Arşivimi karıştırırken Ahmet Çapku Hoca’nın bana
yönelik 2010 yılında yazmış olduğu bir yazı ile karşılaştım. Yazının başlığı “Ahde
Vefa Meselesi”. Hocamızla aramızda geçen konuşmaları ve yazışmaları
hatırlayabiliyorum.
Ancak o günlerde bu yazı bana yönelik öğüt babından yazılmış olsa da geldiğimiz bugün için bu yazı tam da hocamızın kendine yönelik bir yazı olmuş.
Ancak o günlerde bu yazı bana yönelik öğüt babından yazılmış olsa da geldiğimiz bugün için bu yazı tam da hocamızın kendine yönelik bir yazı olmuş.
Adımın geçtiği son paragrafı sizler Ahmet Çapku olarak
okuyun ve bazı hoca ayaklıların vefasızlıklarını hayal edin.
Bu yazıdan sonra bende kesin olarak şöyle bir kanaat
oluştu. Bu konuları en çok dillendirenler ve yazı çizi konusu haline getirenler
bulundukları ortamların en vefasızı. Vefayı güçte arayanların sonu erinde geçinde
hüsranla bitecek ve hiçbir zaman umduklarını bulamayacaklardır. Yazılacak çok
şey var da söylenecek zaman değil.
İşte o yazı…
Değerli Bekir Akkaya Hocam, Ekte bir yazı var. Yazıyı
önce okursanız iyi olur. Zira yazının sonunda zât-ı âlinizle ilgili birkaç
satır yazı var. Herhangi bir yanlışlık yapmayayım diye okumanızı istirham
ediyorum.
Selam ve hürmetlerimle.
18 Mayıs 2010
Ahmet ÇAPKU /İSTANBUL
AHDE VEFA MESELESİ /Ahmet ÇAPKU
Çok sevdiğim birinin bu fakire gönderdiği e-maillerden
birinde şöyle bir hikaye anlatılıyordu: “Harbin en kızıştığı anlardan birinde
askerin biri ileri sipere atılırken ağır şekilde yaralanır. Belli ki, biraz sonra âlem-i cemâle yollanacaktır. Onun hemen gerisindeki siperde yaralı askerin arkadaşı ne yapıp yapıp onun yanına gitmek istemektedir fakat başka bir asker onu, yağmur gibi yağan kurşunlar arasından geçilerek gidilen o yere göndermek istemez. Ancak o bütün cesaretini toplayıp her şeyi göze olarak yaralı arkadaşına ulaşır ve biraz sonra aynı çeviklikle geri döner. Geri siperde bekleyen arkadaşı, yaralı askerin nasıl olduğunu sorar. Geri dönen asker, artık onun şehit olduğu söyler. Bu sefer asker; ben sana demedim mi, oraya gitmeye değmez, o ağır yaralıdır ve yapılabilecek bir şey yoktur diye, diyerek adeta sitem eder. Ancak vefa âbidesi askerin verdiği cevap harikadır: Evet onu kurtarabilmek adına bir şey yapılamayacağını ben de biliyordum lakin arkadaşımın, gözlerini yummadan önce bana söylediği son söz benim için dünyalara değerdi: ‘Geleceğini biliyordum!...’”
askerin biri ileri sipere atılırken ağır şekilde yaralanır. Belli ki, biraz sonra âlem-i cemâle yollanacaktır. Onun hemen gerisindeki siperde yaralı askerin arkadaşı ne yapıp yapıp onun yanına gitmek istemektedir fakat başka bir asker onu, yağmur gibi yağan kurşunlar arasından geçilerek gidilen o yere göndermek istemez. Ancak o bütün cesaretini toplayıp her şeyi göze olarak yaralı arkadaşına ulaşır ve biraz sonra aynı çeviklikle geri döner. Geri siperde bekleyen arkadaşı, yaralı askerin nasıl olduğunu sorar. Geri dönen asker, artık onun şehit olduğu söyler. Bu sefer asker; ben sana demedim mi, oraya gitmeye değmez, o ağır yaralıdır ve yapılabilecek bir şey yoktur diye, diyerek adeta sitem eder. Ancak vefa âbidesi askerin verdiği cevap harikadır: Evet onu kurtarabilmek adına bir şey yapılamayacağını ben de biliyordum lakin arkadaşımın, gözlerini yummadan önce bana söylediği son söz benim için dünyalara değerdi: ‘Geleceğini biliyordum!...’”
Bu hikayeyi okuyunca kendi kendime, müthiş!, diye
mırıldanmıştım. Ahde vefalı olmak denilince acaba ne anlarız bundan? Güzel
Türkçemizde ‘foyası ortaya çıkmak’ diye bir tabir vardır. Bu tabir özellikle
dönek, sahtekâr, iki yüzlüler ve hatta menfaat-perestler/ (menfaat düşkünü)
için kullanılır daha çok. Bir insanla yola çıkmadan veya onunla ticaret
yapmadan o kişinin iç yüzünü anlayamazsınız şeklinde halk arasında bir söz
dolaşır. Uzun yılların tecrübesine dayanan hikmet dolu halk sözünün doğruluk ve
güzelliğine ne denilebilir ki!
Ahde vefa sözünden; ahlakta, edepte, bizde hak-kukuku
olanlarla muamelelerimizde, öze/(kişinin özüne) işaret eden verilmiş sözde,
bize emanet edilmiş vazifeyi/görevi hakkıyla ifâ etmede, idealde-inançta, fikir
namusu sahibi olmada… kişinin samimi duruşunu anlamaya taraftarım şahsen. Tabii
burada dikkatli olmamız gereken bir nokta vardır: Şayet ben, ahde vefalı olmak
konusunda samimi isem ve bu benim kendi özüme/şahsıma/şahsiyetime verdiğim bir
söz ise bunu, hayatta başıma gelen hemen hiçbir şey tahrip edememelidir. Onu
öyle güçlü kılmalıyım ki, benim zaman içinde iradem, bilgim ve ahlakımla
güçlendirdiğim o şey, zor zamanlarda benim kendisine dayanarak ayakta
kalabildiğim bir dayanak olmalıdır bana. Pekiyi o şeyi ne ile nasıl tahkim
edebilirim? Bunun pek çok yolu yöntemi olmalıdır. Bu cümleden olarak önümüzden
yürüyen büyüklerimizin iyi olarak bildiği ve tavsiye ettiği ‘iyi’ insanlarla
hemhal olmak, hocalarımızın tavsiye ettiği güzel dost olarak bildiğimiz
kitaplarla bilgi dağarcığımızı beslemek, gerçekten dost diyebileceğimiz ve
ahlakına güvenebileceğimiz kişilerle ünsiyet peyda etmek gibi halleri
zikredebiliriz.
Eğer ki, insanın hayatı bir tecrübe yürüyüşü ise bu
yolda kişi ne çok hallerle karşılaşır. İslam bütün bu hallerin hepsine, kişi
adına, ‘imtihan’ adını verir. Söz konusu ‘imtihan’ın türlü tezahürleri ilişir
kişinin gözüne ve gönlüne. Eğer bu yürüyüşte kişi, kendine (benliğine) Allah
denilen ve her şeyin sahibi olduğuna inandığı varlığı merkez olarak alırsa her
ne görür, işitir, yaşarsa ise inancı itibarıyla kaybedeceği bir şey yoktur.
Nitekim bir hadiste şöyle geçer: “Doğrusu ya, müminin hali hayret vericidir!
Kendine bir nimet nasip olsa şükreder ki, bu onun için hayırdır. Eğer bir
musibet gelse o da sabreder ki, bu da onun için hayırdır!” Her halükârda o,
kazançtadır anlaşılan. Tabi burada nimetin ve musibetin hepsinin de birer
‘imtihan’ olduğunun farkında olmak gerekir.
Samimiyet ya da ahde vefa meselesi kişi için,
denilebilir ki, imtihan içinde imtihan gibidir. Zira gündelik hayatımızda bizi
sîgaya çeken (kendi iç dünyamızda samimi olup olmamakla bizi çekip çeviren) o
kadar manzara ile karşılaşırız ki, sonunda ben ne kadar insanım diyesi gelir
kişinin. Etrafta bu kadar kötülük oluyor/olabiliyorsa ben ne kadar ahlaklı
biriyim?/(O kötülüklerin işlenmesinde benim ne kadar katkım var?!). Şu kadar boynu bükük, hakkı çiğnenen,
insanlığı unutmuş/unutturulmuş kişi varken ben nasıl oluyor da kendimi dev
aynasında görebiliyorum? Bunlara benzer sorular kimi zaman insanın içini
tırmalar durur. Gerçekte ahde vefa sadece verilen sözü yerine getirmek ile
sınırlandırılamaz. Aslında o, bütünüyle hayatımızın en nazik hallerini avucunda
tutan bir kavramdır.
İlmi elde edince onu yerli yerince kullanmak/(onu
kötüye kullanmamak), evlilikte sadâkat yemini/(nikah), küçük bir çocuğa bile
verdiğimiz herhangi bir söz, yeminler, bize emanet edilen bir sözü/sırrı
saklamak, görevimizin hakkını verebilmek, bize bırakılan tarihi/tarih şuurunu
koruyabilmek, gönüllerde bize ayrılan sevginin-saygının edebini muhafaza
edebilmek, yaşadığımız hayatın-aldığımız nefeslerin sorumluluğunun idrakinde
olabilmek gibi daha nice halleri ahde vefa kapsamında pekala
değerlendirebiliriz. Aksi halde ahde vefanın kaybolması ya da kaybolmaya yüz
tutması demek, gerçekte bizim insanlığımızın, bizi biz yapan şeyin kaybolması
demektir. Halbuki örnek aldığımız nice ulu insanın, yeryüzünde ihya etmeye
çalıştığı şey, tek kelimeyle insanı insan yapan değerlere yeniden nefes
aldırabilmenin gayreti olmuştur.
Ahlak âbidesi Mehmet Akif’in, kendisiyle yarın falan
yerde görüşelim diyerek ayrıldığı bir arkadaşını üç gün boyunca peşpeşe aynı
saatte tayin edilen yerde beklediği, fakat sözünü unutan arkadaşı üç gün sonra
gelince merhum Akif’in; Üç gündür seni burada bekliyorum, dediği rivayet
edilir. Biz bir insanda onun ahlakına işlemiş bir vefa duygusu bulursak ona
inanır, güvenir ve hatta onu kendimize model olarak alırız. Kim bilir belki de
bu tür hasletlerden dolayı olsa gerektir ki, merhum Akif, çok sevdiği dostu son
devrin büyük hadis âlimi ve felsefeci olan Ahmet Naim (Baban) ile komşu
imişler. Ahmet Naim bey diyelim başka bir yere taşınırsa Mehmet Akif de hemen
ne yapar yapar ona yakın bir yerden ev tutar o da onun yakınına taşınırmış.
Onların öteler âleminde Edirnekapı Şehitliği’nde de yan yana yattıklarını bilmem
ki, kaç kişi bilir? Bu noktada kendimize şunu sorabiliriz: Acaba bu dünyada
iken kurduğum dostluğumu ahirete taşımak istediğim bir dostum var mı? Yoksa bu
dünyada yalnızız demektir. Varsa dünyanın en büyük bahtiyarlarından olduğumuza
şüphe yoktur.
İnsanın özünün iyi olduğuna inanmamız gerekir. Onu
kirlenmişliği sonradandır./ (Hristiyanlıkta olduğu şekliyle İslam itikatında
aslî günah inancı yoktur.) Sonradan olan şeyler ârızî ise o temizlenebilir de.
Bunun için iyi dost çevresi, samimi bir pişmanlık/(tevbe) ve artık iyiye
yönelip o konuda yoğunlaşma yetişir. Bu noktada bilge Konfüçyüs’ün şu sözünü
ödünç alabiliriz: “İnsanlar cezalarla düzene sokulurlarsa yozlaşırlar.
Nezaketle yönetilirlerse dürüst olurlar.” Mühim olan, özellikle âmir/yönetici
konumundaki kişilerin emri altındakilere karşı nazik ve insanca bir tavır
içinde olmalarıdır. Zira insan, samimi sevgiye muhtaç olan varlıktır. Odur
bizim kabalığımız yontup bu dünyayı yaşanılır kılmamızı sağlayan iksir. Şu
halde onu incitmeye hiçbirimizin hakkı olmamalıdır. Öyleyse içimizde biriken
tortuları, kin ve hasedi, başkalarını haksız yere küçük görüp onların haklarını
gasbetme duygusunu bir şekilde bertaraf edebilmenin yollarını aramak insan
olmak isteyen herkesin görevidir. İsterseniz biz buna, kişinin kendine karşı
vefalı olmasıdır diyelim. Çünkü insan, doğuştan temiz ise onu temiz olarak
korumak gibi kişinin kendine karşı sözü/ahdi vardır. Onu bozan aslında kendine
karşı nankörlük etmiştir demektir. Şu halde kendine zulmeden, pekala
başkalarına da zulmedebilir. Bir hakîmin ifadesiyle: her zalim, köle; her köle,
zalimdir! (Her zalim, aslında nefsinin kölesi olmuş, kendine yazık etmiş
biridir. Her ezilmiş, zulme uğramış köle ise başkalarına zulmetmesi muhtemel
olan biridir.)
Bekir Akkaya hocanın son iki yazısı [Ne Biçim (Ne) Bir
Şey? /20.03.2010/ - Takavut Dilekçesi Tamam / 15.05.2010/] bu noktada bana bazı
meseleleri çağrıştırdı: Güven duyulan kişilerin gerçekte o güveni verebilecek
çapta olmamaları, dindar görünümlü kişilerin din tacirliğinden hareketle
menfaat-perest tavırları gibi haller kimi insanların ümit ve hayal dünyalarına
hasar verebilir. Özellikle de söz konusu güruhun büyük adam tipinde görünüyor
olmaları sadece kişiler için değil toplum için de büyük bir tehlikedir. Bu
açıdan; “Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş
batıyor demektir!” sözünü hatırlamanın yeridir. Bekir hoca, belki de yaşadığı
bazı olumsuzluklar yüzünden, emekliliğe ayrılmayı düşünmüş/istemiş
görünüyor/(Yanılıyor olabilirim). Hakkında hayırlısı ne ise onun olması
temennimizdir. Bundan sonraki hayatında kendisine muvaffakiyetler diliyorum.
Kişinin yaşadığı acı-tatlı tecrübeler eğer o kişinin insanlığına zarar
veremiyorsa, o insanı tebrik etmek gerekir. Zira her insan, ister iyi ister
kötü biri olsun, bir şekilde etrafındakilere ve yetişen nesillere örneklik
teşkil ediyordur. Mühim olan ahde vefayı kendisine ahlak edinmiş biri olarak
yaşayıp hayırla anılmaktır. Yoksa vefaya zarar verici hemen her hareket, bir
şekilde fanîdir. Fanîde fenâ bulmak herhalde kişinin kendine yapabileceği en
büyük haksızlıktır!
Hürmet ve mahabbetlerimle.
18 Mayıs 2010
Ahmet ÇAPKU/Üsküdar/İST.
******
©© Bekir Akkaya Blogspot Copyright 1999 ©©******
----------------------
- Tüm metin, resim ve içeriğin hakları https://bekirakkaya.blogspot.com.tr/ (BEKİR AKKAYA)'ya aittir. 5846 Sayılı Kanuna rağmen çalınan her türlü içeriğin hukuki ve cezai sorumluluğu çalanın kendilerine aittir.-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...