
Hz. Süleyman Kudüs'te, çadırında arkadaşları ile sohbet ederken içeriye bir adam girer. O mecliste oturan birine dikkatlice ve hayretle bakarak çıkıp gider. Bu duruma şaşıran
adam, Hz. Süleymana sorar. " Bu adam kimdi" Hz. Süleyman kısaca cevap verir. " Azrail'di" bu cevabı alan adam paniğe kapılır ve Hz. Süleyman'a yalvarır.
"Ya Süleyman Azrail bana çok tuhaf baktı. Ne olur beni buradan kaçır ve uzaklara gönder" Rüzgar emrinde olan Peygamber adamı bindirir ve Hindistan'a gönderir. Adam Hindistan'da bir gün önceden gördüğü ve tanıdığı Azrail'le rastlar. Başına gelecekleri anlar ve
konuşur. " Anladım benim canımı almaya geldin. Yalnız bir sorum var, cevap ver ve canımı öyle al" der. Azrail cevap verir.
"Ben dün senin canını, Hindistan'da almak için emir almıştım. Seni Kudüs'te Süleyman çadırında görünce, bu adam bir günde Hindistan'a nasıl gidecek diye hayret ettim" der. Kısadan hisse, bize tayin edilen vakitten kurtulup, daha fazla yaşamak mümkün değildir.
Bir an, arkamızdan gelen neslin olmadığını düşünün. Bu günün zaman dilimine göre ortalama insan ömrü yetmiş olduğuna göre, yani bir yetmiş yıl sonra yeryüzün de insan denilen canlı kalmıyor, yeryüzü boşalıyor. Bütün bunları biliyoruz. Fakat doğum ile ölüm arasındaki bu kısacık yaşam çizgisi bizi aldatıyor galiba. Ölüm kelimesini, sadece yakınlarımız veya çevremizden birileri göç eylediği zaman üç beş günlük yas ile hatırlıyoruz. Bizden sonra gelenler, bizlere ölümü unutturuyor belki. Yarınlar için hep korku, kuşku ve şüphe içersin de bocalıyoruz, kırıyoruz, birbirimizi yoksayarak bir şeyler biriktirme ve elde etme peşindekoşuyoruz. Belki biriktirdiklerimizi kullanmadan göçüp gideceğiz, belki de bizim biriktirdiklerimizi birileri bedavadan diyerek harvurup harman edecek. Bir gün hepimiz o gizemli, mezar denilen çukura gireceğiz, tek fark, bazılarının haberler de adı geçecek, gazeteler de ismi çıkacak, en son ölüme dair hangi sözleri kullanmışsa onlar kullanılacak.
Cenk Koray ölmeden önce, gazetesinde bir köşede bir fıkra anlatmıştı. " Adam çok hastadır, ölüm döşeğindedir. Bir an pencereden Azrail'in geldiğini görünce hemen ne yaparım da Azrail'i kandırabilirim diyerek, hemen beyaz bir çarşafa dolanır bebek kundağı gibi sarılır ve torununun da emziğini de ağzına alarak cuk cuk cuk emmeye başlar. Azrail başına gelir. Hadi yavrum addaaaaa..
Azrail'in, hepimize bir gün hadi yavrum addaaa diğeceğini bile bile, yaşam dediğimiz ve olaylarla, savaşlarla, adaletsizliklerle, kahpeliklerle kirletmeye çalıştığımız kaosa çevirdiğimiz, doğru ve yanlışların yer değiştirdiği, kargaşalı, karmakarışık bir dünya da yaşarken bulunduğumuz yer neresi acaba.? Kendimizi bir noktada sabitleye bildik mi? Neresinden seyrediyoruz hayatı. İçinden mi? Dışından mı? Yukarıdan mı bakıyoruz? Alttan mı? Yoksa bizde kargaşanın tam ortasındamıyız.
Bence en iyisi, kargaşaların içinde olmaktansa bir yerlerden seyretmek, Aralardan çekilip, yukarıya, en yükseğe çıkalım ve oradan seyredelim alemi neler göreceğiz.
Kalbimizde ve kafamızda bulunduğumuz yüksekliğin temiz havasını duyumsayarak, aşağılarda arı gibi koşuşan ve boğuşan kalabalığa aldırmasızın içimizden geldiği gibi.. Varlığımızın bilincine erişmiş olmanın eminliği, hak ve adalete bağlanmanın huzuru ve düşüncesi ile seyredrlim. Yüzeydeki çalkantılara ve dipteki derin dalgalara aldırmadan var oluşumuzun ve yaratılışımızın eminliği, bağlılığınızın huzuru ile yürüyelim.. İç dünyamızı dalgalandıran umut ve umutsuzluklara aldırmadan, bilinç ve inancın belirlediği mutlak sona doğru, iyi eylemlerin içindeki cenneti görmek ve acılar içersindeki mutluluğu tatmak için coşkun bir ırmak gibi akalım. Oturduğumuz yerin havasına aldanıp, kıçından aldığı enerji ile kendilerini ölümsüz, üstün bir varlık gibi gören, ölümü öldürdüğünü sananların ruhsuz kaslarının fotoğraflarını çelik bileklerimizle çekelim. Bize verilen nimetleri görerek şükür katsayılarımızı artıralım.
Doğanın özgün akışı seyredelim. Karanlık böceklerinin hesapları tutmaz, bir gün yine karanlıklar içersinde ezilip tabanlara yapışır. Hesaplar tuttu zannedilse de iş sonuçta varacağı noktayı bulur. Biz zamanın gizemli ilerleyişini yukarılarda uygun bir zemine oturarak asıl hesabı bilmenin rahatlığı ile, sabır ile bekleyelim. Mevsimlerin değişmeyişi, ırmakların akışı, gecenin gündüzü bekleyişi, denizlerimizin hep kirlense de deniz olmaktan vaz geçmeyişi doğanın söylediklerini dinlemeleridir. Ne kadar kirletilirse kirletilsin, ne kadar önü kesilirse kesilsin, onlar istedikleri rolü oynar.
Biz ne kadar, ne için mücadele gösterirsek gösterelim, hak ve adalet mutlaka yerini bulur. Bizler sadece zaman zaman benisemediklerimizin oyununa gelerek, elimize verilen geçici oyuncaklar arasında vakit geçirerek kendimizi aldatırız.
Ya ne yapmalıyız? Zaman çok kısa, bu kısa zaman içersinde, toplumsal hayatı karartmaya çalışanlara karşı sözlerle ve eylemlerle karşı durmalıyız. Bunların siyasal anlamı olmaz. Yukarıdan bakan insanın gerçeğin ve hakikatin dışında bir düşüncesi olmaz.
Yukarıdan görüldüğü gibi, birbirlerini yok etmeye çalışan kötülük makinalarının ve birbirlerinin kanını emmeye çalışan vampirlerin aradıkları kan grubu hepimizde mevcuttur. Eğer kanımızı emdirmek istemiyorsak seçimimizi akıllıca ve insanca yapmalıyız.
Tüm bu yazdıklarım, karmaşık gibi görünse de, yalın ifade ile insan olmaktan geçer. Çünkü bizim kanımız makinaya uymaz. Yukarıda aldığımız temiz hava ile, insan olmanın ruh coşkunluğu ile, kimseye aldırmamanın özgürlüğü ile, damarlarımızdaki haraket halinde olan kanımız insan kanıdır.
O halde, kendimizi yükseğe, en yükseğe çıkararak, hak ve adalet ölçüleri içersinde, zehirleyici, kan emici vampirlere kendimizi teslim etmeden, kısacık yaşam çizgimizde ok gibi yürümeliyiz.
Sağlıcakla kalın..
18.12.2006
Ekrem SAYGI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...