24 Aralık 2003

Eski Ramazanlar / Ahmet Çapku

               Çocukluğumda galiba Ramazan, Ağustos ayına denk gelirdi. O zamanlar fındıklar patoza verilirken insanların oruç tuttuklarını hatırlıyorum. Sonraları Temmuz ve Haziran’a kaydı. O zamanlarda ise dut topladığımızı ve onu iftar sofrasına hazır ettiğimizi anımsıyorum. Uzun günlerdi o zamanlar. İnsanlar sıcaktan bunalır ve su içme ihtiyacı duyarlardı. Yine aklımda kalan önemli bir hatıram ise, o zamanlar köyümüzde henüz mescid yapılmadığı için köy halkı bizim eve gelir ve henüz elektriğin de olmadığı o demlerde camlı lambanın ışığında bizim misafir odası dediğimiz yerde babamın veya büyük ağabeyimin imametinde teravih kılınırdı. Biz çocuklar ise daima arka saflarda olurduk. Arada bir kikirdeme tutardı biz çocukları namaz esnasında.

                Ramazan’ın apayrı bir yeri vardı insanımızda. Biz çocuklar “üçeleme” diye tabir edilen, Ramazan ayının başında, ortasında ve sonunda üçer günlük oruç tutardık. Ancak o ilk oruç tutma demleri bizim için hem bir sevinç kaynağı hem de açlıktan göz yaşlarımızı tutamadığımız zamanlardı. Hele de biz aç çocuklar iftar sofrasında akşam ezanını beklerken
acaba ne düşünmüşüzdür kim bilir...Yine çocukluğumda karşı köylerde ezan okununca babam evimizin misafir odasının penceresinden akşam ezanı okurdu. Köyün çocukları da bizim evde ezan okunmasını bekler ve ezan okununca: “ezan okundu” diye bir nara patlatır doğruca evlerinin iftar sofralarına koşarlardı.

               Ramazan’nın arefe günü akşamı bizim için ayrı bir mana ifade ederdi. Ramazan’ın son günü akşamı köy çocukları bir araya gelir, içimizden birine bir koyun postundan yapılmış seccade giydirir, diğer çocuklar da ellerine geçirdikleri teneke parçalarını davul olarak kullanır, bir kısmımız da elimize çan, zil alır ve hep birlikte köyü kolacan etmeye çıkardık. /Yeşil cami direk ister /Oynamaya yürek ister.../ türünden bir nakarat tuttururduk. Hane sahibi teyzeler de bize arefe günü bayram için hazırladıkları baklava, şeker, yumurta, fındık türünden hediyeler verirlerdi. Daha sonra biz topladığımız zahireyi bir yerde biriktirir topluca mideye indirirdik. Karşı köylerdeki çocukların da benzer türde ayinler yaptıklarını onların zillerinin ve davul seslerinin gürültüsünden anlardık. Bayram günü ise bambaşka bir gündü bizim için. En güzel elbiselerimizi giyinir, dedemiz, babamız ve ağabeylerimiz önümüzde olarak köyün Cuma ve bayram namazlarının kılındığı camisine yönelirdik. Namaz öncesi mutlaka geçmişlerimizin mezarları başına gider, bilenler Ya-sin, Teberake dualarını okur bilmeyenler onları dinler veya kısa süreleri okuyarak geçmişlerin ruhlarına bağışlardık. Bayram namazlarının kılındığı cami hıncahınç dolar, müminler hep bir ağızdan tekbir, salavat getirirlerdi. Namaz sonrası ise caminin iç avlusunda halka halinde bayramlaşma icra edilir ve hocanın duasıyla bayram namazı bitmiş olurdu. Küs durduğu kimselerle barışmak istemeyenler ise namaz sonrası bayramlaşmaya katılmadan evinin yolunu tutarlardı ve bu da halk arasında hiç de hoş görülmezdi...

               Eve geldiğimizde ilk iş anne-babamızın, köyün yaşlılarının elini öpmek olurdu. Onlar da bize hediye verirler ve bizi dua yağmuruna tutarlardı. “Allah ömrünü uzun etsin, düğününü güzün etsin...” şeklinde uzayıp giden dualardı bunlar. Akşamleyin ablalarım bize sökün ederlerdi. İşte benim en çok sevdiğim de bu olurdu bayramlarda. Ablalarımla haşır neşir olmak, yeğenlerimle oyuna dalmak, onların anlattıkları günlük hadiselere kulak misafiri olmak...

                Hayatımın akışı sırasında uzun yıllar Terme’de öğrenci yurtlarında kalmışımdır. Şehirde ilk Ramazan’ı Kumru’da tutmuş olmakla birlikte yedi yıl kadar Terme’de kaldım. Dolayısıyla gençlik yıllarımda Terme’deki ramazanların bende etkisi olmuştur. Bildiğim kadarıyla Kumru’da Ericek [?] köyünün hemen altında Kumru’ya bakan tepede [sanırım şimdilerde hakim ve savcı gibi üst düzey memurların kaldığı apartmanın hemen üst tarafında] bomba atılır ve ardından ezanlar okunurdu. Teravihlerde Merkez Camii genelde dolardı. Geceleri ise davulcular dolaşır, tanıdıkları hanelerin önünde hane sahibi ‘uyandık’ diyene kadar davul döverlerdi. Terme’de ise hayat sanki daha hareketliydi. Şehri ortadan ikiye ayıran ırmağın iki yanında hatırladığım kadarıyla Pazar Yeri Camii, Garaj Camii bir de Yeni Camii vardı. Ben en çok Müezzin Ahmet Şen’in görev yaptığı Yeni Camii’de teravihleri kılmayı yeğlerdim. Zira bu camide çok güzel vaazlar verilir ve hele de Ahmet Şen Hoca’nın namaz sonrası yanık sesiyle okuduğu âmenerrasûlü’yü dinlemek benim için apayrı bir lezzetti. Bu arada Terme’de farklı camilerde mukabele de okuduğumu hatırlıyorum. Arada biz talebeleri evlerine iftara davet eden zenginler de çıkardı.
           ...
           Ramazan’a dair yazılmış çeşitli eserler vardır.[1] Bu eserlerde Ramazan’la gelen şenlikler, iftar vermeler, bayram oyunları, hediyeleşmeler [diş kirası mesela], Ramazan sohbetleri, öğlen sonrası çarşı pazarın şenlenmesi, Ramazan şiirleri, sokak sesleri, komşuluk ilişkileri gibi muhtelif konular işlenir. Bu cümleden olarak Cenab Şehabeddin’in İstanbul’da Bir Ramazan isimli eseri zikre değer. Yine A. Ragıb Akyavaş’ın Âsitane I –evvel zaman içinde İstanbul- isimli eserinin ‘Ramazan’ bölümünde de önemli bilgiler vardır. Akyavaş’ın verdiği malumata göre iftar öncesi hanelerde bir telaş başlar, herkes kendi kesesine göre bir sofra donatırmış. Orta halli aileler ise mutlaka bir aşçı tutarmış. İstanbul’da Seraskerkapısı, Selimiye, Tophane, Baruthane, İcadiye, Salıpazarı ve Utarit Karakol Gemisi’nde iftar topları atılırmış. Selatin camilerdeki vaazlar ve hoş sadâ hafızların kıldırdıkları namazlar ise günün konuşma mevzusu olurmuş. Yine ‘diş kirası’ denilen iftara gelen ahbaba verilen bir hediyeden bahseder Akyavaş: “İftarlar edilip teravihler kılındıktan sonra ev sahibine hayır dualar ve daha büyük rütbeler, mansıplar temennisiyle konaktan çıkılırken misafirlere, tabii hepsine olmasa da bir kısmına, yani dostlara ve ahbaplara ve mensuplara diş kirası namı altında münasip bir miktar atiye verilmesi vükelalığın şânından sayılırdı. Bu verginin mutlaka para olması lazım değildi. Akran ve emsal arasında kıymetli bir tesbih, enfiye kutusu, kehribar ağızlık, tütün tabakası verilmesi de hoş görülürdü.” Yine vükela ve vüzera konaklarında, hali vakti yerinde olanların hanelerinde Ramazan imamları ve güzel sesli hafızların da tutulduğunu öğreniyoruz. Bugün ‘jet imam’ denilen ve çabuk teravih kıldıran hocalara geçmişte de rastlandığını görürüz. Bazı camilerde kıldırılan bu çok çabuk namaz kıldırma şekline eski İstanbullular ‘götürü yapı yapar gibi namaz kıldırıyor’ derlermiş. Konuyla ilgili Akyavaş’ın pek hoş bir lisanla anlattığı bir hadiseyi burada nakletmek isterim:

-          “Bizim Kadıköy’ünde Osmanağa Camii’nin imamı rahmetli Said Selman Efendi demir hafızlardandı. Usul ve makama aşina, şen ve neşeli, sevimli ve şakacı, yedi kuşaktan Kadıköylü bir İstanbul uşağı idi. Öyle bir teravih kıldırırdı ki benim diyen yiğit arkasından yetişemezdi. O, ikinci secdeden başını kaldırırken siz ancak rukûa varmışsınızdır. Cemaat secdede iken o zammı süreyi çoktan bitirmiştir. Zaten namazı da er-Rahmânü sûresinin kısa ayetleri ile kıldırmayı adet edinmişti. Ona uyanların içinde kalbi azıcık zayıf olanların veya karınlı göbeklilerin vay haline!... Said Selman Efendi’nin halini bilenler sırtlarına sokmak için ceplerinde ter beziyle camie gelirlerdi. Rahmetli büyükpederim, aman oğlum ne oluyorsun Allah aşkına böyle, sen torpido musun, diye şaka ettiğini kaç defalar işitmişimdir. O da cevaben gülerek, vapur kalkıyor, Direklerarası’na yetişecek var, derdi. Aklıma hoş bir fıkra geldi: Sultan Mahmud zamanında yaşayan Keçecizade İzzet Molla merhum, şair, âlim, nüktedan bir zattı. Böyle sür’at ekpresi gibi teravih namazı kıldıran bir imama uymuş. Molla merhum pek şişman, karınlı gövdeli bir zat imiş. Acele acele namaz kılarken, bostan dolabı gibi yatıp kalkarken adamcağızın nefesi kesilecek gibi olmuş. Namazın yarılandığı sırada dışarıdan kan ter içinde soluk soluğa biri camiye girmiş ve Molla’nın yanıbaşında durmuş. Vah vah vah! Namazı kaçırdık, yetişemedik diye kendi kendine söylenmeye, hayıflanmaya başlamış. Yorgunluktan burnundan soluyan Keçecizade’nin kafasının tası atmış, kendini tutamamış. Hemen iki tarafına selam verip namazı bozmuş: -Be birader! Biz [namazın] içinde iken yetişemiyoruz, sen ne söylüyorsun Allah aşkına, demiş.” 

              Bu cümleden olarak namazı kısa ayetlerle hafif tutan imamlar yanında hatimle namaz kıldıranlardan da bahseden Akyavaş, Fatih’te Sofiye tarikatı denilen ve ekseriya çarkçı deniz subaylarının oluşturduğu bu tarikat erbabının teravihi baştan aşağı Kur’an’ı okumak suretiyle kıldıklarını söylüyor ki, namazları sabaha kadar sürermiş. Ve namazları ‘demir hafız’ denilen hafızlığı çok güçlü imamlar kıldırırmış.

              Yine eski ramazanlarda İstanbul dilencileri yanında ‘goygoycu’ denilen Muharrem ayında kendilerine mahsus bir şekilde dilencilik yapanlardan da bahseder. Bu kişiler “Hasan Hüseyin’e olan işlere / Gökte melek yerde her can ağladı / Bağladılar hep suların yolunu / Soldurdular Fatma Ana gülünü / Ya, hoy goygoy caaanım! / diye söylenerek altışar kişilik gruplar halinde sokakları dolaşır zahire toplarlarmış. Bunun yanında özellikle ramazanlarda meddah, karagöz oyunlarına da ayrıca değinir Akyavaş.

            Gerçekte şimdilerde de Ramazan hep güzeldir, şenliktir, berekettir. En azından yaşayan biri olarak gözlemlerim bu doğrultudadır. Fakirlerin hal ü hatırı sorulur, camiler özellikle teravihlerde dolar, iftarlar verilir, kitap fuarları düzenlenir, akşam şenlikleri yapılır, minarelere mahyalar asılır ve kandiller yakılır, çeşitli yerlerde sohbetler yapılır vs. En azından Üsküdar’da yaşayan biri olarak Üsküdar Çadırı’nda düzenlenen akşam proğramlarını buraya kaydetmem bile burada Ramazan’ın ne kadar canlı olduğunu göstermeye yeter: 26 Ekim-27 Kasım 2003 Ramazan Proğramı: [Alıntılıyorum:] 26 Ekim 2003 Pazar: Mehmet Kemiksiz ve Tasavvuf Müziği 20:30; Sema Gösterisi 21:30; Hava-i Fişek Gösterileri...;/ 30 Ekim 2003 Perşembe: Osman Akbulut, Türk Halk Müziği 20:45; Tiyatro “Morartma Geceleri”, Hasan Nail Canat 21:30; Metin Şamdan, Türk Sanat Müziği 22:30;/...01 Kasım 2003 Cumartesi: Hacivat-Karagöz “İsmail Yeşilbağ” Ortaoyunu 20:45; Folklor Türkiye Şampiyonu Üsküdar Belediyesi Halkoyunları Ekipleri 21:30; Konser, “Songül Karlı” 22:00.../ 14 Kasım 2003 Cuma: Mehteran-ı Eyüp Sultan Konseri 20:45; Folklor Üsküdar Belediyesi Halkoyunları Ekipleri; Konser “Orhan Hakalmaz” 21:30.../ Elimdeki proğramda her gece için ayrı proğram var. Bunlardan bir kaçına gidebildim. Çadır ağzına kadar dolup taşıyor her renkten insanlarla. Ayrıca adı geçen çadırda her akşam sayıları binlerle ifade edilen insanlara belediye tarafından iftar veriliyor. Çadırın bulunduğu yer Demokrasi Meydanı’nda. Mimar Sinan yapısı Mihrimah Sultan Camii ile Yeni Camii denilen Valide Gülnüş Emetullah Sultan’ın yaptırdığı cami arasında bir yerde. Bu iki camiden karşılıklı /münavebeli okunan öğlen, ikindi ve yatsı ezanlarını dinlemek ise câna şifa gibi gelir. Bütün bunlara ilave olarak camilerde okunan mukabeleleri, çeşitli dernek ve kurumların muhtaç insanları arayıp sorarak dağıttığı muhtelif yardımları da ilave etmeliyim. Hele de bu tür kurumlardan birinde çalışıyorsanız, yardımlaşmanın insanın ruhunda bıraktığı tadı anlatmak belki de kabil olmaz.

             Yarın Ramazan Bayramı’nın ilk günü. Yine bayram namazları kılınacak, eş dost aranıp hal ü hatırı sorulacak, mezarlıklar ziyaret edilecek, büyüklerin elleri öpülür duaları alınacak. Bu arada hastanede, hapishanede ve gurbet illerde olanları da hatırda tutmak gerek. Dünyayı anlayıp ötelere iyi hazırlanmak için  mezarlıkları, hastane ve hapishaneleri ziyarete davet eder eski düşünürler. Galiba bu tür özel günlerde biraz da çocuk olmak gerek. Çocuklarla luna parklara gitmeye, onlarla birlikte oyun oynamaya ne dersiniz...

               Bu vesileyle bütün okurlarımızın mübarek Ramazan Bayramını gönülden kutluyorum. Hayra muvafık ne muradınız varsa nail olmanız temennisiyle...

                                                                                              Ahmet Çapku 24.11.2003
                                                                                                            Üsküdar




[1]  Bu cümleden olarak Cenab Şebadeddin, İstanbul’da Bir Ramazan,haz. Abdullah Uçman, İstanbul 1994, İletişim Yay.; A. Ragıb Akyavaş, Âsitane –evvel zaman içinde İstanbul-, Ankara 2000, 2 cilt. [bu eserin I. Cildinin 331-376. sayfaları Ramazan ile ilgili yazılardan oluşur]
******

BEKİR AKKAYA ÖZEL ARŞİVİ /SİZ DE GÖNDERİN YAYINLAYALIM... bekirakkaya@yahoo.com----kumruhaber@gmail.com ***Sitemizde yayınlanan yazı, fotoğraf ve dökümanlar başka bir site ya da dergi-gazetede yayınlanacaksa önceden yazılı izin gerektirir. Sitelerimizde yayınlanan diğer döküman veya belgeler , kaynak gösterilmek ve sitesinin ilgili sayfasına link verilmek koşuluyla yeniden yayınlanabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...