Bu içerikler Bekir Akkaya tarafından oluşturulmaktadır .İçeriklerin izinsiz ya da kaynak belirtilip link verilmeksizin kopyalanması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre suçtur.

31 Mart 2008

Her Şeyi Biliyorlar…ABDULLAH ÖZBEK

Mevlanâ, kılı kırk yararcasına her şeyden bahseden, fakat işin esasını ve özünü bilmeyen zamane bilginlerini eleştirirken şöyle bir hikâye anlatır…
Padişahın biri, oğlunu, başka bilgiler yanında, yıldız ve remil (fal)[1] bilgileri de öğrenmesi için hünerli bir topluluğa verir. Çocuk, pek aptal olmakla beraber, bu bilgileri elde edip tam bir usta olur.

Bir gün padişah, yüzüğünü avucuna alıp oğlunu denemek için yanına çağırıp ‘Bil bakalım, avucumda ne var?’ diye sorar.
Çocuk, avucundakinin, yuvarlak, sarı,
ortası boş bir şey olduğunu söyler.
Padişah, doğru bildin, der. Yalnız arkasından şöyle bir soru sorar:
—Peki, söyle bakalım. Böyle bir şey ne olabilir?
Çocuk cevabı yapıştırır:
—Kalbur…
Bu sefer padişah, şöyle bir soru daha yöneltir…
—Akılları şaşırtacak
kadar ince vasıflarını bildin de, kalburun avuca sığamayacağını nasıl bilemedin?[2]

İsterseniz, şimdi de, bizim zamane bilginlerine bir göz atalım…
Kitap yazıyorlar, unvanlar ve ödüller alıyorlar, gazete köşelerinde boy gösteriyorlar, medyada ahkâm kesiyorlar, geçmişten ve gelecekten haber veriyorlar, derin bilgiler sunuyorlar…
Bunlardan ne kadar da çok olduğunu, doğrusu insan, son zamanlarda daha iyi fark ediyor.

Hele de dillerine doladıkları bazı kelime ve kavramlar yok mu; bunların ne derece bilgili (!) olduklarını anlamaya yetiyor…

Peki, nedir bunlar?
Ülkenin etrafı hep düşmanlarla dolu imiş, dış güçler ülkeyi parçalamak için var güçleriyle çalışıyorlarmış, açık bir Pazar haline getirilmek isteniyormuşuz, içteki işbirlikçilerle hariçtekiler el ele veriyorlarmış, bizi bölmeye çalışıyorlarmış, laiklik, demokrasi ve cumhuriyetin yerinde yeller estireceklermiş, vahşi kapitalizm (globalleşme) başını alıp yürümüş, irtica her tarafı sarmış…
Daha neler, neler…

Bir kere, başımızı ellerimizin arasına alıp düşünelim…
Diyelim ki bütün bunlar doğru… Sizler ne yapıyorsunuz? Yazdığınız reçete ne? Çözüm nerede?

Suçluları güya biliyorsunuz… Öyleyse, niçin söylemiyorsunuz?

Arada bir, birileri çıkıp “ucu nereye kadar giderse gitsin” diyor; ama takibe nefesi yetmiyor.
Niçin?

Çünkü doğru beslenmemiş… Kondisyon da zayıf… Onun için de, ne sağlam vücut var, ne de sağlam kafa!
Aslında yapılacak çok doğru işler var…
En başta, her şeyimizle, kendimizi iyi tanımalıyız. Kültürümüzün kilometre taşlarından olan Yunus, bakınız, ne diyor?

İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendin bilmektir…
Sen kendin bilmezsen,
Bu nice okumaktır?

Evet, kendini bilmeyince bu iş olmuyor…

Şimdi soralım:

Böyle bir okuma yapıyor muyuz?
Kesinlikle hayır…

Onun için de, okullarımızda, bir türlü, gerçeğin bilgisini kavramaktan zevk alan nesiller yetiştiremiyoruz. Zaten bilimsel keşiflerde pek esamimizin okunmaması bunu açıkça göstermektedir.

Ne yapılmalı, derseniz… Yeni bir amaç, yeni bir metot ve müfredat belirlemek lazım… Ha şunu da söyleyeyim… Verilmeye çalışılan bilgilerin (!), en az üçte ikisi programdan çıkarılmalı. İlke de şu olmalı:

Aslanı koyun yetiştirme metoduna tabi tutmamak…

İkincisi, insanımızı çok korkutuyoruz. Ve bunu da “hüner” sanıyoruz. Bu çok yanlış… Bir anlamda bu, düşmanların propagandasıdır. Bilerek ya da kasıtlı olarak, bizim bilgin (!) takımı bunu hep yapıyor…

Bir kere, elin adamı, kolay kolay senin hayrını düşünür mü? Sen, onun hayrı ile kendi hayrını aynı noktada buluşturabilirsen, büyük başarıdır. Her şeyden önce bunu kafana koyacaksın…

Üçüncüsü, kişilere, kendisine ve başkalarına zarar vermemek şartıyla, hürriyet vermek gerekir. Bilirsiniz ki ata meydan gerektir…

Dördüncüsü, toplumda kuruların yanı sıra yaşlar da yakılıyor. Öyle bir hava estiriliyor ki, memlekette sanki hiç doğru dürüst adam kalmamış! Bu tip bir düşünce ve hareket, tehlikesine işaret edilen çevrelerin ekmeğine yağ sürmektir.

Yapılacak iş şu…
Dürüst insanlara öncelikle sahip çıkılmalı. Sonrası kolay…

Beşincisi, adâleti isteyen ve bunu ayakta tutan nesiller yetiştirmek şarttır.
Bakıyorsunuz, herkes adâlet istediğini söylüyor. Aslında, gerçek anlamda isteyen çok az. Bunu toplumun her kesiminde görmek mümkündür.

Altıncısı ise, otorite hiçbir zaman, kafası çalışmayanların elinde oyuncak haline getirilmemeli.

Yedincisine gelince…
Toplumun, ayakları yere basan müspet ve anlamlı bir gelecek tasavvurunun olması şarttır. Yoksa rotasızlık, bir gün kayalara bindirmekle sonuçlanabilir.

Şunu açıklıkla söylememe müsaade ediniz…
Biliyor musunuz, her defasında, ister içerde olsun ister dışarıda, yeni olaylara hep hazırlıksız yakalanıyoruz. Çünkü, ne doğru dürüst düşünürümüz var ne de siyâset adamımız!
Eğer bunlar daha fazla göz ardı edilirse, gemi su alır ve hepimiz birden batarız. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Tabiî ki bu düzelme işi, kalburu avucunun içine sığdırmaya çalışan kafalarla olmaz. Ne yapıp yapıp bunlardan kurtulmak gerekir…

Benim diyeceğim o ki, sizler de bu konuda biraz kafa yorunuz… O zaman, yapmanız gerekenleri daha iyi anlayacaksınız…
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Reml, Arpça “kum” anlamına gelmektedir. Reml falı, kumun üzerine bazı işaretler yapılarak gerçekleştirilir.

[2] Mevlanâ, Fîhi Mâ-Fîh, Tercüme ve açıklama: Abdülbaki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İst. 1959, s, 14-15.
Abdullah Özbek
aozbek@haberk.com
http://www.haberk.com/haber/yazi.asp?id=1524

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...