinde kalan bölgeye bir hastane kurdurmuştu. Osmanlı ülkesinde "Türk dostu Papa" olarak tanınıyordu. Savaş esnasında gösterdiği gayret ve yardımlarından ötürü Osmanlı Sultanı Vahdettin ve dönemin Mısır Hidivinin katkılarıyla Notre Dame de Sion okulunun bahçe kısmında kalan St. Esprit Katedralinin giriş kısmına altın varaklı Papa 15. Benedikt Heykeli yaptırıldı. Heykelin açılışına Şehzade Abdülmecid bizzat katıldı. Adorlee mutluluktan havalara uçuyordu o gün. Hem Sultan'ın okula ve katedrale olan ilgisi onu çok hoşnut etmişti hem de bir Papa'nın, çoğunluğu Müslüman olan bu ülkede böylesi iyi işlerle anılmasından onur duyuyordu. Açılış merasimi bitip devlet erkanı kalabalığıyla birlikte çekildikten sonra heykel, Adorlee'yi her geçen gün biraz daha tedirgin etmeye başladı. Heykel açıldıktan bir sene sonra Benedikt öldü. İşgal rejiminin İstanbul'daki faaliyetleri günlük hayatın akışını ciddi şekilde bozuyordu. Notre Dame de Sion da bu durumdan nasibini almıştı. İşgal kuvvetleri zaman zaman okulu karargah olarak kullanıyorlardı. Bu nedenle kız öğrencilerin rahibelik eğitimi ve diğer eğitimleri aksıyordu. Adorlee okulun karargah olarak kullanılmasını birkaç defa engellemek istedi. Sebebi İngiliz askerlerinin rahibelere tacizlerde bulunmalarıydı. İngiliz yetkililere çok defa şikayet mektubu yazdıysa da bir sonuç elde edemedi. Rahibelik ve rahibeler kimsenin umurunda değildi. Benedikt öldükten bir yıl sonra İstanbul işgalden kurtarıldı. Şehrin işgalden kurtulmasının üzerinden dört ay kadar geçmişti ki o haber ulaştı Adorlee'ye.
                 Benedikt'in karşısında on-on beş dakika kadar kaldı başrahibe. Papanın Birinci Dünya Savaşı boyunca gösterdiği onurlu tutumu getirdi aklına. Ancak bu şekilde heykelin kendinde uyandırdığı ürpertiden bir nebze sıyrılabildi. Benedikt'in kafasındaki başlığa göz gezdirdi. Sakalsız suratına baktı. Konuşmaya başladı: "Aziz Benedikt, biliyorsunuz biz savaşın sürmesini asla istemedik. Barıştan başka hiçbir tarafı da tutmadık. Bu sebeple sizin Papalığınız süresince yaptığınız işler bizi son derece onurlandırdı. Tanrıyı bir kenara bırakmış ve aklını kaçırmış insanlara ilahi buyrukları hatırlatmanız içimizi sonsuz kıvançla doldurdu. Ancak şimdi neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Haksızlığa uğrayıp uğramayacağımızı bilmiyoruz. Saint Esprit'i kuran Monsenyör Hillereaus hatrına bizim için dua edin sevgili Papa. Lütfen yarın Notre Dame de Sion için hayırlı şeylerle karşılaşalım." Adorlee, bu kısa Benedikt heykelinden yardım isteme merasiminden sonra Saint Esprit'e girdi, elindeki kandili yanan bir mum marifetiyle yaktıktan sonra katedralin altındaki yeraltı mezarlığına yöneldi. Mezarlığa ulaşabilmek için karanlık ve oldukça dar dehlizlerden geçmek gerekiyordu. Adorlee bu dehlizleri gözü kapalı bile yürüyebilirdi ancak bu akşam korku içerisindeydi. Dehliz üzerine çökecekmiş gibi hissediyordu. Dehlizin tavanını inşa etmek için mühendislik dehasıyla birbirine geçirilmiş taşlar, bu taşlar aynı zamanda katedralin zemini oluyor, geçme kısımlarından ayrılıp üzerine yıkılacakmış gibiydi. Bu tedirginlikle dehlizi bitirdi ve karanlık, geniş bir salona ulaştı. Mezarlar bu geniş salondaydı. Girer girmez hemen altında Francesco Della Suda(Faik Paşa) yazan büstle göz göze geldi. Bir süre izledi büstü. Çene kıvrımlarını, saçlarını en ince detayına kadar inceledi. Osmanlı'ya modern eczacılığı öğreten adam olarak bilinen Faik Paşa, Adorlee İstanbul'a geldiğinde, şehre ve Notre Dame de Sion'a tam olarak yerleşene dek adeta ona babalık etmişti. Adorlee hiç kimsenin vefatından, Faik Paşa'nınki kadar etkilenmemişti. Büstün yanağına bir buse kondurdu ve Faik Paşa'ya ne kadar büyük minnet beslediğini belirten birkaç cümle mırıldandı. Büstün yanından ayrılıp mezarlıkta ilerlemeye devam etti. Alleonların aile mezarlığına geldiğinde istavroz çıkardı. Saint Esprit'i inşa ettiren Monsenyör Hillereaus'nun mezarına geldiğinde yine istavroz çıkardı. Oradan tarikat mezarlığına geçti. Burada rahibelerin mezarı bulunmaktaydı. Bazıları Adorlee'nin arkadaşıydılar. Adorlee'den önceki başrahibe Fabienne hemen solundaki mezarda gömülüydü. Adorlee, Fabienne'e bitimsiz bir saygı besliyordu. Aniden mezarın mermerine oturup kesik kesik ağladı. Ağlaması dindikten sonra konuşmaya başladı: "Ah Azize Fabienne, bizim için Cennette dua ediyorsun biliyorum. Lütfen yarın başımıza kötü bir şey gelmesin Fabienne. Tek isteğim bu, lütfen." Mezarın kenarından kalktı Adorlee, mezarlığın sonundaki kuytuluğa doğru yürüdü. Burada bazı Katolik din adamlarının kemikleri bulunuyordu. Kemiklerin arasında fazla vakit geçirmeden katedrale döndü.
                  Katedralin içinde yavaş adımlarla yürüdü Azize Adorlee. İsa'nın bebekliğini tasvir eden ikonun önünde durdu.  Sarı saçlarına, iri gözlerine baktı, bebek İsa'nın beyaz elbisesinin üzerinde parmaklarını gezdirdi. "Sen ne kadar masumsan, biz de  o kadar masumuz. Sen ne kadar Tanrıya aitsen biz de o kadar Tanrıya aidiz. Tanrı seni nasıl korumuşsa bizi de öyle koruyacaktır. Bizler senin günahsız yavrularınız." dedi. Bebek İsa tasvirinin yanından ayrılarak, sıraların arasından yürüdü ve ayin alanının önünde durdu. Dizlerinin üzerine çöktü. Çarmıha gerilen İsa tasvirine baktı. Çarmıha çivilendiği avuçlarını dikkatle inceledi. İkon altı yıldır oradaydı ancak Adorlee, ilk defa görmüş gibi hissediyordu. Başrahibeyi çocukluğundan beri kan tutardı. Çivinin İsa'nın avucunu yardığı noktadaki kırmızı kan lekesi tasvirlerini görünce gözleri karardı. Bayılmamak için İsa'nın yüzüne doğru çevirdi kafasını. İsa'nın boynunu hafifçe sağa eğişine dikkat kesildi. Derin bir hüzün içerisindeki gözlerine baktı. "Ah Quattrini, bu ikonu biraz ikonmuş gibi yapsan ne vardı? Sanki İsa birazdan göğe yükselecekmiş gibi. Taşa böyle can vermek, Tanrıya kafa tutmak gibi." dedi. Sonra iki elini birleştirdi ve sanki İsa'nın göğe yükselmesine gerçekten birkaç dakika kalmış, o kısa sürede maruzatını dile getirmek istermiş gibi hızla ikona dönerek dua etmeye başladı: "Yüce İsa. Bizler senin masum kızlarınız. Yarın başımıza büyük bir felaket gelmesinden, okulumuzun kapanmasından korkuyoruz. Notre Dame de Sion, atmış yedi senedir, Tanrının yüce buyruklarını anlatabilmek için burada ve rahibeler, talebeler yetiştiriyor. Ancak yarın okulumuzun son günü olabilir. Yüce İsa, eğer bu gerçekleşirse bir felaket olur. Lütfen, Notre Dame de Sion'un masum ve temiz rahibeleri hatrına, Saint Esprit'in azizleri hatrına başımıza gelebilecek kötülüklerden bizi muhafaza et. Amen." Adorlee, duasını gözyaşları içinde etti. Duası bittiğinde defalarca istavroz çıkardı. İsa ikonuna son bir defa aman dilercesine baktı. Katedralden çıkıp en üst kattaki odasına döndü.
                                           2. At-Avrat-Silah
          Dokuz yüz yirmi dördün Şubat ayıydı. Ancak o Şubat neler olduğunu anlatmadan Şubata kadar neler olduğunu anlatmak gerekiyor. Mirliva Şükrü Naili Paşa tam dört ay önce, Ekim ayında, işgal kuvvetleri çekildikten birkaç ay sonra Üçüncü Kolordunun başında girmişti İstanbul'a. Halk büyük bir nümayişle karşılamıştı Türk ordusunu. "Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa Şükrü Naili Paşa, yaşasın Türk askeri!..." şeklindeki nidaları arşa yükseltip Selatin camilerinin kubbelerinde çın çın çınlatan felaket bir kalabalık vardı o gün. Ancak bu coşkulu kalabalık ve sevgi dolu tezahüratlar karşısında ne Anadolu'da kahramanca vuruştuktan sonra İstanbul'a müthiş bir heybetle giren Üçüncü Kolordu, ne de Üçüncü Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa, nasıl demeli, pek oralı olmadılar, olamadılar.
           Milli Mücadele boyunca İstanbul, ahalisi, bürokrasisi ve eşrafıyla birlikte Anadolu'daki mücadeleye Fransız hatta İngiliz kalmıştı. Dönemin en meşhur gazetecilerinden Ali Kemal, İstanbul'da her Allah'ın günü İngiliz işgaline direnmenin faydasız olduğundan bahseden yazılar yazıyor, Milli Mücadeleyle sürekli alay ediyordu. Ancak 1922'de, Başkomutanlık Muharebesi kazanıldıktan bir zaman sonra, Şükrü Naili Paşa'nın ordusuyla birlikte İstanbul'a girmesinden bir yıl önce, İstanbul'dan Ankara'ya getirilirken, İzmit'te sivil giyimli askerler tarafından linç edilmişti. Birçok İstanbullu tüccar, işgal yönetimine hemen uyum sağlamış, işlerini o şartlar altında devam ettirmenin yollarını bulmuşlardı. Haliyle bu yollar işgal kuvvetlerine yaltaklık yapmaktan geçmekteydi. Uzun lafın kısası İstanbul, ekseriyetle işgale karşı gelmemiş, üstüne üstlük İstanbul ahalisinin bir kısmı Anadolu'da başlatılan Milli Mücadeleyi baltalayacak işlerde iştigal etmişlerdi. Hal böyle iken, Üçüncü Kolordu şehre girdiğinde halkta uyanan coşku, sevinç, saadet, Şükrü Naili Paşa ve ordusunun ağzında çiğ bir tat bırakmaktaydı. Üstelik Mirliva hazretlerinin canının, 1911'de Balkan Savaşında meta haline geldiği can pazarında alışveriş ancak 1923'te sona erebilmişti. Maazallah, bir kör kurşun alıcı çıkmamıştı tatlı canına. On iki yıldır ya cephede ya cephe gerisinde ancak her halükarda savaşın içerisindeydi. Dokuz yüz ön dörtten dokuz yüz yirmi senesine kadar dört farklı cephede savaşmış, bin dokuz yüz yirmide Kırklareli'nde Yunanlara karşı savaşırken Bulgaristan'a sığınmak zorunda kalmıştı. Bin dokuz yüz yirmi birde Milli Mücadeleye katılmak için Bulgaristan'dan Anadolu'ya geçti. O esnada İkinci İnönü Muharebesi yapılmaktaydı. Şükrü Naili Paşa, Anadolu'ya geçişi esnasında kısa bir süre İsmet Paşayla konuşma imkanı buldu. İsmet Paşa'nın o gün söylediği sözler, İstanbul'a girerken hala kulağında çınlamaktaydı: "Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır." 1922'de Başkomutanlık Meydan Muharebesi kazanıldıktan sonra önce kolordusuyla birlikte Eskişehir'e yürümüş, işgalci sürüden Eskişehir'i tamamen temizlemiş, ardından Bursa ve Bandırma'da da Yunan gavuruna aynı tarifeyi uygulamıştı. Bu üstün gayretinin karşılığını Mirliva rütbesini omuzlarında şerefiyle taşıyarak elde etti.
             Şükrü Naili Paşa, İstanbul'a ordusuyla beraber geldiği o ilk günün hissiyatı yerini zamanla kararsızlığa bıraktı. Şehirde gemi azıya almış Levantenler ve onların yamaklarından birçoğunu idam ettirdi. Ankara Meclisi'ni tanımam diyenin anasından emdiği sütü burnundan getirdi. İstanbul'a geldikten yirmi üç gün sonra, yirmi dokuz Ekim'de Millet Meclisi'nin Ankara'da Cumhuriyet'i ilan ettiği gün Mustafa Kemal, Şükrü Naili Paşa'ya İstanbul'da bu meseleden ötürü meydana gelebilecek infiallere karşı önlem almasını emreden bir telgraf çekti. Şükrü Naili Paşa yirmi dokuz Ekimden itibaren on gün kadar tetikte bekledi, ancak kayda değer pek fazla bir şey olmadı. Şehirde asayiş berkemaldi. İstanbul'da Şükrü Naili Paşa'nın adı zikredildi mi insanlar tıkırtı duymuş kedi gibi kulak kesilmekteydi. Namı Beykozlu balıkçılardan Kumkapı meyhanelerine kadar yayılmıştı. "Acıması yoktur, Nemrut bir adamdır. On iki yıldır muharrip olan adamda insaf mı kalır?" diyorlardı onun hakkında. Şükrü Naili Paşa İstanbul'da kaldığı süre boyunca sıklıkla İsmet Paşa'nın "millet düşmanınızdır" lafını hatrına getirdi. Keşke o gün sorsaydım bunu İsmet Paşa'ya, diye geçirdi içinden. Millete nasıl yaklaşmalıydı, bir türlü kestiremiyordu. Çok katı yaklaşsa, Kuva-yı Milliyeye haksızlık etmiş olma hissiyatı peşini bırakmıyordu. Yumuşak davransa, Adana'da işgal ve tesellüm heyeti başkanıyken gördüğü Fransızlarla iş tutan adamlar aklına geliyordu. Sonra İsmet Paşa'nın sözleri. İsmet Paşa'ya bu işin aslını sormak lazım, dedi içinden. Ancak Ankara'ya yolu düştüğünde bu cendereden çıkabilecekti.
            Paşa, Kasım ayında Beşiktaş'ta kendisine bir konak tahsis ettirdi. Konak sahipsizdi ve bir süre metruk kalmıştı. Konaktaki tamirat işleri bittikten sonra ailesine Adana'dan İstanbul'a gelmelerini söyleyen bir telgraf çekti. Eşine ve kızına bir yılı aşkın süredir hasretti. Gelecekleri günün sabahı erkenden kalktı. Kazanda su ısıtılmasını buyurdu, banyo yaptı. Sakal tıraşını kendi elleriyle oldu. Bıyığının sağ ve sol kenarlarını yukarı doğru burdu. Önce askeri üniformasını giydi. Kafasına kalpağını taktı. Kalpağının alnına denk gelen kısmında, iki kaşının arası hizasında kalan ay yıldıza baktı. Göğsü kabardı. Büyük Millet Meclisi tarafından kendisine takdim edilen kırmızı şeritli istiklal madalyasını üniformasının göğsüne tutturdu. Aynaya son ve dikkatli bir bakış attıktan sonra kendisini kapıda bekleyen özel aracına bindi. Sirkeci'ye doğru yola çıktılar. Oradan hususi tekneye binilip Haydarpaşa'ya geçilecekti. Paşa hayli heyecanlıydı.
             Tren Haydarpaşa'ya yanaştı, Mirlivanın ailesi trenden indi. Kızı sekiz yaşını doldurmak üzereydi. Paşa çömelir vaziyette kollarını kızına doğru açınca kızı önce annesine baktı, annesinden bir baş hareketiyle onayı alır almaz babasına doğru koşmaya başladı. Şükrü Naili Paşa, koklaya koklaya sarıldı kızına. Beyoğlu'ndan aldırdığı şekerlemelerden doldurdu kızının ceplerine. Kızı Hatice, garın bekleme salonunda bir oraya bir buraya koşturmaya başladı. Kızının mesut kahkahaları Haydarpaşa'nın geniş salonlarında uğulduyordu. Kızı koşturmaca ve şekerlemeye dalan Mirliva fırsattan istifade eşinin yanına gitti ve "Hoş geldin." dedi. "Hoş buldum." diye yanıtladı eşi, bakışlarını yerden kaldırmadan. Paşa uşaklara trenden yüklerin alınıp tekneye aktarılmasını emretti. Uşaklar hızla işe koyulurken o da eşi ve kızıyla birlikte Garın sahil kısmına çıktılar. Mirliva, "Şehri İstanbul dedikleri işte burasıdır." deyip önce Cankurtaran kıyılarını ve Sultanahmet civarlarını, sonra Beşiktaş sırtlarını işaret etti eşine. İşaret parmağını Beşiktaş yönünden çekmeden konuşmaya devam etti: "Evimiz o tarafta kalıyor." "Peki", dedi eşi yalnızca. "Savaşta on iki kilo kaybettim. Lakin kilo kaybım savaştan değil hasrettendir." diye sürdürdü konuşmasını Şükrü Naili Paşa. Eşi gülümsedi hafifçe: "Ben de bir deri bir kemik kaldım. Lakin nedendir bilmem."
              Yükleri taşıma işi tamamlanınca, Paşa, eşi ve kızı tekneye binip Sirkeci'ye geçtiler. Sirkeci'de yükleri hamallar tarafından bir at arabasına aktarıldıktan sonra hususi araçlarına binip Beşiktaş'a doğru yola koyuldular. Arabanın geçtiğini gören halktan bazı kimseler arabaya karşı hazırola geçiyor ve selam duruyorlardı. Bu Paşanın kızı Hatice'yi oldukça neşelendirmişti. Elini alnına götürerek selam duranları taklit ediyor, bir tür selamlaşma merasimi oyunu oynuyordu. Daha sonra ilgisi selama duran insanlardan babasının göğsündeki madalyaya kaydı. Madalyayı nereden aldığını sordu babasına. Şükrü Naili Paşa: "Tek bir yerden almadım kızım. Edirne'de, Kırklareli'nde, Bulgaristan'da, Adana'da, Eskişehir'de, Bursa'da, Mudanya'da parça parça topladım. Son parçasını da İstanbul'da buldum. Parçaları birbirine takıp altın suyuna batırdım. Kırmızı şeritle yakama iliştirdim." Hatice bu hikayeye inanıp inanmamak konusunda emin olamadı ilk önce. İyice ölçüp biçtikten sonra inanmaya karar verdi. Babasının göğsünde ışıl ışıl parlamaktaydı madalya. Dayanamadı sordu:  "Benim için de madalya parçaları toplayabilir misin baba?" Şükrü Naili Paşa ve eşi gülüştüler. "Ben senin için bütün cihanı gezer, toplarım." dedi Paşa. Kızı çok sevindi bu habere. Annesinin kucağına sıçradı. Gözleri madalyadan daha parıl parıldı.
            Mirlivanın eşi oldukça şahbaz bir kadındı. Konakta düzen oturtması fazla zaman almadı. Zaten üç tane hizmetçileri vardı. Ona pek iş düşmüyordu. Kış bastırdığında konakta ısınmak problem olmamıştı. Yapılan tadilatta konağın duvarları ustalar tarafından elden geçirilmiş, ısı yalıtımı en üst düzeyde olacak şekilde duvarlar tamir edilmişti. Bir ay içerisinde hem Paşa hem de ailesi İstanbul'a iyiden iyiye alıştı. Mirliva, İstanbul'un idari düzenini büyük oranda yoluna koymuştu, ailesiyle birlikte geçirdiği süre gün geçtikçe artmaktaydı. Hava izin verdiği müddetçe Fatih'e, Karaköy'e, Galata'ya, Beyoğlu'na, Üsküdar'a, Kadıköy'e, Sarıyer'e ve İstanbul'un muhtelif diğer yerlerine ailecek ufak turlar düzenliyorlardı. Bu turlardan birinde, Mihrabad Korusu'nu dolaşırlarken eşi Şükrü Naili Paşa'ya kızlarının eğitimi meselesini açtı: "Paşam, biliyorsunuz Hatice Adana'dan mektebi bırakıp geldi. Bir kaç aydır burada mektepten habersiz, avare vakit geçirdi. Siz meşguldünüz, ben de ses etmedim. Ancak baharda tedrise başlamak üzere bir mektebe kaydını yaptırmak elzemdir."  Şükrü Naili Paşa hak verdi eşine. Aklına gelmiş olsa onlar Adana'dan gelmeden evvel bir mektep ayarlardı ama hatrına dahi gelmemişti bu durum. Yıllardır devam eden savaş halinin neticesi olarak Paşa, gündelik hayatın bazı rutinlerini unutmuştu. Kızının eğitimi de bunlardan biriydi. "Haklısın hanım. Ben tez vakitte bu meseleyi halledeceğim." dedi eşine. Bu cevap hanımını hoşnut etti. "Fakat iyi eğitim veren okul bulmak lazım gelmektedir. İşittim ki İstanbul'da Fransız okulları en birinci eğitimi vermektedirler." Şükrü Naili Paşa "En kısa zamanda mektepleri tetkik edip en münasip olanını tespit edeceğim." sözünü verdi. Ancak eşi bu konuda oldukça aceleciydi. Bu konuşmanın üzerinden üç-dört gün geçtikten sonra bir akşam uyumak üzerelerken eşi Paşaya şöyle dedi: "Harbiye'de Notre Dame de Sion adında bir Fransız mektebi varmış. Kız mektebiymiş. Hocaları münevver insanlarmış. Hem muhit olarak evimize de yakın." Mirliva Notre Dame de Sion'u duyar duymaz irkildi. Bu mektebin işgal zamanında İngilizler tarafından karargah olarak kullanıldığını işitmişti. Ayrıca okula kaydolan kızlara rahibelik eğitimi verildiğinden de haberdardı. Defalarca itiraz etmesine rağmen eşi Nuh dedi peygamber demedi. Koca İstanbul ahalisine kök söktüren Paşa, eşine laf dinletemedi. Eşi tedrisatın ehemmiyetinden dem vurdu sürekli, "Maksadım kızımız rahibe olsun değil ya, iyi bir tedrisattan geçsin." diyordu her seferinde. Üç gün boyunca Şükrü Naili Paşanın başının etini yedi. Paşa itiraz edecek gibi olunca ağladı, konuşmadı, küstü. En sonunda Paşayı ikna etti, en iyi mektep Fransız'ın mektebiyse Hatice Fransız'ın mektebinde eğitim alacaktı. Ertesi sabah karısını teskin edecek cümleler bir bir Paşanın dudaklarından döküldü: "Okula haber iletildi. Yarın gidecek ve Hatice'yi kaydedeceğiz."
                                    3. Vale-Kız-Papaz
                  Adorlee, sabah erkenden kalktı, Susanne'i ve okulun idari işleriyle ilgilenen birkaç rahibeyi daha uyandırdı. Onlarla küçük bir toplantı yaptı. Davranışlarında çok özenli olmalarını, Notre Dame de Sion'un sonuna kadar cumhuriyetin yanında olduğunu sıkça dile getirmelerini tembihledi. Daha sonra yatakhaneleri dolaşarak öğrenci kızları uyandırdı. Onlara, okullarına yaraşır şekilde hareket etmelerini, misafirlerini en güzel şekilde ağırlamaları gerektiğini anlattı. Güler yüzlü olmaları gerektiği konusunu defalarca vurguladı. Sonra tekrar odasına döndü. Odası küçük bir kilise gibi dizayn edilmişti. Duvarlarından birinde asılı olan termometre boyutlarındaki çarmıha gerilmiş İsa ikonunun önünde diz çöktü. Kendi kendine ufak bir dua merasimi daha düzenledi: "Yüce İsa, bize dirayet ver. Okulumuzun başına kötü bir şey gelmesine engel ol. Bizler suçsuz ve günahsızız. Amen." Duasını bitirdikten sonra belki on defa istavroz çıkardı. Yatağına oturdu, unutulmuş, atlanmış, üzerinden geçilmemiş bir durum olup olmadığını düşündü. Olmadığına kanaat getirdi. Odasından çıktı, merdivenlerden inerek okulun kapısına vardı. Öğrenciler, rahibeler ve öğretmenler bahçede onu beklemekteydiler. Adorlee okul kapısının önündeki merdivenlerin en üst basamağında durdu, okul korosunda olan kızların merdivenlere sıralanmasını söyledi. Kızlar merdivenlerde sıralanmaya uğraşırken Susanne Adorlee'nin yanına geldi. "Endişelenme, kaderimizde ne varsa o olacak." dedi. Zoraki gülümsedi Adorlee. Kızlar koro düzenini aldılar. O esnada Şükrü Naili Paşa'nın hususi aracı okulun kapısına yanaştı. Paşa ve kızı arabadan indiler. Adorlee ve Susanne bahçe kapısına, Paşayı karşılamaya gittiler. Adorlee fısıltıyla Yüce İsa, Yüce İsa diye sayıklıyordu. O esnada Paşanın yanındaki Hatice'yi fark etti. Anlam veremedi.

             "Hoş geldiniz Şükrü Naili Bey, benim adım Adorlee. Notre Dame de Sion'un müdiresiyim" dedi Adorlee yüzünde tedirgin bir gülümsemeyle. Hatice'ye dönüp "Siz de hoş geldiniz küçük hanımefendi." dedikten sonra Şükrü Naili Paşa'ya dönerek: "Kızınız mı oluyor?" diye sordu. Mirliva cevapladı: "Hoş bulduk Adorlee hanım. Evet kızım. İsmi Hatice." Beraber okula doğru yürümeye başladılar. O sırada Notre Dame de Sion korosu öğrencileri Katibim şarkısını nizami şekilde terennüm ediyorlardı. İki öğretmen Susanne önderliğinde bir buket çiçek takdim ettiler Şükrü Naili Paşa'ya. Paşa'nın gözü 15. Benedikt'in heykeline takıldı. Saint Esprit'e bir yan bakış attı. Derince nefes alıp konuşmaya başladı: "Adorlee hanım, buraya Hatice'nin okul kaydını yaptırmak üzere geldik. İşittim ki okulunuz tedrisatta oldukça maharetliymiş. Hocalarınız münevver insanlarmış." Şükrü Naili Paşa'nın ağzından bu cümleler dökülürken Adorlee hayretini gizli tutmaya çalışıyordu. "İsterim ki kızım en iyi mekteplerde yetişsin. Münevver bir kimse olsun. Bilesiniz ki Hıristiyan adetlerine merakı olması beni memnun etmez. Yalnız fenni ilimleri öğrense kafidir." diyerek devam ettirdi konuşmasını. Adorlee ilk şaşkınlığını üzerinden atar atmaz lafa girişti: "Elbette Paşam. Harpten önce de birçok Paşanın kızına tedrisat vermişliğimiz oldu. Hepsi gayet memnun kaldılar." Hatice o esnada koroya dalmıştı. Koro, Katibim şarkısını bitirmiş, Fransızca bir şarkı söylemeye koyulmuştu. Müzik öğretmeni, koronun önünde elinde ufak bir değnekle koroyu yönetmekteydi. Bu müzik dinletisi Hatice'yi oldukça heyecanlandırdı. Adorlee eğilip Hatice'nin ellerini tuttu ve konuşmaya başladı: "Merhaba Hatice, ne de güzel ismin var." Hatice pek oralı olmadı. Koroya olan ilgisi halen taze ve diriydi. Şükrü Naili Paşa onun yerine cevapladı: "Teşekkür ederiz hanımefendi. Validemin ismidir." O dakikaya kadar konuşulanları duymazlıktan gelen Hatice girdi lafa: "Bir de Hatice validemizin, değil mi baba?" Adorlee Mirlivaya baktı göz ucuyla. Mirliva Hatice'nin bu sorusunu duymazlıktan geldi. "Bir an evvel kayıt işini bitirelim Adorlee hanım, vilayette işlerim var." dedi. Şükrü Naili Paşa ve Hatice, başrahibe Adorlee önderliğinde okula doğru yürümeye koyuldular.    
Hamza Bilgü/İST
kAYNAK : https://www.facebook.com/hamza.bilgu

BEKİR AKKAYA ÖZEL ARŞİVİ /SİZ DE GÖNDERİN YAYINLAYALIM... bekirakkaya@yahoo.com----kumruhaber@gmail.com ***Sitemizde yayınlanan yazı, fotoğraf ve dökümanlar başka bir site ya da dergi-gazetede yayınlanacaksa önceden yazılı izin gerektirir. Sitelerimizde yayınlanan diğer döküman veya belgeler , kaynak gösterilmek ve sitesinin ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...