Abdi Hoca
ismiyle anılan Abdurrahman Hilmi Bilici[1] hoca
Ordu / Kumru civarında ilmi, şahsiyeti ve hizmetleriyle tebarüz etmiş, ahlakî
duruşu ve dinî bilginin yetişen nesle kesintisiz bir şekilde aktarılması
itibariyle mühim bir görev icra etmiştir. İncevelioğulları olarak bilinen ve
içinde pek çok âlimin bulunduğu bir aileden gelen Abdi Hoca’nın babası Hasan
efendi ve her biri âlim olan dedeleri -silsile halinde- Abdurrahman, Hasan ve
Mustafa efendiler, saygın kişilerdir. Dört çocuklu bir ailenin çocuğu olan Abdi
Hoca’nın nüfus kağıdındaki bilgiler şöyledir:
T.C. Nüfus
kimlik no: 51. Seri no: 078458. Aile ismi, yani lâkap ve şöhreti: İncevelioğlu.
Adı: Abdurrahman. Babasının adı: Hasan. Anasının adı: Hanife. Doğum yeri:
Fizme-i Süflâ [Aşağı Fizme]. Doğum tarihi: 1279[2]/[1862-63].
Dini: İslâm. Mezhebi: Hanefi. Meslek ve içtimai vaziyeti. [boş, herhangi bir
bilgi yok]. Medeni hali [*]:
Evli. Boy: Orta. Göz: Ela. Renk: Buğday. Vücutça sakatlığı veya noksanlığı:
Tam. Nüfus Kütüğüne Yazılı Olduğu Yeri. Vilayeti: Ordu. Kazası: Fatsa.
Nahiyesi: Kumru. Mahalle veya köyü: Fizme-i Süflâ. Sokağı: [boş]. Hane no: 96.
Cilt no: 32. Sahife no: 136. Ne suretle verildiği: Zayiden verildi. Bu nüfus
cüzdanında adı ve hüviyeti yazılı olan Abdurrahman, Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olarak nüfus kütüğünde kayıtlıdır. Bu cüzdan Fatsa nüfus idaresinden
verilmiştir. 27. 9. [1]935. Mühür. İmza.
İlim Hayatı:
Bir insanın
ilme olan merakı doğuştan mıdır yoksa sonradan mı kazanılır tartışmasını bir
yana bırakırsak ilim sevgisinin daha küçük yaşta Abdi Hoca’nın benliğinde yer
ettiği görülür. Fakir bir ailenin çocuğu olarak tarlaya çift sürmeye
gittiklerinde koltuğunun altında elif-bâ cüzü, elham cüzü eksik olmamıştır. Bir
yerlere giderken ve mahalle içinde dolaşırken yakınları onu hep kitapla haşır
neşir halde görmüştür. İlk tahsiline Findekse müftüsü Mustafa efendide başlayan
Abdi Hoca,
daha sonra Kumru’da medresesi olan Hocazadelerden Halil efendinin babası müderris Mehmet efendide okumaya gelir. Müderris Mehmet efendi onu, Ünyeli Hacı Yusuf efendiye[3] gönderir. Bir ara kendi köyünün yakınlarında bir yerde hizmetçi olarak çalışan Abdi Hoca tekrar Yusuf efendinin yanına döner ve uzun yıllar (onbeş yıl) orada okuyup icazet alır. Yusuf efendinin tasavvuf itibariyle Abdi Hoca’ya kılavuzluk yaptığı da hocayı yakından tanıyanlarca ifade edilir.
daha sonra Kumru’da medresesi olan Hocazadelerden Halil efendinin babası müderris Mehmet efendide okumaya gelir. Müderris Mehmet efendi onu, Ünyeli Hacı Yusuf efendiye[3] gönderir. Bir ara kendi köyünün yakınlarında bir yerde hizmetçi olarak çalışan Abdi Hoca tekrar Yusuf efendinin yanına döner ve uzun yıllar (onbeş yıl) orada okuyup icazet alır. Yusuf efendinin tasavvuf itibariyle Abdi Hoca’ya kılavuzluk yaptığı da hocayı yakından tanıyanlarca ifade edilir.
İcazet
aldıktan sonra köyüne dönen Abdi Hoca, Fizme’nin Çakıllı denilen mevkiinde daha
önceden kurulmuş ve fakat âtıl halde bulunan medreseyi faaliyete geçirir. Orada
uzun yıllar talebe okutur. Okutulan dersler Arapça grameri (emsile, bina,
maksud…), mızraklı ilmihal, Kur’an kıraati şeklindedir. Yazlık olarak
kullanılan Akdana Güzdesi denilen yerde de yaz aylarında talebeler, hocasıyla
birlikte olur. Böylece Abdi Hoca yazlık ve kışlıkta ilim faaliyetlerini
kesintisiz olarak devam ettirir. Hocaya okumaya gelen talebelerden bir kısmı
uzak yerlerden geldiği için onun evinde kalır.
Talebenin yakınları ise iâşe-ibâte için gerekli malzemeyi imkan ölçüsünde temin eder.
Talebenin yakınları ise iâşe-ibâte için gerekli malzemeyi imkan ölçüsünde temin eder.
Abdi Hoca’yı
yakından tanıyanlar, bir talebenin on-onbeş yıl kadar hocada okuyup icazet
aldığını ve bu şekilde onun iki defa icazet verdiğini söylerler. I. Cihan Harbi
yıllarında bir ara medreseye asker kaçakları doluşur. Herhalde bu tür
sıkıntılardan olsa gerek mezkur yıllarda medresesinde ilim faaliyeti bir ara
inkıtaya uğrar.[4] Sözü edilen medresede ilim
faaliyeti medreselerin kapanmasına (3 Mart 1924) kadar devam eder.[5]
Sonraki zaman diliminde Abdi Hoca; “Hükümeti saymak mecburiyetindeyiz” diyerek medresede
ilim faaliyetini bırakır. Şu kadar var ki, muallimlik hizmetini imkan ölçüsünde
kendi çocukları ve misafir ağırlama tarzında evine gelenleri üzerinden devam
ettirir. Bununla birlikte kimi zaman onu resmi görevlilere ihbar edenlerden
veya bilgisini tartmak isteyen etraftaki hocaların varlığından da söz edilir.
Medreselerin kapatılması kararından sonra Ankara’daki yetkililerin, Abdi
Hoca’nın Diyanet’te etkin bir mevkide yer almasını istedikleri ve fakat onun
kabul etmediği söylenir. Bir ara Fatsa’da vaiz olmak için teşebbüs etmişse de o
da akîm kalmıştır.
“Ben
onbeş yıl okudum, onbeş yıl da talebe okuttum.[6] Yine
de hoca olamadım!” diyen Abdi Hoca’nın
bir ambar dolusu kitabından söz edilir. Lügat, tefsir, tarih, hadis gibi pek
çok dinî ilimle ilgili kitaplardır bunlar. Beş odalı iki katlı evinin büyük bir
odası hem kütüphane hem mescid olarak tanzim edilmiştir. Ders takriri esnasında
hoca, talebelerinden; “Bana şu kitabı verin” dediğinde istediği kitap kendisine
verilir. Bu sefer; “Bana şu kitabı da verin” dediğinde kimi talebeleri; “Hocam,
o kitap diğerinin aynısı, niçin istiyorsunuz?” diye sorduklarında hoca; “Yahu
mollalar, siz bilmezsiniz. Kimi kitapların müellifleri, para kazanmak için
yazar!” der ve doğru bilgiyi temin için kitaplar arasında dolaşıp durur. Öyle
anlaşılıyor ki, aynı konuda yazılan kitapların takip ve temin edilmesi ve o
zamanın şartlarında bunun başarılması Abdi Hoca’nın ilim – hakikat arayıcısı
olduğuna işaret eder. Kendisinden ödünç kitap alanları takip için liste tutar,
kitap alıp da iade etmeyenlerden müşteki olur. Abdi Hoca; “Benden sonra bu
kitapları muhafaza edin. İleride içimizden okuyan çıkabilir” dese de herhalde
kitapların dilinden anlayan yakınları olmadığı için olsa gerek geriye pek bir
şey kalmadığı bilinmektedir. Hocanın vefatından sonra kütüphanesini görenlerin
müştereken söylediği söz, ‘pek çok kitap’tan geriye bir şey kalmadığı
gerçeğidir. Verimli/olgunluk yıllarında
eser yazmayı düşünmüş ve fakat herhangi bir yazı kaleme almamış olan Abdi Hoca,
ahir ömründe; “Yahu dünyayı boş geçirdik. Sıhhat bize baki kalır sandık.
Zamanında kitap yazıp yayımlamadık. Şimdi ise gözlerim iyi görmüyor. Hata
yaparım diye korkuyorum” şeklinde hayıflanmıştır. Onun bu tavrında hiç
şüphesiz, eslâf bir çok şeyi yazmış, bize aktarmış. Biz ise onları anlamaktan
aciziz, şeklindeki mütevazı bir yaklaşımın etkisi vardır. Bir diğer husus ise
hocanın yaşadığı zaman diliminde kitap yazıp yayımlamanın bugünkü kadar kolay
olmadığının bilinmesi gerektiği hususudur.
Tasavvuf ve
İbadet Hayatı:
Abdi Hoca’nın
tasavvufî hayatında Ünye’de iken kendisinden ders aldığı Yusuf efendinin önemli
bir yeri olduğu anlaşılır. Hacı Yusuf efendinin, medresede okuyan talebelerine
aynı zamanda hatim (hatme ?) yaptırdığı rivayeti doğru kabul edilirse Abdi
Hoca’nın bu konuda hocasından tarikat dersi almış olması ihtimal dahilindedir.
Abdi Hoca’yı yakından tanıyanlardan Hüseyin Eviş, onun Nakşî tarikatının Halidî
koluna bağlı biri olduğunu ve şeyhinin Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin efendi
olduğunu ifade eder. Ahmet Hocaoğlu ise “Abdi hocamız tarikat şeyhi değildi.
Gümüşhanevî’ye bağlı olabilir. Kendisine irşat görevi verilmemiş olmakla
birlikte ders vekili olarak görülebilir. Halk arasında Abdi Hoca’nın şeyh
olduğuna dair söylentiler doğruyu yansıtmaz. O sadece ders vekili olabilir ki,
buna bugün halife deniliyor tasavvuf literatüründe. Kaldı ki Abdi Hoca, ben
tarikat şeyhiyim diye ortaya çıkmış da değildir” şeklinde bir görüş beyan eder.
Nitekim Cemal Çaya da benzeri ifadelerle aynı hususa dikkat çekerek: “Hocamız
Nakşî tarikatına bağlı idi. Şeyhi ise Gümüşhanevi Ahmed Ziyaeddin efendiydi.
Hocamız burada halife olarak ders verirdi. Kendisine ait rabıta yaptırmaz,
şeyhine işaret ederdi. Zikir halkaları oluşturulurdu. Hocamız bunu vefatına
kadar devam ettirdi. Yasak döneminde herhangi bir takibata da uğramadı.”
demektedir. Bu arada söz konusu sohbet ve/veya zikir meclislerinin misafir
olarak gidilen kimi insanların evinde ve fakat düzensiz olarak yapılabildiğini
hatırda tutmak gerekir.
Abdi Hoca’nın
göze çarpan en mühim hizmetlerinden biri irşat faaliyetleridir. Etrafta
tanınmış olması misafir olarak gittiği her yerde kendiliğinden oluşan bir
sohbet halkasının kurulmasını beraberinde getirmiştir. Bilgisinin genişliği,
sohbetinin güzel oluşu ve sağlam bir ahlak abidesi duruşuyla (özellikle kışın
derin geçtiği kimi zamanlarda) gittiği yerlerde bir hafta on gün kadar misafir
kalır, bulunduğu yere Tokat, Ünye, Terme, Korgan, Akkuş gibi civar yerlerden
gelenler olur. Bazen Abdi Hoca mezkur yerlere gider ve böylece hasbî olarak
gezici vaiz haliyle irşat faaliyetlerini aralıksız olarak sürdürür. Onu
ziyarete gelenler arasında hemen her sınıftan insanın oluşu önemlidir. Abdi
Hoca her şeyden evvel bölge halkı arasında bilgisine ve görgüsüne itibar edilen
biridir. Nitekim kendisini ziyarete gidenlerin, ‘Hoca Babayı ziyarete gidiyoruz’ şeklindeki ifadeleri de buna işaret
eder.
Halkın Abdi
Hoca’yı kendilerine yakın görmeleri ve hemen her dertlerini ona anlatmaları
bahsinde onun tasavvufî hayatının mühim bir yeri olduğu görülür. Bunda hocanın
halk arasında dolaşan keramete dair söylentileri yanında dinî fetvaların
kendisine danışılabilecek evsafta biri oluşunun etkisi büyüktür. Özellikle
miras, evlilik ve talak, ibadet, tarla-sınır anlaşmazlıkları gibi gündelik hayatta
sıradan bir müslümanın yaşamına dair dini bilgiler kendisine sıkça danışılmış,
kimi zaman bölge âlimlerinin içinden çıkamadığı nice soruyu Abdi Hoca’ya taşıma
ihtiyacı hissedilmiştir. Bu açıdan pek çok kişi herhangi bir sorununu
yakınındaki bir hocaya götürüp onun bilgisini, fikrini aldıktan sonra, ‘Bir de
Abdi Hoca’ya sorayım’ demekten kendini alamamıştır. Dinî bilgideki derinliği ve
onu yorumlayabilme kudreti yanında gönül insanı oluşu ve bunun keramet halleri
şeklindeki zuhuru hocanın kâl ve hâl ehli biri oluşuna işaret eder. Fatsa gibi
ilçelere gittiğinde hocayı gören halkın ona hürmeten temenna edip rağbet
göstermesi üzerinde durulması gereken ayrı bir husustur.
Abdi
Hoca ibadet hayatı yönüyle de etrafındakilerin gıpta ettiği biri olarak
yaşamıştır. Namazlarına düşkündür. Talebelerinden Cemal Çaya yaşadığı bir
hatırasını şöyle dile getirir: “Talebeleri olarak bizler, hocanın evinde
kalıyorduk. Hocamız bizi, haydi kalkın diye sabah namazına çağırırdı. Hocamızın
saati vardı ancak o, ‘bu kul yapısıdır belki durur da namazımız geçer yahu!’
derdi. Nitekim bir keresinde sabah vakti oldu zannederek bizi namaza kaldırmış
ve fakat vaktin girmediği anlaşılınca tekrar yatmıştık. Bu durum o gün üç kez
tekrarlanmıştı!” Gece namazına kalkabilmek için yatsı sonrası yatar, vird
haline getirdiği duaları okur. İmkan ölçüsünde üçayları oruçlu geçirmeye
çalışır. İlerleyen yaşlarında oğlu Hakkı efendi; “Babacığım, sen artık şeyh-i
fani olmuşsun. Bu halinle oruç tutmasan da olur” dediğinde onun cevabı; “Ölürüm
de orucumu yine bırakmam!” şeklindedir. İbadet ve muhabbet vadisinde her zaman
samimiyetten yana olmuş, bunu ahlakî olgunluğuyla da ortaya koymuştur. Ona
gelip de Hz. Peygamber’i rüyalarında görmek isteyenlere yapması gerekenleri
anlatır, eğer istenilen netice alınmazsa söz konusu kişiyi tembih manasında
nazikçe uyarır. Yusuf Arazici şöyle bir anısını anlatır:
“Hocamız anlatmıştı bize. Bir zamanlar adamın biri
gelmiş, çok istediğim halde Peygamberimizi rüyamda göremiyorum ne yapayım
demiş. O da git iki rekat namaz kıl sonra yat demiş. Fakat adam görememiş.
Bunun üzerine hocamız, bu sefer et al biraz da tuzluca olsun. Onu ye ve yat
demiş. Adam o gece hep soğuk sularla uğraşmış. Bunun üzerine hocamız, adama,
senin hararetin o tuza idi! Senin hararetin Peygamberimize olsaydı onu da
görürdün demiş.”
Kişinin
dindarlık seviyesi onun Allah’la olan gönül bağıyla yakından ilgilidir. Bu
manada Abdi Hoca’nın dindarlığa bakışını tesbit mahiyetinde şu bilgi dikkat
çekicidir: Bir ara yakınlarına, “Rabbim beni unuttu!” der. Onlar da, “Hocam
Rabbimiz seni unutursa bizim halimiz nice olur!” dediklerinde o, “Siz hasta
oluyor musunuz?” diye sorar. Onlar da “Oluyoruz” cevabını verirler. Bunun
üzerine hoca; “Ben uzun zamandır hasta olmuyorum” diyerek hayıflanır. Fazla
geçmez hasta olur ve yatağa düşer. “Elhamdülillah, Rabbim beni unutmadı!”
diyerek hamdeder. Son üç yılını felçli halde yatakta geçirir ve halinden
şikayet etmez. Onun bu tavrının, modern hayat anlayışı ve modernitenin
getirdiği Müslümanlık algısı açısından değerlendirilmesi ayrı bir bahis olsa
gerektir.
Konuşmalarında
bölge halkının ihtiyaç duyduğu, ibadet, ahlak, komşuluk adabı ve kul hakkı,
ahiret hesabı gibi konulara ağırlık vermiştir. Oldukça selis bir üslupla ve gür
sesle konuşur, ayet ve hadislerle tezyin ettiği sohbetlerin kimi yerinde
ağlamaktan kendini alamaz. Böylece dini bilgi aktarımında hissiyatı da işin
içine katar. Onun konumu böyle olunca halkın ‘eşkıya’ dediği hırsız ve
soyguncular, Abdi Hoca’ya sıcak bakmamış, onu kendileri için bir engel olarak
görmüştür. Bu açıdan herhangi bir kötülüğe bulaşanların, utandıkları ve hatta
hocanın bedduasından çekindikleri için olsa gerek, hoca ile yüzyüze gelmemeye
çalıştığı söylenir. Aynı şekilde Abdi Hoca’nın davul-zurnalı eğlenceleri tasvip
etmediği için olsa gerek ki, Fizme’ye davulcu-zurnacının giremediği şeklinde
halk arasındaki söylentilerin varlığı ilgi çekicidir.[7]
Herhalde eğlence düşkünü kişilerin hocadan çekinmiş olmaları ve söz konusu
hikayelerin ortaya çıkışı yukarıda anılan gerekçeye mebni olsa gerektir.
Falcılara
ve muskacı hocalara iyi gözle bakmaz. Şu kadar var ki, gerek fizikî gerek
psikolojik derdi olanlar hocaya geldiklerinde o, hasta kişi için herhangi bir
karşılık beklemeden şifa duaları yazar, okur. Kimi zaman hastanın durumuna
bakar ve ilaçlarla ilgili kitaplara göz atarak ilaç tavsiyesinde bulunur.
Mevlit, hatim ve yağmur duası gibi merasimlere iştirak eder, halk ile iç içe
olur. Kocalarından şiddet gören kimi kadınlar, gidecek yeri yoksa icabında
‘Hoca Baba’ dedikleri Abdi Hoca’nın evine sığınır, parasını bir yerlere
saklamak isteyenler getirip ona emanet eder.[8]
Mükemmel Arapça bilen Abdi Hoca’nın bir miktar Farsça’sı da vardır. Lazca,
Gürcüce ve Çerkesçe’yi de konuşabilir durumdadır. Katıldığı merasimlerde bir
tür tevriye sanatına başvurarak yakından tanıdığı kişilerle şakalaşır. Mesela
talebelerinden birine; “Senin annen hırsızmış!” diye çıkışır. Toplum içinde bu
söz karşısında bunalan talebe, “Annem ne hırsızlığı yapmış?” diye sorunca hoca;
“Senin annen hiç süt çalmıyor mu?” diyerek onu rahatlatır. [Hocanın yaşadığı
yörede halk arasında süt çalmak
şeklinde bir deyim vardır ki, akşamleyin sütü, yoğurt olması için mayalamak anlamındadır]. Abdi Hoca’nın
bu mizahsever hali bazen şiir diliyle de kendini göstermiştir.[9]
Temiz
giyinmeye özen gösteren Abdi Hoca’nın bol pantolon giyindiği, başında sarık ve
abaniye bazen şapka üzerine sarık taktığı vakidir. Geçimini çiftçilikle
kazanmış, meyve fidanı dikmeye özel önem vermiştir. Özellikle olgunluk ve
yaşlılık zamanlarında gelen gideni çok olduğu için her zaman ziyaret edilen,
akıl danışılan ve duası umulan bir âlim olmuştur. Abdi Hoca’nın halk nezdindeki
konumunu talebesi Yusuf Arazici yaşadığı bir hatırayla şöyle dile getirir:
“Çorum’da
imamlık yapıyordum. Oradaki insanlar beni oradaki hatırı sayılır bir hocanın
yanına götürdüler ve beni, ‘Ramazan için gelen hocamız’ diye tanıttılar. O hoca
bana nerelisin diye sordu. Fatsa, Korgan derken iş Kumru’ya geldi. Bunun
üzerine bana; ‘Sen Abdurrahman efendiyi bilir misin?’ diye sorunca ben, acizane
talebesiyim, dedim. Bunun üzerine o mübarek kalktı, geldi ve beni gözlerimden
öptü. ‘Ey dostlar! Gelin bu kişiyi ziyaret edin! dedi. O, hocamızı [Abdi Hoca] görmediği
halde ismini duymuş meğer.”
Siyasî Duruşu:
Abdi
Hoca’nın yaşadığı zaman diliminin siyaset ve din ilişkileri bağlamında
muhataralı bir dönem olduğu görülür. Bu hususun Abdi Hoca’nın hayatına
yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Din eğitimi, tarikat faaliyetleri, giyim
kuşam, ezanın Türkçeleştirilmesi gibi pek çok husus bölgenin önde gelen ve
sıradan insanları tarafından bir şekilde Abdi Hoca’ya taşınmış, o da söz konusu
durumlara karşı kendi düşünce ve duruşunu ortaya koymaya çalışmıştır. Şapka
kanunu çıkınca Fatsa esnafı Abdi Hoca’ya gelir ve dinî açıdan şapka takmanın
durumunu sorarlar. Abdi Hoca’nın onları bu konuda sıkıntıya sokmayacak sözler
söylediği ifade edilir. Nitekim Abdi Hoca, özellikle herhangi ilçeye girerken
başına şapka giymeyi ihmal etmez. Ahmet
Bilici şunları nakleder: “Şapka kanunu çıktıktan sonra müderris olan dedem kasketi
heybesine yerleştirir, şehire indiğinde onu başına koyarmış. Hükümete uymak
gerekir dermiş. Dedem bu işlerde hassas biri imiş. Zira o devirlerde
devlet-millet bütünleşmesine her zamankinden daha çok ihtiyaç varmış. Dedem de
milleti kasket ile oyalamak doğru değil, birlik olmak lazım diye düşünürmüş.
Bundan dolayı şehire veya kalabalık bir yere giderken kasketini takarmış.”
Abdi Hoca
Fizme köyünde hayat sürmesine rağmen Türkiye tarafından tanınan bir âlim
olmuştur. Nitekim kendisinin iki sefer Ankara gittiği söylenir. Birinci gidişi
yeni kurulan Ankara Hükümeti ile İstanbul Hükümeti arasındaki payitahtın
[devlet merkezi] Ankara mı yoksa İstanbul mu olacağı tartışması üzerine Ankara
hükümeti hatırı sayılır âlimleri Ankara’ya çağırır ve görüşlerini sorar. Onlar
da zamanın şartlarını dikkate alarak Ankara’nın payitaht için daha elverişli
olduğu konusunda görüş beyan ederler.[10]
İkinci gidişi ise, Abdi Hoca’dan naklen, hocanın talebesi Cemal Çaya’nın ifadelerine
şöyle yansır: Lozan’da yabancı güçler bazı gizli maddelerden oluşan bir listeyi
Türk heyetine sunarlar. Bunlar giyim kuşamın (kıyafet) değiştirilmesi, Arap
harflerinin ve ezanın kaldırılması gibi hususları içeren maddelerdir. Yabancı
devletler eğer bunları kabul ederseniz savaşı bırakırız yoksa savaşa devam ederiz
tehdidinde bulunur. Türkiye’nin ise savaşa devam etme gücü kalmamıştır. Zor
şartlar altında kabul edilen bu maddelerin durumuna dair görüşlerini almak için
devlet ricali, önde gelen âlimleri Ankara’ya çağırarak görüşlerini sorar, onlar
da düşüncelerini söylerler.[11] Günün
birinde “Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’tan başka yoktur
tapacak. Şüphesiz bilirim bildiririm Allah’ın elçisidir Muhammed. Haydin
salaha. Haydin felaha. Namaz uykudan hayırlıdır…” şeklinde Türkçe olarak ezan
okunurken Abdi Hoca, talebelerine biraz da şaka yollu olarak; “Tabi ki
Peygamberimiz cennete girmeye vesiledir. Sabahleyin namaz uykudan hayırlı değil
midir yahu!” dermiş. Abdi Hoca şapka kanununun uygulanmasında, ezanların Türkçe
olarak okunmasında ve medreselerin kapatılması neticesinde herhangi bir aykırı
uygulamaya başvurmadığı gibi o yönde eğilimi olanlara “devlete itaat Allah’a
itaattir” şeklinde sözler söylemiştir. Söz konusu uygulamalar karşısında
herhangi bir beddua okumaya (kahriye) gitmemiş, herkesin ıslahı için hayır dua
etmeyi tercih etmiştir.[12]
Kendisini yakından tanıyanların
ifadelerine göre Abdi Hoca vefatına kadar Halk Fırkası’na [CHF] bağlı kalmış
biridir. Her ne kadar 1950 sonrası Demokrat Parti kurulmuş olsa da Abdi Hoca’nın
tercihi Halk Fırkası’dan yana olmuştur. Bu konunun önemli ipuçlarını, hocayı
yakından tanıyanların ifadelerinde bulmak mümkündür. Talebelerinden Ali Peru
şunları nakleder:
“Hoca Efendi beni İstanbul’a okumam için göndermek
istiyor. Babam ise; Hocam bu çocuk daha çok küçük, oralarda baş göz göremez,
diyor. Hoca ise, hayır ben ona tarif edeceğim o bunları yapar, diyerek babamın
görüşünü değiştirmeye çalışıyor. O zamanlar İmam Hatip Okulu yeni açılmış. 1950
öncesi İmam Hatip Okulları’nın açılışının iyi niyetli olmadığı, dinin mihraptan
yıkılmak istendiği söylenirdi. Tabi bunları dikkate alan hocaefendiler de İmam
Hatip Okulları’na sıcak bakmıyorlar. Abdi Hocam bana, İmam Hatibe
gitmeyeceksin, dedi ve hangi yerlere uğramam gerektiğini tarif etti.”
Öyle
anlaşılıyor ki, Abdi Hoca, İslâm’ın mihraptan yıkılması şeklinde dile getirilen
endişeden hareketle kimi parti ve partililere sıcak bakmamıştır. Nitekim
Demokrat Partili milletvekillerinden biri Ordu / Korgan’da Abdi Hoca’yı ziyaret
eder ve “Hür Ufuklara” isimli bir kitabı ona bırakır. Abdi Hoca,
milletvekilinin oradan ayrılmasından sonra; “Bakın, falanca bir kitap bıraktı.
[Kitabın içi fotoğraflarla dolu olduğu için Hoca] Kaldırın o kitabı!” der. Zira
Abdi Hoca fotoğrafı hoş görmeyen biridir.[13] Abdi
Hoca, söz konusu milletvekiline: “Oğlum! Şu medreseleri açın. Zinayı övmeyin”
der. O da; “Hocam zaten Halk Partisi dine önem vermediği için dağıldı. Biz
şimdi okullarda hocalar yetiştirip her tarafa göndereceğiz” der. Anılan
milletvekilinin oradan ayrılışının ardından Abdi Hoca etrafındakilere: “Şu
yalancıları gördünüz mü? Bunların dinde gözü falan yok. Bunlar İmam Hatip Okulu
diye bir okul açıyorlar. Orada siz şu kitapları okuyun şunları okumayın
diyecekler ve esas dine yaramayan kitapları okutacaklar” der. Abdi Hoca,
Demokrat Parti zamanındaki Diyanet İşleri Başkanı’nı[14] da
ilmî dirayet yönünden eksik bulur. Şu kadar var ki, Abdi Hoca’yı Halk
Partililer de Demokrat Partililer de her zaman ziyarete gelirler, hoca da
onlara nasihatta bulunur ve dua eder. Abdi Hoca’nın kendi zamanında hangi
partiyi tercih ettiğine dair Ahmet Hocaoğlu şu bilgiyi verir: “Abdi Hoca Halk
Partili idi. Mektep okutmanın yasak olduğu zamanlarda hocamız talebe okutuyor
muydu, bunu tam bilemiyorum ama galiba okutuyordu. Ben Abdi Hoca’nın oğlu
Abdullah dayıya bir gün sordum. Dedim ki, babam, babanızın Halk Partili
olduğuna inanmıyor. Babanızın durumu ne idi? Abdullah Bilici bana dedi ki:
Babam bize şunu söyledi: ‘Oğlum siz hangi partiye verirseniz verin ama ben Halk
Partisi’ne vereceğim oyumu’. Pekiyi ne zamana kadar ona oyunu vereceksin baba,
diye sorduğumuzda o bize, ‘Ölünceye kadar’ demişti, diye bana nakletti. Hoca
Efendi ölümüne kadar bir şekilde talebe okutmuş ve ona bu konuda herhangi bir
takibat olmamışsa belki de bu yüzdendir.”[15]
Anlaşıldığı kadarıyla Abdi Hoca’nın asıl meselesi dinin ve dinî kültürün
geleceğinin nasıl olacağı kaygısıdır. Zira Demokrat Parti’nin İmam Hatip
Okulları vasıtasıyla hocalar yetiştirerek İslâm’ı mihtaptan yıkacağı endişesi o
zamanın âlimleri arasında kaygı verici bulunmuş olduğundan Abdi Hoca’nın
Demokrat Partiye karşı mesafeli duruşu herhalde bununla ilgili olsa gerektir.[16]
Son Zamanları:
Abdi Hoca ahir
ömründe sol yanına felç vurmuş biri olarak son üç dört yılını yatağa bağlı bir
vaziyette geçirmiştir. Ancak o, yatakta felçli, gözleri iyi görmez bir halde
iken bile kendisini ziyarete gelip bilgisinden istifade etmek isteyenlere bilgi
vermekten geri kalmamıştır. Talebesi Ali Peru’nun ifadesine göre Abdi Hoca;
“Yarın yer gök ağlayacak. Kadınlar bundan böyle benim yanıma bulunmasın” demiş
ve bir Salı günü vefat etmiştir. Nüfus cüzdanının bir kenarındaki şu bilgi notu
onun ölüm tarihine işaret eder: “Peder Hoca Efendi’nin vefatı: Eylül Salı günü.
Sene 1957.[17] Abdi Hoca’nın vefatı
esnasında yanında bulunan yakınları onun bir mümin teslimiyeti ve tevekkülü
içinde vefat ettiğini söylerler. Sadece etraftan duyabilenlerin katılabildiği
kalabalık bir cemaat ile evinin yakınlarında bulunan bir yere defnedilir.
Vasiyeti gereği mütevazı görünümlü kabrine büyücek bir mezar taşı dikilir. Abdi
Hoca’nın ardından bir destan yazılır.[18] Bu
destanı aşağıda verirken Abdi Hoca gibi nice âlim ve bilge kişilerin, halk ile
devlet ricali arasında ne şekilde köprü olduğu / olabildiği, dinî bilgiyi irfan
kültürüyle birlikte sonraki nesillere nasıl aktarabildiği konusunun daha iyi
anlaşılabilmesi için söz konusu kişilerin hayat hikayelerinde pek çok önemli
noktanın bulunduğuna işaret etmek isteriz.
Dr. Ahmet ÇAPKU
[1] Yazımızda Abdurrahman
Hilmi BİLİCİ hoca için Abdi Hoca ifadesini kullanacağız.
[2] Abdi Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici, babasının, hicri
1278/1861 doğumlu olarak bilindiği ancak gerçekte 1280’li olması gerektiğine
işaret eder. Çünkü babası, Çitlice köyünden Osman denilen biri ile aynı
yaştaymış. Adı geçen Osman’ın 1280’de doğumuna; “Sene binikiyüzseksen / Dünyaya
geldi Osman” şeklinde tarih düşmüş yakınları. Buna göre Abdi Hoca nüfusa iki
yıl büyük yazılmış olmaktadır.
* Yani bekâr mı?
evli mi? dul mu? boşamış mı? boşanmış mı?
[3] Sadık
Albayrak’ın, Son Devir Osmanlı Uleması
isimli eserinde Ünyeli Yusuf Bahri Efendi isimli bir âlimin biyografisi vardır.
Mezkur eserde anılan Yusuf Bahri Efendi’nin, Abdi Hoca’nın hocası olması
ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Abdi Hoca’nın Halidî-Nakşî tarikatına
intisabında sözü edilen Yusuf Efendi’nin tavassutu olmuş olabilir. Çünkü Yusuf
Efendi, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin talebesi olmuştur. Yusuf Bahri
Efendi’nin hal tercümesi şöyledir:
“Ziraatle
uğraşan Taslızâde el-Hac Feyzullah Efendi’nin oğlu olup 11 Nisan 1255/1839
tarihinde Ünye’nin Tuflancık köyünde doğmuştur. Yirmi yaşında Ağustos 1274’de
Ünye’de bulunan Sadullah Bey Medresesi’ne girmiş ve 12 sene müderris Abdullah
Efendi’den ders görmüştür. Şaban 1287’de İstanbul’a gelerek Süleymaniye ve
Dârü’l-Hadîs Medreselerinde ikametle Süleymaniye dersiamlarından Hemşinli Hacı
Salim Efendi’den ulûm-ı âliyeyi, Bayezit dersiamlarından Abdülkerîm Efendi’den
ilm-i tefsîri, Süleymaniye’de Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin Efendi’den ilm-i
hadîsi, meanî, usûl ve cüz’iyyâtı da Fatih dersiamlarından Hacı Şakir Efendi’den
okuyup 11 Kanunievvel 1286’da bitirip icazet almıştır. İcazet alıp memleketine
avdet etmiştir.
30
kanunisani 1287’de ahalinin intihabı ile ilk feyiz aldığı Sadullah Bey
Medresesi’nde müderrisliğe başlamıştır. 7 Mayıs 1303’de ise resmen Fetvahane-i Âlî
tarafından beratla müderris tayin edilmiştir. 1 Teşrinisani 1299’da Ünye kazası
müftüsü olmuştur. Tedrisâtınad mani olduğu için 15 Şubat 1300’de müftülükten
istifa etmişse de 15 Haziran 1325’de tekrar Ünye müftüsü olmuştur. Bursa
müderrisliği ruûsuna da nail olmuş ve yaşı geçtiği gibi ekseri zamanları da
köyünde geçirdiğinden bunun da Müslüman ahaliyi memnun etmediğinden Mart
1331/1915’te tekaüde sevk olunmuştur.” Bkz. Son
Devir Osmanlı Uleması, İstanbul 1996, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür
İşleri Daire Başkanlığı Yay., c. 4. sf. 374-375. [Yusuf Bahri Efendi’nin
1287’de İstanbul’a gelip 1286’da icazet alması ve 1287’de Ünye’de Sadullah Bey
Medresesi’nde müderrisliğe başlaması tarihleri kendi içinde çelişki
arzetmektedir.]
Abdi
Hoca’nın ünye’deki hocası olarak Of’lu Hacı Yusuf Efendi’den bahsedilir.
Albayrak’ın kitabında Yusuf Ziyaüddin Efendi (Oflu) başlığı altında hal
tercümesi verilen 1257/1841’de Trabzon/ Of’ta doğup daha sonra Ünye’ye gelip
yerleşen, Erzincan’a tahsil için gidip tekrar geri dönen ve 21 yaşında 1282’de
Terme kazası ibtidaî muallimi, daha sonra Terme kazası müftüsü olan Yusuf
Ziyaüddin Efendi’nin, Abdi Hoca’nın hocası olma ihtimali düşük görünmektedir.
Biyografi için bkz. Albayrak, a.g.e., c. 4, sf. 387.
[4]
“[Padişah II.] Abdülhamid muhtemelen, medreselere rağbetin yeniden artması için
19. yüzyılın sonlarına doğru medrese öğrencilerini askerlik hizmetinden muaf
tutan bir karar çıkardı. Bu karar gerçekten medrese öğrenciliğini ayrıcalıklı
kılıyordu. Ancak suiistimallere de oldukça açık idi. Nitekim askere gitmek
istemeyen yüzlerce genç, kurtuluş olarak medreseleri görmeye başladı. Böylece
medreseler askerlik hizmetinden kaçan öğrencilerle dolup taştı.” Bkz. Sarıkaya,
Medreseler ve Modernleşme, sf. 78.
Belki de Padişah II. Abdulhamid’in medrese talebelerini askerlik hizmetinden
muaf tutan kararından hareketle olsa gerek Abdi Hoca bir ara talebelerine,
askerlik hizmeti yapmadığını ancak bundan dolayı epey hayıflandığını
söylemiştir.
[5] Abdi Hoca’nın talebe okuttuğu medreseye ait bir sancaktan
söz edilir. Sancakla ilgili halk arasında muhtelif söylentiler/hikayeler
dolaşır. Bunlardan biri zamanın âlimleri arasında çözülemeyen bir dinî
problemin zuhur etmesi ve bunu Abdi Hoca’nın çözüme kavuşturması neticesinde
sancağın kendisine hediye edilmiş olması hikayesi ile ilgilidir. Bir başka
hikayenin ucu ise şapka kanunu uygulamalarına dayanır. Fakat öyle anlaşılıyor
ki, sözü edilen rivayetler isnat açısından sağlam görünmemekdir. 100 X 70
ebatında sim ile işlenmiş Fetih Suresi’nden ayetlerin, kelime-i tevhid’in
yazılı olduğu ifade edilen sancağın, medreseye ait olup II. Abdülhamid
zamanından kalması muhtemeldir.
[6] Eğer
her bir icazet için onbeş yıl talebe okutmuş ise bu durumda Abdi Hoca’nın
fiilen otuziki yıl kadar talebe okuttuğunu söyleyebiliriz. Çünkü iki defa
icazet vermiş. Kaldı ki, yaş itibariyle hesap edildiğinde Abdi Hoca’nın otuz
yıldan fazla fiilen ilim faaliyetinde bulunmuş olması gerekir. Ancak özellikle
harp yıllarından ders okuttuğu medresede ilim faaliyetinin durmuş olması ihtimal
dahilindedir.
[7] http://www.kumrureklam.org/haberdetay.asp?ID=914
(31.05.2010) isimli internet sitesinde bir haber başlığı şöyleydi: Fizmeliler
Davulu Tartışıyor.
[8]
Nurettin Topçu’nun özlemini duyduğu din adamı portresini Abdi Hoca ve onun
gibilerde görmemiz mümkündür. ‘Toplumda Din Adamının Görevi’ başlıklı bir
yazısında Topçu şunları kaydeder: “Peygamber devrinde din adamı ne yapıyordu?
Din adamlarını görevlendiren bizzat Peygamberdi. Din adamı örneklerini de
ashabda buluyoruz. Bugün din adamı, o devirde ashabın yaptığını yapacaktır.
Aynı zamanda asrımızda içtimaî münasebet şekillerinin ne kadar çoğaldığı ve
münasebetler sahasının ne derecede genişlemiş olduğu düşünülürse din adamının
görevinin o nisbette çoğaldığını kabul etmek lâzım gelecektir.” der. Muammer
Çelik, Nurettin Topçu ve Bugünkü Türkiye,
İstanbul-2000, Ülke Kitapları, sf. 39.
[9] Ahmet Hocaoğlu şöyle bir
kıtasını hatırladığını nakleder: “Kiraz dalını eğmeli / Kirazını yemeli / Komşu
kızı var iken / Kime boyun eğmeli /
[10]
Devlet–ulemâ ilişkilerinde dikkat çekici noktalardan biri, icraata konulmak
istenilen konularda devlet, meşrulaştırıcı unsur olarak ulemânın desteği
yanında görmek istemiştir. Devlet ile halk arasında orta bir noktada duran
ulemâ bir meseleye meşruiyet kazandırma hususunda etkin bir konumda bulunmuştur
denilebilir. Örnek olarak II. Mahmud’un ıslahatçı icraatlarının ulemâ
tarafından meşrulaştırılması konusunda bilgi için bkz. Okumuş, a.g.e., sf.
205-209.
[11]
Konuya dair Ş. Teoman Duralı, Sorun Nedir? isimli eserinde şunları kaydeder:
“Milli Mücâdeleden tükenmiş hâlde çıktık. Bunu Makedonyalı komutan Pirrhos’un
M.Ö. 279da Romalılara karşı kazanmış olduğu zafere benzetebiliriz. O derece
bîtâp düşmüştük ki, -silâh, mühimmât, döğüşebilir kişilerin sayısı
itibarârıyla- kıpırdayacak hâlimiz kalmamıştı. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi
sonucunda İngiliz–Yahudî İmperyalismi, Sevresde bedenimize el koydu. Millî
Mücâlenin ‘Pirrhos’ zaferimizle bize Lausanneda [Lozan] takâs teklîf edildi:
Bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslîm edeceksiniz!
denilmiştir.” Ş. Teoman Duralı, Sorun
Nedir?, İstanbul-2006, Dergah Yay., sf. 345; Bu durumun maarife yansımasını
tenkit için bkz. Nurettin Topçu, Kültür
ve Medeniyet, İstanbul-1998, II. bsm., Dergah Yay., sf. 72.
[12] Abdi Hoca’ya nâ-hak yere hakaret eden, ona sıkıntı
veren kimi etkin mevkideki kişilerin fazla geçmeden bir takım rahatsızlıklara
maruz kalmaları, hocadan helallik aldıktan sonra normale dönmeleri gibi hallerin
müşahede edildiği hocayı tanıyanlar tarafından ifade edilir.
[13] Abdi
Hoca’nın bugün elimizde vesikalık fotoğraf olarak bulunan resmi nüfus
cüzdanından alınmış ve kaşlarının, sakalının yeniden tanzimi, başına sarık
konulması gibi üzerinde montaj usulü bir takım değişiklikler yapılmıştır. Abdi
Hoca’nın oğlu Hakkı Bilici, babasının ahir ömründe babasıyla birlikte bir Pazar
günü Fatsa’ya gittiği ve orada fotoğraf çektirmek istedikleri halde dükkanı
açık fotoğrafçı bulamadıklarını ifade eder.
[14] Eyüp Sabri Hayırlıoğlu.
Göreve gelişi: 12.04.1951. Görevden ayrılışı: 10.06.1960.
[15] Abdi
Hoca’ya takibat olmamış ise de dini bilgiyi sonraki nesillere anlatma/aktarma
faaliyetinde ve irşat hizmetinde onun elinden geldiği kadar kanunlara riayet ve
dikkat ettiği anlaşılmaktadır. Bunun için olsa gerek ki, icabında yaylada,
mesire yerlerinde gözden uzak mekanlarda ya da evinde misafir ağırlama şeklinde
bu hizmeti yürütmeye çalışmıştır. “Hocamız yasak döneminde herhangi bir
takibata da uğramadı” diyen Cemal Çaya’nın ifadesi ile Ahmet Hocaoğlu’nun
verdiği bilgiler aynı konuya ışık tutar niteliktedir.
[16] “…
Hocaların ve şeyhlerin, tarihî tecrübenin mirasçıları olmak, en geniş mânasıyla
‘devletçi’ olduklarını, belki bu yüzden uzun müddet DP çizgisine
ısınamadıklarını biliyoruz.” Bkz. İsmail Kara, Kutuz Hoca’nın Hatıraları, İstanbul-2000, II. bsm., Dergah Yay.,
sf. 7.
[17] 27
Eylül 1957. Abdi Hoca’nın vefatından sonra birer hafta arayla Pencik’li
(Esence) müderris Hacı Ali efendi, daha sonra da Ordu il müftüsü Yusuf Işık
hoca vefat etmiştir. Bölgenin yetiştirdiği üç büyük âlimin ardıardına âlem-i
cemâle yollanmış olması bölge halkına ağır gelmiş olsa gerektir.
[18] 14
Kasım 2002 (Yıl 2, Sayı 45) tarihli yerel Provizyon
gazetesinin haberine göre, Vicdan Sesi Matbaası Samsun–1958 tarihli destanı
halk şairi Hüseyin Akan kaleme almıştır. Destanı kendisinden temin ettiğimiz
Salih Akpınar, destanı yazan kişinin halk arasında Fizmeli Alçaco Hafız Hüseyin
Efendi olarak bilindiğini ifade eder. Söz konusu destanın birkaç kıtası Ordu Haber (Mart 1998, sf. 11)
gazetesinde de verilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...