Altınoluk dergisinin 1999 yılında (164. sayı) Mehmet Emin Saraç Hocaefendi ile yaptığı söyleşiyi alıntılıyoruz. Söyleşi adeta bir hatıralar geçidi…
Hocam zat-ı âlinizin hem ilmi
hayatınız hem de aile çevreniz dolayısıyla Sami Efendi’yle, yakında kaybettiğimiz
Musa Efendi ve özellikle Abdurrahman Hocaefendi ile teşrik-i mesaileriniz
olurdu. Onların sizi etkileyen yönleri, hususiyetleri, hatıralarıyla ilgili bir
sohbet yapmayı arzu ettik. Fakat önce ilim yolculuğunuzdan şöyle bir başlasak
olur mu?
1943'de İstanbul'a geldim. Babam bizi
Çarşambalı Şeyh Ali Haydar Efendi’ye göndermişti.
Siz o zaman kaç yaşındaydınız?
Orası kalsın ama hafızlığımı bitirmiştim. Babamız bizi yani dört erkek bir de kız kardeşimizi öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam, dedem Nakşi tarikatından Ali Haydar Efendi'nin şeyhi İsmet Efendi'nin Erbaa'daki hulefasından Bahrullah Efendi'ye müntesiplerdi. Dedem müderrislerdendi. Dedemin vefatı da ayrı bir hengâmedir, onunla ilgili de bir-iki şey söyleyelim.
Menemen hadisesi sırasında Türkiye'nin neresinde meşayihten bir zat varsa hapse atılmıştır. Mürettep bir hadise olduğu için bütün din adımları tehdit edilmiştir. Ahh... Çok hazin hikâyedir o tarafı. Babam da dedem de Menemen hadisesinde suçlanan zatları tanımadıkları, ilgileri olmadığı halde yine de 6'şar ay hüküm giymişlerdi. Hâkimin sonradan ifade ettiğine göre bu hüküm onların Çorum'daki İstiklal Mahkemesi'ne gitmelerine engel olmuş. Dedem o üzüntüyle hapisten çıktıktan 3 ay sonra vefat etti.Bizim evimiz tam bir Kur'ân medresesi
idi. Babam teheccüde kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün
aile efradını kaldırır, hepimize şefkatle davranır, o teheccüdünü kılarken biz
abdestlerimizi alırız, sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede
Kur'ân okuruz. Ortalık aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Seher
vakitlerinden güneş doğuncaya kadar bütün aile Kur'ân ile meşgul olurdu. Bir
takım maddi sıkıntılar içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk.
İstanbul'da bizleri bazen Ali Haydar
Efendi bazen de Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi okuturdu. Ömer Efendi de
Kelâmî Dergâhı müntesiplerindendi. Hatta 1944 veya 45 senelerinde Sami
Efendi'yi onun evinde görmüştüm; zayıfça, vakur, güzel simalı, siyah sakallı
bir zattı. Adetleri üzere koltuğa hep diz üstü otururlardı. Ömer Efendi gayet
celâlli, Hz. Ömer (r.a) meşrepli bir zat olmasına rağmen Sami Efendi'ye gayet
müeddebâne bir şekilde davranırdı. Halbuki Ömer Efendi oldukça yaşlı, Sami
Efendi ona göre genç bir kimseydi.
Ali Haydar Efendi ile Ömer Efendi'den
başka Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi gibi zatlardan da
ders okumaya devam ediyorduk.
Derslerinizi camide mi okuyordunuz
efendim?
Fatih Camii’nde de evlerde de
okuyorduk. Fakat hepsi gizlice oluyordu. Aşikâr olarak okumamız ne mümkün. Bir
müddet de Silistreli Süleyman Efendi'den okudum. Onu hayırla yâd etmek lâzım,
çünkü mürtedlere karşı çok gayzı vardı. Gayret-i diniyyesine şehadet ederiz.
Bu tedrisat ne kadar devam etti
hocam?
8 sene devam etti. Ali Haydar
Efendi'nin teşviki ile Mısır'a gidinceye kadar. Kendisi Şifa-yı Şerif’in
zevkini bana aşılayan insandır. Ondan Şerh-i Akâid, Usulu fıkıh, Mirat okudum.
Meclisi dersten ibaretti; her an istifade edilirdi, müstesna bir insandı. (Emin
Saraç Hocaefendi bu sırada kalkıyor "Size Ali Haydar Efendinin nasıl
çalışkan bir insan olduğunu göstermek istiyorum" diyor ve Dürer kitabının
yanına Ali Haydar Efendi'nin el yazısıyla aldığı son derece güzel bir hatla
yazılmış Osmanlıca notlarını gösteriyor.) Şifa-yı Şerif’i okurken gözlerinden
yaşlar nasıl süzülürdü bir görseniz. Hem ders mütalaası hem de maneviyat
dersleriyle mezcedilmişti.
Sami Efendi Hazretleri kendisini
ziyarete Çarşamba'ya geldikleri zaman ne kadar sevinçle karşılardı. İhtiram,
muhabbet o kadar olurdu. Oturacağı yerleri düzeltir, hazırlanırdı.
Kayınpederime de söylemiş ayrıca vasiyet de etmiştir; "Vefatımdan sonra
evlatlarımı Sami Efendi'ye teslim edin" diye... Cenaze namazını da Sami
Efendi kıldırmıştır.
Mısır'a gittiğimiz zaman Mustafa
Sabri Efendi, Zahidü'l-Kevseri, İhsan Efendi hayattaydılar. Rabbimiz nasib
etti, İstanbul'daki güzel bir muhitten Mısır'daki güzel bir muhite intikal
ettirdi. Ezher'in lisesini okuduktan sonra Şeriat Fakültesi’ni bitirdim. Sonra
kadılık mastırının bir senesini okuduktan sonra Abdunnasır'ın zulmüyle bırakmak
zorunda kaldık. Gittiğimiz zaman Bağdat Oteli'nin 7-8. katlarını Kral Faruk
bizlere tahsis etmişti. Abdünnasır gelince çıkartıldık. Biraderim Osman da
Mısır'da yanımdaydı. Sonra Süleyman Demirel'in ısrarı ile siyasete atıldı
milletvekili filan oldu ama yazık oldu. Şimdi vefat etti. Allah öbür tarafta
yardımcısı olsun.
Mısır'da sizin yetişmenize katkısı
olan hoca efendilerden bahsetseniz…
Zahidü'l-Kevseri hocamızın izniyle
Cuma günleri gider kendisinden ders okurdum. Vefatından 20 gün evvel bana
icazet verdi ki benim için Ezher diplomasından daha kıymetlidir. Çünkü
Zahidü'l-Kevseri Fatih silsile-yi ilmiyyesine müntesiptir. Düzceli'dir ve Fatih
dersiâmlarındandır. Mustafa Sabri Efendi'nin meclislerinden de ilimlerinden de
istifade ettik.
Mısır'da 9 sene kaldık. Yaşadığımız
bir "İlim hicreti" idi. Bu müddet zarfında İstanbul'a hiç gelmedik.
Çünkü gelseydik dönemeyecektik.
Şeriat Fakültesi’ne başladığım 1954
yılında Mısır'a gittikten 4 yıl sonra İstanbul'dan bir mektup aldım. Ali Haydar
Efendi'nin huzurunda ittifak ile Yekta Efendi'nin kerimesini bize Ali Haydar
Efendi’nin torununu da biraderim Osman'a uygun görmüşler. Şahsen bu mektuba
üzüldüm, çünkü ilmi yönden önümde daha kat edeceğim uzun bir mesafe vardı. Niye
önümüze bunu çıkarttılar diye bir müddet cevap bile veremedim.
Orada geçiminizi nasıl temin
ediyordunuz efendim?
İlk gittiğimiz zaman oradaki Türk
vakıflarının tahsis ettiği burslar ile ihtiyacımızı karşılıyorduk. Ecdadımızın
hayır eli orada da imdadımıza yetişmişti. Sonra General Abdünnasır bütün
vakıfları kaldırdı, bizlere çok cüzî burslar bağladı ama onunla da geçinme
imkânı yoktu. Mısır'a ailemizden para gelmesi de çok uzun zaman alıyordu. Bir
hayli sıkıntılar çekildi. Oradaki unutmadığım tatlı hatıralarımızdan birisi de;
yokluk sebebiyle sık sık oruç tutmak mecburiyetinde kalışımızdır. Ama hamd ü
senalar olsun ki bir defa bile tahsilimi yarıda bırakmayı düşünmedim. Allah
Teâlâ bir azimet lütfetti.
İstanbul'a geldikten bir müddet sonra
düğünümüz oldu. Düğünümüzde çok muhterem zevât mevcuttu. Ömer Nasuhi Bilmen
Efendi, Hulefa-i Esadiyye'den Sarıyerli Hacı Nuri ve Muhyiddin Efendiler,
Topbaş ailesi varlardı. Şu anda Fatih meydanındaki Fatih heykelinin olduğu
yerde kayınpederimin büyük bir evi vardı. Düğün oranın bahçesinde yapılmıştı.
Ali Yekta Efendi’yi Mısır'a gitmeden
önce tanır mıydınız?
Daima Ali Haydar Efendi’ye geldiği
için tanırdım. Ali Haydar Efendi Yekta Efendi'ye "sağ gözüm" derdi.
Kayınpederim Ali Yekta Efendi İstanbul müftü muaviniydi. Esad Erbili
Hazretlerinin icazetli hülefasındandı. Bizim bundan haberimiz olmadığı gibi
zevcesinin de haberi yoktu. Bir gün kitaplarını karıştırırken bu icazetini
gördüm, kendisine sordum, bana; "O vazifenin sahibi Sami Efendi'dir,
icazet o kitabın içinde öylece kalsın" dedi.
Türkiye'ye döndükten 6 gün sonra
İsmail Ağa Camii'ndeki Cuma namazının akabinde Ali Rıza Sağman yanıma geldi ve
yandaki şahsa "İşte aradığın genç budur, Ezher mezunudur" diyerek
bizi anlattı. Meğer İmam Hatip Mektebi'nin bânîsi meşhur Celal Hocası imiş,
etrafına "Ben artık Medine'ye gitmek istiyorum, yerime birisini
bulun" diyormuş. Bana "Yarın İmam Hatip Mektebine gelebilir
misin?" dediler. O zaman Cumartesi günleri de tedrisat vardı. Gidince
Celal Hoca kendisine Hasan el Benna'nın damadı Said Ramazan Bey'den gelmiş bir
mektup çıkardı ve okumamı istedi. Okuduk, sohbet edip ayrıldık. Ertesi gün
Celal Hoca'nın sınıflarını bize verdiler. Bu gönlüme büyük bir teselli oldu. 60
ihtilaline kadar 3 yıl muallimlik yaptık. Askerliği ikmal ettikten sonra bizi
Ankara Evkaf Müdürlüğü'nde bir imtihana tabi tuttular. Arapça ve Osmanlıcayı
rahat okuyacak kimseye ihtiyaçları varmış, herhalde nerede ne var tespit edip
daha çabuk yok etmek için. Birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğü’ne tayinimizi
çıkarttılar. Fakat ben burada çalışmaktan müteessir olmaya başladım. O kadar
ağırıma gidiyordu ki ağlıyordum. Babam bizi karanlık gecelerde Kur'ân-ı Kerim
okuttu, şu kadar senedir gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem
içindi. Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım
şeklinde düşüncelerle mustarip oluyordum.
Hacı Bayram Camii'nde bir öğle
namazında Mehmet Akif Aydın Bey'in babası hemşehrimiz Bedreddin beylerle
karşılaştık. Bana "Biz hacca gidiyoruz hadi seni de götürelim"
dediler. Birden kararımı verdim hacca gidecektim, işimi de bırakacaktım.
Muameleleri başlattık. Diyanetteki arkadaşlar bana "Biz Müşavere Kurulunda
500 lira maaşla çalışıyoruz sen 900 lira alıyorsun" tarzındaki sözlerle
beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bu minval üzere belki bir saat mücadele
ettik. Sonunda içlerinden söze karışmayan birisi dedi ki "Arkadaşlar hac
kapısı bir tanedir rızk kapısı bin tanedir, kardeşimiz gönlünü hacca
hazırlamış, bırakınız." Bu söz bana o kadar tatlı geldi ki, Evkaf'taki işi
öylece bırakıp yola çıktık. Yol boyunca, Medine-i Münevvere'de, Mekke-i
Mükerreme'de, Arafat'ta hep dilimde şu dua vardı; "Ya Rabbi, hükümet
tasallutundan uzak ulûmu şer'iyyeye hizmet etmek kapısını bana fetheyle!"
Elhamdülillah o hac başka bir hac oldu. Döndükten hemen sonra İlim Yayma
Cemiyeti'nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz
kursunda Ahmed Davudoğlu Hocayla birlikte tedrise başladık. Sonra İlim Yayma
Cemiyeti'nde İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş'un babası) bana bu tedrisi
devamlı yapmamı teklif etti. Ve o günden bugüne kadar hayatım ilim tedrisi ile
geçti elhamdülillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı. Fatih medreseleri
ulumu diniyye merkeziydi. Fatih'e kadar dayanan köklü bir geleneği vardı. Biz o
derin âlimlerin güzel insanların sonuncularına yetişebildik. Şimdi o
hocalarımın vazifelerini uhdeme tayin edilmiş birisi olarak görüyorum. Yalnız
başına olsam da ilim halkasını kurup tedrise devam ediyorum.
Her gün ders okutuyor musunuz?
Haftada 7 gün dersim var. Bazı günler
sabah ve akşam bazı günler de sadece sabahları okuyoruz. Perşembe günleri halk
günü herkese açık ders yapıyoruz.
Hangi dersleri okutuyorsunuz hocam?
Tefsir, hadis, fıkıh, usul, bu 4 ders bizim ana derslerimiz.
Hadiste Meram'dan başlayıp Tâc, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Tirmizî, Sahih-i
Müslim, İbni Mâce, Muvatta'yı Arapça metinlerinden talebelerimle okumak
suretiyle bitirdik. Şimdi Nesih'deyiz. Ayrıca 12 ciltlik Buhari'yi kelime
kelime 4 meraci ile okumak suretiyle bitirdik. Şifa-yı Şerif'i bitirir tekrar
başlarız, şimdi yedinci defa okuyoruz. Tefsirden Celaleyn, Tefsir-i İbn Kesir,
fıkıhdan Kudurî, İhtiyar, Hidaye, Ahkamül Hadis hep okunmuştur. Allah'a
şükürler olsun.
Sizin ders halkanızdan bir talebeniz
"ilim tedrisinden aldığım zevki başka hiç bir şeyden almıyorum"
diyordu hocam.
Elhamdülillah. Allah kabul etsin.
Tabiî bu bir aşk işi.
Geçen ay kaybettiğimiz Abdurrahman
Gürses Hocaefendi'yle hukukunuzun olduğunu biliyoruz. Bize ondan bahseder
misiniz?
Abdurrahman Efendi’yi 1950'ye kadar
Beyazıt Camii’nde herkes gibi hayranlıkla dinlerdik. Ara sıra görüştüğümüz
olurdu ama aramızda yaş farkı vardı. 1954 yılında oğlu Adnan'ı ilim tahsili
için Mısır'a getirdiği zaman samimiyetimiz oluştu. Mısır'da kendisini oranın meşhur
huffazı ile görüştürdüm.
Abdurrahman Hocaefendi ile yirmiye
yakın kez hacca birlikte gittik. Yol boyunca hoca efendinin hususiyetlerini,
meziyetlerini çok yakından tanıma fırsatı buldum. Bir kere gönlü Kur'an-ı
Kerim'e ihtiramla dolu bir kişi idi. Bütün gününü Kur'an-ı Kerim ile
geçirirdi... Harem-i Şerif'deki hal ve hareketleri hep edep üzereydi. Bu konuda
çok hassastı... Arafat'dan dönüşlerimiz hep yürüyerek olurdu...
Önceleri Harem-i Şerif'te namazdan
önce özellikle Mısır'dan gelen hafızlara Kur'ân-ı Kerim okutturulurdu.
Şimdilerde bu geleneği kaldırdılar. Mustafa İsmail, Huserî, Abdussamet gibi
hafızlar umumi mikrofondan bütün huccaca Kur'ân ziyafeti verirlerdi.
Türkiye'den ileri gelen birkaç kişi hocaefendinin de okuması için Kral'a
müracaatta bulunmak istemişler ama o kesinlikle buna müsaade etmeyeceğini ve
"biz buraya arzu hal etmeye geldik, arzu endam etmeye gelmedik"
diyerek bu yöndeki tüm ısrarları geri çevirmişti.
"Ehlül Kur'ân olan kimse
Allah'ın has kullarıdır" hadisi şerifi her hatırıma geldiğinde Abdurrahman
Efendi gözümün önüne gelir. Çünkü bu hadisi şerif hoca efendinin haline son
derece mutabıktır.
Abdurrahman Efendi'nın hacda
gösterdiği tevazularından bir diğerine değinmeden geçemeyeceğim. Hocaefendi
Hicaz'a gitti mi kendisini tamamen siliyordu. Orada hep sıradan, sade bir kul
olmak isterdi. Bir gün meşhur zenginlerden İbrahim Şakir Bey'in ziyafetine
davet edilmiştik. Bana "Emin efendi siz davete icabet ediniz ben
gelemeyeceğim" dedi. "Hayırdır efendim neden gelemeyeceksiniz"
deyince, oraya gidince kendisine haddinden fazla ilgi alâka gösterileceğini
bundan da rahatsız olacağını söylemişti.
Yine bir gün dışarıda kalacağını
söyledi. "Nereye gideceksiniz efendim?" diye sorunca. "Kendimi
biraz hesaba çekeceğim, bu geceyi? Kadem-i Saadette' geçireceğim" dedi.
Nitekim dediğini yaptı ve o geceyi dışarıda geçirdi. Ertesi gün baktım biraz
üşütmüş. Ben de kendisine "Hocaefendi keşke bu azîmeti yapmasaydınız da bu
rahatsızlığa yakalanmasaydınız" dedim. O da "Hangisinde hayır olduğunu
biliyor musunuz?" diye karşılık vermişti.
Hocaefendinin oralardaki
hususiyetlerinden bir başkası da Mekke'den Medine'ye gidişlerinde hep taksiyi
tercih etmeleriydi. Taksiye binildiği zaman şoförler radyoyu açmak isterler,
hocaefendi de "Biraz Kur'an-ı Kerim okuyalım da radyoyu öyle
açarsınız" der ve okumaya başlardı. Aşk ile okudukça şoför de memnun kalır
"Şeyh ente tekrau cemil, ikra, ikra" (şeyh efendi güzel okuyorsun,
devam et) derdi.
Hoca efendi belli etmezdi ama gözü
çok yaşlı bir zattı. Medine'de kaldığımız süre boyunca gizli gizli çok yaş
dökerdi.
Ne denli ince düşünceli bir yapıya
sahip olduğunu vurgulamak için bir başka hususiyetini daha arz etmek isterim.
Hocaefendi de bendeniz de hacca vekil olarak giderdik. Hac için kendisine
tahsis edilen paraların tamamını "Bu paralar buralarda harcanmak için
tahsis edilmiştir" diyerek kullanırdı. Malumunuz hac vazifesi yerine
getirildikten sonra umre yapılır. Umre yapacağımız zaman hac için alınan ihramı
çıkartır, Harem-i Şerif'in etrafındaki fakirlere verir, ondan sonra "Şimdiki
amel kendimiz için" der ve kendi parası ile yeni bir ihram alır, umreyi de
onunla yapardı.
Hocaefendi dünyaya rağbet etmeyen çok
zahit bir kimse idi. "Her kim Kur'an-ı Kerim ehli olup da kendisini
herkesten müstağni saymazsa o kimse Kur'an-ı Kerim'e hürmet etmemiş" olur
meâlindeki hadise uygun hareket ederdi. Hiçbir zaman kimseye zengin diye
iltifat etmemiştir... Hocaefendi "Kifafı nefs" ile yaşamıştır.
Parasının ancak geçinecek kadarını tutar, gerisini hep infakta kullanırdı.
Kendisi anlatırdı: Esad Efendi bizzat
hoca efendiye "La talebe velâ redde velâ iddehare" yani "istemek
yok, geleni red etmek yok, para yığmak ta yok" diye nasihatte bulunmuş.
Hoca efendi de ömrü boyunca bu nasihatı unutmamış ve aynıyla tatbik etmiştir.
Bundan beş-altı sene önceydi. Merhum
Musa Topbaş üstadımız âdeti olduğu üzere her Mevlit kandilinde bendenize, bir
tanesi fakire diğeri Abdurrahman Efendi'ye ulaştırılmak üzere iki zarf
gönderirdi. Ben de bu emaneti Hocaefendiye münasip bir ortamda iletirdim.
Hocaefendi zarfın içine hiç bakmaz öylece cebine koyardı. Bir keresinde
üstadımızdan gelen zarfı baş başa kaldığımız bir zamanda kendilerine takdim
ettim. Bu sefer zarfı şöyle bir açıp kapattıktan sonra "Süphanallah...
sübhanallah..." diye hayretini dile getirerek "Dün üç aylığımı
almıştım. Eczaneye, manava olan borçlarımı ödedim. Fakat bakkala olan borcumu
ödeyemedim, param yetişmemişti. Bu yüzden çok daralmıştım. Fakat bugün bu zarf
imdadımıza yetişti. İşte bu ehlullahın amelidir, onların halleri böyledir.
Allah onlara kullarının sıkıntılarını ilham eder" dedi.
Menemen hadisesini hiç unutamazdı,
hemen her fırsatta öfkesine de hakim olamayarak etrafında bulunanlara
anlatırdı. O devirlerde o denli sıkıntı çekmiş ki "otuz sene hüküm
verseler bana müjde gelecekti" derdi. Fakat bir sene hüküm vermişlerdi.
Bu bir senelik mahkumiyetinin bir
kısmını Manisa'da bir kısmını da Adapazarı'nda çekmiştir. Manisa'daki hapishane
arkadaşlarından birisi de Şerafettin Efendi idi. Kendisi Nakşi olup Yalova
eşrafından bir zatmış. O da Menemen hadisesi yüzünden içeri alınan yüzlerce din
adamından birisiydi. Malumunuz Menemen hadisesi sonrası tüm ülke genelinde
yapılan tutuklamalar neticesinde 500 tane Hocaefendi hapse atılmıştı. Bunlardan
32 kişi idam edilmiştir. Hatta idam edilenler arasında baba-oğul da
bulunuyordu. Tutukluluk süresince ayrı ayrı tutulan baba-oğuldan, oğul idam
edileceği zaman yürümekten âciz yaşlı baba sürüklene sürüklene götürülmüş ve
oğlunun idam edilişi seyrettirilmiştir. Abdurrahman Efendi bu hadiseyi sürekli
anlatırdı... Esad Efendi'yi çok hürmetle anardı. "şeyhim, efendim"
gibi içten ifadelerle muhabbetini sıklıkla izhar ederdi. Şu beyti sürekli
söylerdi;
Ne yerden kârbâr-ı gam göçer olsa
konar bende
Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil
oldum ben
Arkasından da "ben eslafın yetimiyim,
yetimiyim" derdi... Abdurrahman Efendi gibi ilim irfan sahibi insanlar
gerçekten kolay yetişmiyor. Onların nasıl yetiştiklerini anlatmakta insan
zorluk çekiyor. Başta da söylediğim gibi Hocaefendi gönlü kırık yaşamıştır...
Kur'ân-ı Kerim'e hizmet babında yetiştirdiği talebeleri de şahittir, son
nefesine kadar hizmete gayret etmiştir.
Musa Efendi'nin kolaylıkla mı oraya
çıktığını zannediyorsunuz? "Zenginlik insana bir tuğyan sebebidir"
buyuruyor yüce Mevlâmız. Gerçekten de zenginlik imtihanı fakirlik imtihanından
zordur. Musa Efendi o zenginlik içinde yükselmeyi başarabilmiştir. Ben Musa
Efendi'nin vaktiyle Sami Efendi’ye nasıl hizmet ettiğini biliyorum. O derece
dikkat, tevazu, mahviyet… Gerek buradaki ve gerekse hac mevsimindeki hizmetleri
anlatmak mümkün değil. İçinde bulunduğu zenginliğe rağmen Sami Efendi'nin
misafirlerine son derece büyük hizmetkârlık yapardı. Bizzat kendi elleriyle
ikramlarda bulunurdu. Bu hizmetlerinin hepsi onun o kemale erişmesine neden
olmuştur. Bu yüzden ehli iman ve ehli irfan olarak ahirete göçmüştür. Bu
makamlara ulaşmak kolay olmuyor. Maddeten ve manen büyük fedakârlıklar
gerekiyor.
Abdurrahman Efendi'nin Esad Efendi
ile hukukunun nasıl oluştuğunu biliyor musunuz hocam?
Esad Efendi'nin Adapazarı ve
Hendek'te bir hayli ihvanı bulunuyordu. O yüzden kendileri sıklıkla buralara
gelip giderdi. Bu esnada hukukları oluşmuş. Vefatından öncesi son iki senesinde
Abdurrahman Efendi Ramazanlarda teravih namazlarını kıldırmış. Son derece
enteresandır: Menemen hadisesinden sonra "Sen Esad Efendi'ye teravih
namazını kıldıran kişisin, dolayısıyla onunla bir ilgin vardır" gerekçesiyle
Abdurrahman Efendi'yi de mahkûm etmişler. Sekiz sene devlet memurluğundan
mahrum bırakılmış. Uzun süre de takip altında bulundurulmuş. Bu dönemde
geçimini mukabelelerle sağlarmış.
Abdurrahman Efendi'nin Fehim adında
bir hocası varmış. Kendisi İstanbul Selimiye Camii’nin imamlığında bulunmuş.
35-40 sene kadar imamlık yapmış. Esad Efendi bir gün Abdurrahman hocaya Kur'ân
tahsilini kimden aldığını sormuş. "Fehim Efendi"den deyince Esat
Efendi bir hayli şaşırmış ve "Fehim Efendi ehli Kur'ân imiş ama bize
infakda bulunmamış" diyerek sitemini ifade etmiş.
Esad Efendi Kelâmî Dergâhı kapanınca
bir müddet Erenköy'deki Rıza Paşa Konağı'nda kalmış. Yerleşmeden evvel konak
bir tamirattan geçmiş. Abdurrahman Efendi de bu tamirat işinde bizzat çalışmış.
Bu çalışmalar esnasında bir gün Esad Efendi konağa gelmiş. Güneşli bir hava
imiş Abdurrahman Efendi ve diğer orada çalışanlarla bir müddet sohbet etmiş.
Gerek çalışma ve gerekse güneşin bizzat onların üzerine vurması sebebiyle
Abdurrahman Efendi'nin alnında şıpır şıpır ter akıyormuş. Hocaefendi alnındaki
teri eliyle silmeye çalışınca terinin çok güzel koktuğunun farkına varmış. Bu
koku birkaç sene boyunca hiç gitmemiş. Bunu Muhittin Efendi'ye söyleyince;
"Ona nisbet-il manevi kokusu derler. O koku efendinin kokusudur"
demiş. Bunu Muhittin Efendi'ye anlattıktan sonra o kokuyu bir daha duymadığını
anlatırdı...
Kendileri üstadımız Musa Efendi'nin
de katıldığı talebesi Mehmet Çevik Bey'in cenazesinde "Her insan dünyaya
masum gelir ama masum gitmek o kadar kolay değildir. Ben acizâne kendi
şehâdetimi ve kanaatimi söylüyorum Mehmet Çevik hoca masum gelmiş masum
göçmüştür" demişti. Ben de şimdi gerçi bizim şehâdetimiz bir şey ifade
etmez ama gerçekten de Abdurrahman Efendi bu dünyaya masum geldiği gibi masum,
fazilet ve kemâl sahibi olaraktan ahirete göçmüştür. Allah Teâlâ ona da Musa
Efendimize de gani gani rahmet eylesin, yerlerini boş bırakmasın...
Abdurrahman Efendi gerçekten de
derdini, kederini gizleyen, kimselere sıkıntısını anlatmayan son derece ketum
bir şahsiyetti. Bu hususiyetini hoca ile birlikte, nakledildikten üç ay sonra
Menderes'in kabrini ziyaret ettiğimiz bir sırada anlattığı bir hadiseden sonra
bir kez daha anladım. Adnan Menderes başvekil olduktan sonra şimdi ismini
hatırlayamayacağım emniyet genel müdürünü Abdurrahman Efendi'ye göndermiş.
Emniyet müdürü Adnan Menderes Bey'in selamlarını, hürmetlerini getirdiğini,
kendisinin Hocaefendi ile bizzat görüşmeyi çok arzu ettiğini, ancak ülkenin
içinde bulunduğu nazik ortam nedeniyle bunun şimdilik mümkün olmadığını
belirtmiş. Başvekil ayrıca Hocaefendiden kendisi ve ülkemiz için "yüce
mihraptan" dua etmesini istemiş. Ardından da emniyet müdürü Hocaefendiye
bir zarf takdim ederek "Başvekilimiz bunu kabul etmenizi istirham
ediyor" demiş. Hoca efendi zarfı açıp bir bakmış tam 500 lira. O zaman
için çok kıymetli bir miktar. Bu paranın aylarca yettiğini söylerdi... O kadar
uzun süre beraber olmamıza rağmen Hocaefendi bu hadiseyi bizlere anlatmamıştı.
Bu arada Adnan Menderes Bey hocaefendiye önemli bir mesaj daha göndermiş.
Ezanın aslına rücû ettirilmesinden dolayı halkın büyük teveccüh gösterdiğini
oysa daha "Kâbe-i Muazzama'dan düşürülen yüzlerce taştan bir taneciğini
yerine koyabildik, daha çok işimiz var" tarzında sözleri de iletilmiş.
Hoca Efendi bu tanımlamayı hatırlatıp "bunu düşünmek bir mümin
işidir" deyip Adnan Bey'in bu konudaki hassasiyetinden duyduğu
memnuniyetini ifade ederdi.
Musa Efendi ile hukukunuz ne zaman
başladı efendim?
Mısır'da okuduğumuz sıralarda Musa
Efendi'nin babası Nuri Bey ve Hulusi Bey hacca Mısır üzerinden giderlerdi.
Mısır'a geldikleri zaman Türk öğrencilerin kaldığı yurdu ziyaret ederler,
onlara maddi yardımlarda bulunurlardı. Nuri ve Hulusi Bey bizim de odalarımıza
gelir, hal ve hatırlarımızı sorar, hediyelerini bırakırlardı. İşte Topbaş ailesi
ile o günlerde başlayan hukukumuz Türkiye'ye dönünce de devam etti. Türkiye'ye
dönünce bir de baktım ki kayınpederimin de dostları, onu da sıklıkla ziyaret
ediyorlardı. Bizim evi birçok kez ziyaret etmişlerdir. Sami Efendi hazretleri
de kayınpederinizi ziyaret ederlerdi.
Burada Sami Efendi'nin hususiyetleri
hakkında da birkaç söz söylemek isterim. Sami Efendi son derece tevazu sahibi
idi. Arafat'taki vazifemizi tamamladıktan sonra Sami Efendi hazretlerinin
bulunduğu çadırı ziyarete gitmiştik. Çadırlarına girdiğimizde Musa Efendimiz
orada bulunan misafirlere şerbet dağıtıyordu. Sami Efendi bizim geldiğimizi
görünce fakiri yanına çağırdı ve "Geçenlerde hac ile ilgili bir meseleyi
sordular ama halledemedik, ne iyi oldu geldiğiniz, Allah gönderdi sizi" deyip
merak ettikleri meseleyi sordular. Benim yanımda da bir hac rehberi kitabı
vardı. Açıp baktık ve mesele ile ilgili detaylı bir malumat edindik. Sonra
"Elhamdulillah sıkıntımızı giderdiniz" diyerek teşekkür ettiler.
Bakınız bu mübarek insan o kadar insan içinde dini bir meseleyi sormaktan ve
tavzih edilmesinden çekinmiyor. Bunu yapabilmek bugün herkes için o kadar kolay
değil. Etrafımız "her şeyi ben bilirim" diyenlerle dolu. Bu tavır
kendilerinin ne denli tevazu, ne denli gösterişten uzak ve alçak gönüllü
olduklarının bir başka göstergesidir.
Sami Efendi hazretlerinin ne denli
tevazu ve kemal sahibi olduklarına dikkat çekmek için kendileriyle ilgili bir
başka hatıramı anlatmak isterim. Yine bir umre seyahati öncesi idi, hem izin
hem dualarını almak maksadıyla kendilerini ziyarete gitmiştim. Devlethanelerine
gittiğimde ikinci katta bulunuyorlardı. Fakirin umreye gitmek için istizan
etmeye geldiği haberini kendilerine ulaştırdılar. Bir müddet sonra mübarek,
Musa Efendimiz ile merdivenlerden inerek geldiler. Hemen yanlarına koşup öpmek
için ellerine uzandım. Mübarek narin yapılı oldukları için mümkün mertebe
ellerini incitmemek için hafifçe tutmuştum. Fakat kendileri benim elimi
kuvvetle tuttu ve öpmeye çalıştılar. Umreye giden birisi olmam hasebiyle fakire
hürmet göstermeye çalışmışlardı.
Hocam milletimizi derinden etkileyen
büyük bir felaket yaşadık. Bu hususta da bir şeyler söylemek ister misiniz?
Evet gerçekten herkesi derinden
etkileyen bir âfâtla karşılaştık. Benim kanaatime göre bu bir musibettir, masiyetimizin
cezasıdır. Musa aleyhisselam, "İçimizdeki sefillerin yüzünden bizi helak
etme" diyor.
Bu son felakette üç âfât var. Ateş,
gark ve harap... Üç müsibet birden aynı noktada toplandı. Neydi bu? Nasıl izah
edeceksiniz bunu? Son derece muhkem binalar bile yerle bir oldu.
"Söyle habibim O, size
üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye yahut sizi
birbirinize katıp bazınızın hıncını bazınıza tattırmaya güçlü olandır."
Biz yirmi senedir birbirimizi katlediyoruz. 80 önsesi sağcı-solcu kavgası
vardı, şimdi başka kavgalar... Asırlar boyu kardeş kardeş yaşayan bizlere ne
oldu da birbirimize girdik? İşte bu musibettir. Bir masiyetin cezasıdır. Din
kardeşliğini bırakacaksın da ondan sonra rahat edeceksin, bu mümkün değildir...
Bu dönemlerde Resulullah Efendimizin
(sas) siretini çok okumalıyız. Ashab-ı Kiram'ın müşrikler karşısındaki sabr u
sebatından dersler almalıyız. Din kardeşliğimizi yeniden ihya edip
istikametlerimizi düzeltmeliyiz. Yeniden mü'min olmaya, İslâmiyetimizi ihyaya
mecburuz.
Yeniden mü'min olmak için neler
tavsiye edersiniz?
"Bir kimse bildikleri ile amel
ederse Allah Teâlâ bilmediklerinin önünü açar" buyuruyor Peygamberimiz.
Öncelikle bildiklerimizle hakkıyla amel etmeliyiz. Yine Peygamberimiz
"Size iki şey bırakıyorum, bunlara yapıştığınız müddetçe dalalete
düşmezsiniz, sapmazsınız, o iki şey sünnetim ve kitabullahtır" diyor.
Kitabımıza ve Peygamberimizin sünnetine sarılacağız. Fasık ve facirlerin
muhabbetiyle onların sözleriyle yolumuzu şaşırmayacağız.
Ayet-i kerimede Allah Teâlâ "Ey
iman edenler Allah'dan korkun ve sadıklarla beraber olun" buyuruyor. Allah
Teâlâ bu ayette iman edenleri takvaya çağırıyor. Namazlarımıza dikkat
etmeliyiz, Kur'an tilaveti başta olmak üzere zikrullaha çokça devam etmeliyiz.
Üç tane zikir faslı vardır Kur'ân, evrad ve dua, bunlara dikkat etmeliyiz.
Tabii sadece bunlar kâfi değil aynı zamanda sadık kimselerle beraber olmaya
azami gayret edeceğiz. Bunları yerine getiren kimse Allah'ın izniyle selamete
çıkmış olur.
Efendim değerli vakitlerinizi
ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Kaynak : Altınoluk DergisiN- Ekim
-1999
https://www.altinoluk.com.tr/emin-sarac-hocaefendi-ile-hatiralar-gecidi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...