19 Aralık 2017

Halil Hocada Sorumluluk Bilinci /Ahmet Çapku

AHMET ÇAPKU'NUN KALEMİNDEN

  • Halil Hoca’da Sorumluluk Bilincine Dair
‘Geline oyna demişler. Yerim dar, demiş. Yer açmışlar ve oyna demişler. Bu sefer de yenim dar, demiş.’ Bizim yörede halk dilinde kullanılan ve herhangi bir şeye istek duymadığı için o işten uzak durmak isteyen insanlar için kullanılan bir sözdür bu. Kimi öğretmen, cami hocası, sağlıkçı vs. herhangi bir yere tayin edilirken gönlünden ister ki, gittiği yer mesela ulaşım, güvenlik, üniversite, çalışma imkanı gibi yönlerden dört dörtlük olsun. Özellikle mahrumiyet bölgesi veya da ulaşımın zor olduğu köy ortamları ise o memur için çekilir gibi değildir. Gerçekten de insanın gönlü rahata ne kadar düşkündür! Armut piş ağzıma düş kabilinden tembelliğe karşı bir meyil vardır insanda. Bu nefs arzusu ancak ciddi bir iman-ahlak ve irfan eğitimi ile aşılabilir herhalde.
            Geçen günü bir genç arkadaşa şunu sordum: ‘Hayatta seni en çok kim sever?’ Hiç çekinmeden ve düşünmeden ‘annem’ cevabını verdi. ‘Pekiyi niçin?’ diye soruma devam ettim. ‘Çünkü ben onun çocuğuyum’, diye yanıtladı. ‘Evet, sen onun çocuğusun ve yaklaşımın da doğrudur’ dedim kendisine. Anneler çocuklarına, karşılık beklemeden sevgilerini, uykularını,
yemeklerini, emeklerini verirler. Müthiş bir cömertlik duygusudur bu! Dokuz ay karnında taşırlar, dokuz yıl büyütüp adam sırasına katarlar ve doksan yıl da evlatlarının kahrını çekerler. Cömertliğe adanan bir ömürdür onların hayatı. Cennetin anaların ayağına serilmesi herhalde böylesi bir hasbî cömertlik duygusu ve inancıyla ilgili olsa gerektir. Buna karşılık insanın, hayatta en çok sevdiği ve samimiyet duyduğu kişi de annesi olur şüphesiz. Özellikle yetişkinlik devrelerinde insanlar karşı cinse fazlasıyla meylederler. Fıtrî ve tabiî bir şeydir bu fakat ‘akıl yaşta değil baştadır ancak aklı başa yaş getirir’ sözü gereği iş döner dolaşır, kişi neticede anne sevgisinin yerini hiçbir sevginin tutmayacağı düşüncesinde karar kılar. Bu, annesinin ona karşılıksız verdiği sevgi ve emeğin yansımasıdır aslında. Şu haliyle anneler, evlatlarına sevgi, umut, emek…vermiş olmakla onları imar etmiş ve evlatlarına ömür vermiş olurlar ve böylece hayat kalıcılığa kavuşmuş olur. Sahi anne sevgisi olmasaydı herhalde hayat devam etmezdi.
            Böylesi bir girizgahtan sonra Halil Zeki (Tatlıgül) hocamızın görevinde sorumluluk anlayışı bahsine geçiş yapabiliriz. Rizeli Mustafa (Yıldız) hoca, talebesi Halil hoca ile ilgili olarak güzel anektodlar vermişti bana kendisiyle yaptığım bir söyleşide. Onlardan biri şöyledir:
‘Çay topluyoruz bizim tarlada. Bazen havalar kararıyor ve yağmur yağıyor. Çay toplarken bile bizim Halil bana, sürekli Arapça kelimeler soruyor, onların gramer kaidelerine dair soru üstüne soru yağdırıyor. Çay topluyoruz ama böylece ders de devam etmiş oluyor. Yağmur yağıyor, ıslanmaya başlıyoruz. Haydi Halil, ıslanacağız, gidelim artık diyorum fakat o, hocam ne olursunuz, şu kelimeyi de tahlil edelim, şunu da bunu da derken iyice ıslanıyoruz. Böyleydi bizim onunla hoca talebe münasebetimiz. Islanma pahasına ders, çay toplarken bile devam ederdi…’
Halil hoca, Mustafa hocadan Arapça icazetini aldıktan sonra memleketine (Çokdeğirmen Köyü) gelmiş ki, onun gelişi de apayrı bir konudur. Zira üç yıl boyunca (ilmî çalışmasına sekte vurmasın diye olsa gerek) Rize’de okurken izini tozunu kaybettirmişmiş! Babası, oğlunun dönüşünü, sevincinden kurban keserek karşılamış! Halil hocanın yolu günün birinde Çatak’a (şimdiki İslamdağ) düşmüş ve orada eskilerin tabiriyle ‘mektep hocası’ olarak tutulmuş. Önce iki odalı bir ev temin edilmiş. Bir odasında henüz hayatının baharında Halil hoca oturuyor öbür odada dersler yapılıyor. Hoca efendi, talebeleriyle yemek yapıp yer, kimi zaman aç kalır ama kimseye bu babda bir şikayeti yoktur. Önce iki kişi olan talebeleri dörde, sekize ve nihayet ellilere çıkıyor. Sığmıyorlar odaya. Başka bir yere geçiş yapıyorlar. Nihayet Kur’an kursu yapılmasına karar veriliyor. Talebelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. İnşaat hızla tamamlanıyor. Halil hocanın gecesi gündüzü belli değildir hizmet adına. Zaten o, ömrünü hizmete adamış biridir hayatı boyunca. Talebelerin yetiştirilmesi, etraf köylerde cenaze, mevlid, nikah merasimleri, dargınların barıştırılması, fetva işleri, sağ sol davalarının olduğu muhataralı devrelerde çekilen sıkıntılar, Kur’an kursunun yanına yapılan cami ve bütün bunların gelir gider işlerine bakılması, hocaya yakınlık peyda etmek ve onun sohbetine, özel duasına mazhar olmak için sürekli gelip giden misafirler… Ez cümle hayatında doğru dürüst doyasıya uykusu bile olmamış Halil hocanın. Kimi zamanlar sabah namazı sonrası falan köye filan (cenaze…) için giden hoca, ikindi sonrası kursa gelir ancak onu bekleyen en az on-onbeş misafiri vardır. Akşama belki yatsıya kadar onlarla ilgilenir, sonra da talebelere, gecenin on ikilerine kadar ders verir imiş. Yorulur, kimseye halini arzedemez, hastalıklar onu bir taraftan bunaltır ama o, her şeye rağmen gerek talebelerle ilgisini, gerek çevreden gelen sevenleriyle münasebetlerini, gerek ailesi ve çocuklarıyla olan birlikteliğini ve gerekse özel zikir-virdleriyle sürekli bir akış içinde adeta bir koşturmaca halinde görevine devam etmiştir.
            Görev saatini, kendisine memuriyet kanunu icabı belirlenen saatler olarak tayin eden nice hoca-memur görmüşümdür. Sabah sekiz akşam beş memurlarıdır sözünü ettiğimiz kişiler. Fakat Halil hoca ve Terme’deki benim de hafızlık hocam Niyazi (Kasapoğlu) hocada böylesi bir zaman tahdidi söz konusu olmamıştır. Niyazi hocamdan örnek verecek olursak, kışın gecenin onunda onbirinde evine gider, sabahın o ayazlı soğuk gecelerinde dört dörtbuçuklarda kursta biterdi. Sabah ezanı okunurken hafızlık talebelerinin derslerinin neredeyse üçte ikisinin dersi dinlenmiş olurdu! Her yıl ve her zaman böyleydi onun ders anlayışı. Halen de öyledir. Mesai mi? Mesaiyi melekler yazıyordu. O kadar! Nitekim Halil hocamızın, rahmetli olmadan evvel, ‘ben ölürsem siz, Termeli Niyazi hocaya gidiniz’ dediğini bana Niyazi hocam söylemişti geçen yıl kendisiyle yaptığım bir sohbette. Hasılı bir insanın ve hele bir talebenin gönlünü nasıl İslama kazandırabiliriz kaygısını sürekli yaşamış biri olarak karşımıza çıkar Halil hoca ve onun gibiler. Nitekim Çatak’a geldiği ve talebelerinin sürekli artışı karşısında o civarın önde gelenleri ona; ‘Hocam, gelin sizi kadrolu olarak buraya tayin ettirelim’ dediklerinde Halil hoca; ‘yahu bu biraz bana (teftiş vesaire açısından) sıkıntı getirir. Siz, benim karnımı doyurun yeter. Ben sizden başka bir şey istemem ki…’ diyerek onların bu talebine bir şekilde karşı durmuşmuş. Ancak zamanla kadrolu olmuş ve hocanın tahmini i de bir şekilde tahakkuk ettiğini söyler onu yakından tanıyanlar. Hocamızın hayat hikayesini bilenlerden dinlediklerime göre o, bu noktada epey sıkıntılar çekmiş zamanında.
            Kimi insanlar/hoca-memur vb. istedikleri ortamı hazır bulamayınca bir an evvel o belde-bölgeyi terk etmeyi tercih ederler. Torpil, rapor vesaire ile ister ki hemencecik oradan uzaklaşıp biraz daha iyi bir yere geçsin. Halbuki böyle bir düşüncenin tam zıttı istikamette bir yaklaşım buluyoruz biz Halil hocanın zihniyetinde. Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmak hatta bir mum olup orayı aydınlatmak anlayışıdır bu. Etrafı, istenilmeyen bir yığın insan kaplamış olabilir fakat mühim olan, bu tür insanlara ilim-irfan, edep-erkan yönlerinden bir model, tutunacak, sığınılacak bir liman olabilmektir. Hakikaten hocamızın etrafı da böyle olmuştur. Halil hoca Çatak’a geldiğinde oraların epey sıkıntılı yerler olduğu söylenir. Fakat kendilerinden çekinilen nice insan bile, Halil hocayı görünce çeketinin düğmelerini ilikler, hoca efendinin karşısında saygı duruşuna geçer, hoca oradan geçerken onlara selam verir ve onlar da; ‘Hocam bir emriniz var mıdır?’ diye sevgi ve hürmetlerini beyan ederlermiş. Halk, yanlarına yaklaşmaktan korktukları bu tür insanların Halil hocaya karşı bu denli saygılı olduklarını görünce şaşa kalırlar ve, nasıl oluyor bu böyle, demekten kendilerini alamazlarmış. Bugün dahi İslamdağ beldesinden geçen ve Halil hocayı tanıyan pek çok şoför, arabasının müzik çalan teybini susturur ve muhtemelen içinden hoca efendiye bir fatiha gönderir, biraz aşağıya inince de teybini tekrar açar. Ben bunu şu hikmete bağlama eğilimindeyim: “Allah sevdiği bir kulunu başkalarına da sevdirir.”
            Memurîn sınıfından olan cami görevlileri ve diğer memurlara yıllık olarak yapılan zamlar konusunda Halil hoca; ‘Yahu devlet şu kadar memura bu kadar zammı nasıl bulup da veriyor acaba!’ demekten kendini alamazmış. Aslında onun bu sözünün altında kendisi de bir memur olarak ‘acaba ben, bu millete bu kadar maaşı alma noktasında ne verebildim ki, devlet bana bu kadar maaş veriyor. Hak edebildim mi sanki?!’ diye kendini hesaba çekmesi söz konusudur. Tam bir duyarlılık örneğidir bu yaklaşım. Bırakalım az maaş ve az verilen zam hikayelerini, bu aziz millete, üstlendiğim görev icabı ben ne verebildim düşüncesi vardır onun zihninde. Grev, görev ihlali, gereği yokken alınan raporlar, kafadan kullanılan izinler (!) ve buna benzer uygulamaların görev açısından Halil hocamızın zihninde acaba nasıl karşılığı vardı sorusunun cevabını bizatihi hocamızdan öğrenmeyi ne çok isterdim… Halbuki cami görevlilerinin maaşlarının diğer memur kesiminden daha aşağı seviyede olduğunu ve Halil hocanın aile fertlerinin sayısının kabarık oluşunu dikkate aldığımızda bu yaklaşımın daha bir önem kesbettiğini söyleyebiliriz.
            Hasılı emek olmadan yemek olmaz sözü gereği Halil hoca, mektep hocası olarak geldiği Çatak’ta Kur’an kursu, cami, küçük bir kütüphane, yüzlerce (belki binlerce?) talebe ve bir o kadar, sohbetlere katılan cemaat ve oluşturulan imanlı-ahlaklı-edepli bir muhit hediye etmeye muvaffak olmuştur. Tabi bunda hoca efendinin hasbî gayretleriyle gecesini gündüzüne katarak ve iman sevgisini ortaya koyarak yaptığı çalışmalar etkili olmuştur şüphesiz. Her başarılı erkeğin ardında başarılı bir hanımı vardır derler. Bu noktada hocamızın rahmetli hanımının da hocamızın hizmetlerine katkısı olmuştur kanaatindeyim. Çocukları (Abdulfettah ve Abdurrahman beyler) bunu ‘yüzde elli’ olarak düşünüyorlar, bana ifade ettiklerine göre. Benim bu tür hanımefendilere ‘sessiz kahramanlar’ diyesim geliyor. Toplumumuzun ruh hamurunu yoğuran sessiz ve fakat derinden işleyen ruh insanlarıdır onlar.
İmam Gazzâlî’nin âlimler için ‘dünya âlimi’ ve ‘ahiret âlimi’ ayırımı Halil hocayı anlamımız noktasında önem arzeder. Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî, İhyâu ulûmiddîn isimli meşhur ve mâruf muhalled/(kalıcı-klasik) eserinde dünya âlimlerini, tabir yerinde ise nokta kadar menfaati için virgül gibi eğilen, ilmin şerefini ayağa düşürüp beş paralık eden ve böylece kendilerini ve toplumu perişan eden kişiler derekesine indirgerken; ahiret âlimlerini, hedefleri Allah rızası ve ahiret kaygısı olan sahici âlimler olarak nitelendirir. Konuyu İhya’dan alıntıladığımız bir örnekle izah edersek mesele herhalde daha bir netliğe kavuşmuş olur:
Mehran oğlu Abdullah’ın rivayetine göre: “Harunu Reşid hacca giderken Kufe’ye uğradı. Orada birkaç gün durdu. Sonra tekrar yola devam edeceğini ilan etti. Bu münasebetle halk, yolların kenarlarına, halifenin kafilesini seyretmek için döküldüler. Dökülenlerin arasında Behlül de vardı. Behlül yolun tam kenarında oturdu. Çocuklar ona çeşitli eziyetler edip, kendisiyle eğleniyorlardı. O esnada Harunu Reşid’in hevdeci çıkageldi. Çocuklar da Behlül ile eğlenmeyi bıraktılar. Hep birlikte halifenin kervanını seyretmeye başladılar. Harun, Behlül’ün hizasına geldiğinde Behlül gür bir sesle
-          Ey müminlerin emiri! diye bağırdı. Behlül’ün gür sesini işiten Harun, kendi eliyle hevdecin üzerindeki örtüyü kaldırdı ve:
-          Buyur ya Behlül! diye cevap verdi. Behlül devamla:
-          Ey müminlerin emiri! Nail’in oğlu Eymen, Amr kabilesinden Abdullah’ın oğlu Kuddame’den bize şu hadisi nakletti. Ravi der ki: Rasülüllahı Arafat dönüşü kızıl devenin sırtında gördüm. Önünde ne kimse dövülür ne de kovulur ve ne de ‘yol açınız, yol açınız’ diye bağırılırdı. Ey müminlerin emiri! Bu seferinde tevazu göstermen, kibir ve azamet göstermenden daha hayırlıdır. Ravi der ki: Bunun üzerine Harunu Reşid göz yaşları yere dökülecek derecede ağladı. Sonra dedi ki:
-          Ya Behlül! Allah senden razı olsun. Bize daha fazla nasihat eder misin? Behlül:
-          Ey müminlerin emiri! Evet daha fazla nasihat yapayım. ‘Bir kişi ki Cenab-ı Hak ona servet ve güzellik vermiştir. O da verilen servetten infak ediyor ve güzelliğinde de afif davranıyorsa, o kimse Allah’ın divanında iyilikle beraber kaydedilir. Harun:
-          Güzel söyledin ya Behlül! dedi ve ona büyük bir hediye takdim etti. Buna karşılık Behlül şu cevabı verdi:
-          Ey müminlerin emiri! Şu hediyeyi nereden almışsan götür, asıl sahibine ver. Benim ona ihtiyacım yoktur! Harunu Reşid:
-          Ey Behlül, eğer borcun varsa söyle de ödeyelim. Behlül:
-          Ey müminlerin emiri! Kufe’de çokça bulunan şu ilim ehli ittifakla der ki: Borcu, borç ile eda etmek caiz değildir! Harunu Reşid:
-          Ya Behlül, sana yetecek ve seni çalışmaktan müstağni kılacak bir maaş bağlayalım sana! Ravi der ki, bu sözler karşısında Behlül Dânâ [Bilge Behlül] başını kaldırıp göklere baktı ve şunları söyledi:
-          Ey müminlerin emiri! Ben de sen de Cenab-ı Hakk’ın efrad-ı ailesinden birer ferdiz. Seni hatırlayıp sana vermesi ve O’nun beni unutması muhaldir/imkansızdır! Ravi diyor ki, bu manzara karşısında mat olan Harunu Reşid perdeyi hevdecin üzerine sarkıttı ve yoluna devam etti. (Bkz. İhyâu ulûmiddîn, çev. Mehmed A. Müftüoğlu, İstanbul 1993, Tuğra neşr., c. II, sf. 792-793)
Dikkat edilirse yukarıdaki hikayede büyük bir âmir/yönetici ile halkın deli gözüyle baktığı ve fakat gerçekte veli olan Behlül’ün arasında geçen mühim konuşmalar vardır. Hakkı, hakikati olduğu gibi yalın haliyle en zirvedeki yöneticiye anlatan/aktaran bir âlim ile onun kadr u kıymetini takdir edebilen büyük bir âmir manzarası vardır karşımızda. Âlimden akıl-nasihat isteyen ve bunu bir erdem olarak telakki eden bir âmir zihniyeti taşır Harunu Reşid. Âlim, bedendeki beyin gibidir. Beden/âmir ise beyinin talimatlarını uygulama, icra mekanizmasıdır. Ne zaman ki, beden, beynin görevini de kendinde görür, üstlenirse kaçınılmaz olarak işler birbirine karışır ve sarpa sarar. Daha da vahimi, beyin, bedene yanlış talimatlar verdiğinde (dünya âlimi) o bünyenin zaafa uğraması ve fesada/bozuluma uğraması da izahtan varestedir. Onun içindir ki büyük İmam Gazzâlî, meseleyi şöyle düğümlüyor âlim ve âmir (bilge insanlar ve yöneticiler) arası münasebet konusunda:
“Âlimler niyetlerini Allah için halis kıldıklarında, konuşmaları taştan daha katı bulunan kalblere tesir edip o kalpleri yumuşatır… Şayet onlar (âlimler) doğruyu söyleseler ve ilmin hakkını verseler muhakkak felaha kavuşurlar. Şu halde halkın fesada gitmesi (ahlak ve insanlık haysiyeti noktasında bozulması), onların idarecilerinin (âmirler) bozulmasına bağlıdır. Âlimlerin bozulması ise dünya ve dost kazanma sevgisinin onların kalplerini istila etmesine bağlıdır. O kimse ki, dünya (ve dünyalık) sevgisi nefsine galip gelmiştir, o, en rezil ve düşük insanlara karşı bile uyarıcılık (nasihat) vazifesini yapmaktan aciz kalır. Nerede kaldı ki böylesi bir âlimin devlet yöneticileri (mülûk) ve dünya büyükleri (ekâbir) karşısında etkili olabilsin!” (İhya, II, 796)
Demek ki, bir toplumun ıslahı ve felahı/kurtuluşu, âhiret âlimlerine bağlıdır. Onlar âmirleri ve halkı ‘hakikat’ noktasında bilgilendirir ve yönlendirirler. Bu olmazsa âmirler bozulur. Âmirler bozulunca (balık baştan kokunca) halk bozulur. Böylece toplum fesada uğrar ve orası yaşanmaz hale gelir. Gazzâlî’nin tezi bu şekildedir. Bu verileri dikkate aldığımızda Halil hocamızın, etrafında ve hatta âmir tabaka arasında niçin bu denli etki bıraktığını, onun, Gazzâlî’nin tabiriyle, ‘âhiret âlimi’ oluşu sıfatında bulabiliriz kanaatindeyim. Bununla birlikte Halil hocanın ‘ilm-i tevâzûa’ bürünmesi de apayrı bir husustur. Meyveleri olgunlaştıkça dallarını aşağı eğen ağaç gibi hoca efendi, tam bir tevâzu ehli insan olmuştur. Onun hayatı üzerine muhterem pederim (Mehmet Çapku) ile hemen her konuşmamızda babacığım bana şunları söyler: “Oğlum! Halil hoca vaazlarında, anlattıklarını sanki kendine söylüyor ve o mecliste herhangi bir hatalı, kusurlu biri varsa o kendisi imiş, başkaları ise tertemiz imiş gibi bir halet-i ruhiyeye bürünür ve bu doğrultuda konuşurdu. Halbuki kimi hocalar vaaz kürsüsüne çıkınca kürsüyü yumruklar, bağırıp çağırır ve sanki camide, mecliste suçlu ararmış gibi konuşurlar. Halil hoca ise Allah’ın garip bir dervişi gibi idi.”
 Hoca efendinin notları arasındaki bir belgedeki şu şiir de bunu yansıtır niteliktedir:
“Min kelâmi ulemâi’l-âhireti [ahiret âlimlerinin sözlerinden]:
Eli boş gidilmez gidilen yere
Rabbim boş gelmedim ben suç getirdim
Dağlar çekemezken o ağır yükü
İki kat sırtımla pek güç getirdim
Hocamızın kabrinin baş taşına yazılan şiir de aynı minval üzeredir:
Dilerim bakmaya Rabbim yüzümün karasına
Merhem-i rahmet süre masiyetim yarasına
Kereminden ne kadar mücrim isem kesmem ümid
Giremez kimse Efendiyle kulunun arasına
Aşağıda vereceğimiz belge, Hoca efendinin tevazu sahibi ahiret âlimi oluşu vasfının ve ‘sorumluluk bilincinin’ çok açık bir örneğidir diye düşünüyorum. Ömrünün son aylarında (vefatından iki ay önce) Hicaz’a, muhtemelen Ramazan’da umre haccına, giden Halil hoca, oradan, henüz onbeş yaşlarında olan ikinci oğlu Hacı’ya (Abdurrahman), şu mektubu göndermiştir.
            “Esselâmü aleyküm
Oğlum Hacı! Selâm eder, hepinizin gözlerinden öperim. Oğlum biz sekizinci gün diyende Mekkeye geldik. Yollarda çok kaldık. Arabistan sınırında tam kırk saat kaldık. Hacdan daha zor oldu. Ben böyle sanmıyordum. Cenabu Hakk nasib etti elhamdülillah.
Oğlum! Bizim evimizin telefonu otomatik olmadığından konuşamıyoruz. Çok denedim amma olmuyor. Ne ise benim size fazla diyeceğim yokdur. .…..’le[1] Ahmed Ali’ye ağabeylik yap. Annenin dediğinden çıkma. Namazlara mutlaka camiye git. Benim olmadığımı belli etme. Hepinize mukaddes topraklardan selâm gönderirken hepinizin gözlerinden öperim.
Esselâmü aleyküm.
Babanız H. Tatlıgül.
İmza
Mart 2. 1990
[Not: Mektuptaki vurgular bize aittir. A. Çapku]
Halil hoca Hicaz’a resmi izinli olarak gitmiş olmasına rağmen, gerideki hizmetlerin aksamadan yürütülmesine refakat etmesi ve kendi yokluğunu hissettirmemesi için ikinci oğlu Hacı’ya mektup yazıp hizmetin devamını arzu ediyor. Tam bir sorumluluk bilincine sahip âlim ve fazıl bir insan örneği vardır bunda. Sahiden böylesi âlimlere, hocalara ve büyüğümüz yerinde olan insanlara ne kadar ihtiyacımız vardır bugün! Elleri öpülesi insanlardır onlar. Bizim insanımız, sevdiği biri vefat edince onu evliyalık makamına yükseltir, der Ahmet Hamdi Tanpınar. Öyledir gerçekten. Fakat Halil hocamızın keramet ehli olduğuna dair pek çok rivayet dinlemiştim onu tanıyanlardan. Onun bu kadar sevilmesi bile bir keramet değil midir?... (Sevmeyeni yok muydu, elbette onlar da eksik olmamıştır. Fakat iman taşıyan hemen herkesin onu sevdiğine tanığız sadece.). Hoca efendi başta talebeleri olmak üzere etraf köylerdeki pek çok insana dini anlatma ve sevdirme noktasında durmak bilmeksizin gayret etmiş ve onlara İslam sevgisini kazandırmaya çalışmıştır. Kim bir şeye ne kadar emek sarfederse o şeyi o kadar sever ve onu sevdirebilir. Pekiyi acaba hocayı yakından tanıyanların hocaya olan sevgi derecesi nedir diye sorulacak olursa şunu söyleyebilirim. Kendisini tanıyan ve sevenlerle yaptığım pek çok söyleşide, ona talebe olmuş ya da onunla şöyle böyle hatırası olmuş insanlar, o özel ve güzel anları sanki tekrar yaşıyorlarmışçasına bana anlatırlarken göz yaşlarına hakim olamıyorlardı… İşte bu nokta, Hoca efendiyi tanıyanların ona dair duygu ve düşünceleri hususunda insana her şeyi özetleyen, sözün bitip sükûtun başladı yerdir…
Hasılı bizler, dünyaya bir kez gelen insanlar olarak ‘iman-ahlak ehli bir insan evladı’ olarak kaldığımız ve bunu sevdirebildiğimiz oranda Hakk ve halk gönlünde yer edebiliriz. ‘Efendim bu devirde olmaz, çok zordur’ gibi mazeretlerle sadece kendimizi avutabiliriz. Çünkü önümüzde Halil hoca gibi bir numûne duruyor, gönül verilirse bu işin olabileceğine dair. Zaten onu büyük kılan da bu zor zamanda bize, elle tutup gözle görebileceğimiz bir numûne oluşu değil midir?
Allah kendisinden, ehlinden ve onun yetişmesine katkıda bulunan herkesten razı olsun. (âmîn).
Ahmet Çapku
19.07.2006
Üsküdar

[1] Kaleme alınan mektup Hoca efendinin mahremiyet dairesi olan ailesi ve çocuklarına aittir. Dolayısıyla edebe aykırı olur endişesiyle hanım kızının ismini vermeyi uygun görmedik. Hoca efendiden dört yıl sonra rahmet-i Rahmân’a kavuşan, ‘zevcesi’nin mezar taşına da hanım teyzenin ismi, edeben kaydedilmemiştir. (A. Çapku)
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 2000 ©© Sitemizde yazı, resim ve haberlerin her hakkı saklıdır. Kaynak göstererek kullanmaya özen gösteriniz. Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ye aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir. ©

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...