Türk sinemasında din yıllar boyunca şekilden şekile girdi; görmezden gelindi, itildi kakıldı, tahta oturtuldu… Son yıllarda çekilen filmlerde ise dinî temalara alaka arttı. İşte Yeşilçam'da dinin kısa tarihi...
Umut, Antalya’da kendi hâlinde yaşayan bir gençtir. Kız arkadaşı ve ailesiyle sıradan ilişkileri vardır. Onun hayatındaki kırılma süreci İstanbul Üniversitesi’ni kazanmasıyla başlar. İlk etapta her şey normaldir. Okula kaydını yaptırır ve kantindeki ilanlara bakarak kalacak ev arar. Öğrenci evlerini de bu vesileyle tanır. Fakat yaşamaya başladığı evdeki mistik ve doğaüstü olaylar zamanla hayata bakışını değiştirir. Çevresindeki ağabeylerin de etkisiyle gün geçtikçe ibadetler ve ritüellerle örülü bir dinî hayatı benimser. Başlangıçta her şey normaldir. Fakat değişiminin şiddeti gün geçtikçe artar ve Umut radikalleşmeye başlar. Bu dönüşüm onu ailesi ve çevresinden
yavaş yavaş uzaklaştırır, kız arkadaşıyla arası bozulur. Gittikçe fundamentalist bir kimliğe bürünür. Umut için son durak, bir intihar eylemcisi olmaktır….
Bu hikâye 21 Mart’ta vizyona girecek Girdap filminin ‘sinopsis’inden. İçeriğinde El Kaide’den Türkiye-ABD ilişkilerine, fundamentalizmden Ortadoğu’da oynanan oyunlara kadar birçok konuya gönderme var. Filmin konusuna bakılacak olursa, önümüzdeki günlerde çok konuşulacağı ortada. Girdap, “muhafazakâr insanlar üzerinden dış güçlerin ülkemizde oynadığı oyunları nazara verme” niyetinde. Her ne kadar filmin senarist ve yönetmeni Talip Karamahmutoğlu dinî bir film çekmediğini dile getirse de senaryosunda dine ve dinin algılanışına yaptığı vurgu aşikâr.
Vizyona girmediği için izleme imkânı bulamamamız, Girdap hakkında derinlemesine yorum yapmamıza mâni… Lakin içeriğinden yola çıkacak olursak geçen yıl vizyona giren Takva filminin ardından yapılan tartışmaların benzerlerini duymamız muhtemel. Talip Karamahmutoğlu, destek almak için projesini Kültür Bakanlığı’na sunduğunda benzer yaklaşımlara maruz kalmış. Senaryoyu okuyanların bir bölümü filmin din propagandası yaptığını, diğerleri de dini eleştirdiğini öne sürmüş. Yönetmen, “Bizim dinle bir derdimiz yok. Dinin insanları kamplaştırması beni korkutuyor. Bugüne gelinmemeliydi.” diyor.
Karamahmutoğlu, senaryoyu yazarken gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkmış. Ona göre Umut’un öğrenci evlerinden intihar eylemciliğine sürüklenmesi abartı değil. DHKP/C’nin Ankara’da Adalet Bakanlığı’na canlı bomba ile saldırması, El Kaide’nin İstanbul’da üç yerdeki eşzamanlı eylemleri, PKK’nın çarşı pazarda, kafeteryalarda intihar bombacılarıyla katliam yapması buna örnek!... Yönetmen, gösterilen ile perde arkasında yaşananın farklı olduğuna inanıyor. Karamahmutoğlu’na göre günümüzde dış güçler tarafından din kullanılıyor; fakat ileride daha önce olduğu gibi bunun yerini ülkücülük, solculuk ya da herhangi bir ideoloji alabilir. Yaşananlardan süzerek kurduğu cümlesi şu: “Görünen, bilinmesi istenendir.”
DİNİN PERDEDE ŞAHLANIŞI
Girdap son yıllarda vizyona giren, dinî temalardan beslenen filmlerden yalnızca biri. Niyetini okumak için henüz erken. Amacı dini eleştirmek mi, övmek mi, anlamak mı, sorgulamak mı, malzeme etmek mi? İzledikten sonra göreceğiz. Hâlbuki yıllar yılı Türk sinemasında dinî motifleri görmeye çok da alışık değildik. Yeşilçam’da daha çok bir hoca tiplemesine sıkıştırılırdı din imajı. Doğrusu hiç de sempatik bir portre çizilmezdi. Kara kaşların gölgesinde fırıl fırıl dönen bir çift göz, karışmış takma sakalın altında sağa sola eğrilen ağız ve koca göbeğin üzerinde buluşup ovuşturulan eller… Genelde halkı ayaklandıran, menfaatinin peşinde koşan, fitne fücur bir kişi olarak ya da ‘yalan yanlış’ resmedilen bir cenazede, nikâh töreninde ekrana uğrardı ‘hoca’lar…
‘Seküler’ ya da ‘laik’ sıfatıyla tanımlayabileceğimiz sinema, dini görmezden gelmeyi, gösterdiğinde de hakaret etmeyi tercih etti yıllar boyu. Bir dönem ‘Hazretli filmler’ furyası çıktı. Peygamberlerin, evliyaların hayatları art arda sinemaya aktarıldı. Fakat yönetmenleri harekete geçiren daha çok ticari kaygılardı. Nihayetinde ‘dini’ tahta oturtan, bir nevi sloganlar atılan ‘millî sinema’ ekolü perdeye uğradı. Cihat aşkıyla filmler âdeta yandı tutuştu. Din hâlden hâle girdi Türk sineması seyrinde. İnançları öven, yeren, merkeze alan, görmezden gelen çok sayıda filmi izledik yıllar boyu.
Son dönemlerde yeniden hemen her hafta vizyona yeni bir Türk filmi giriyor. Korku sinemasından aksiyona, fantastikten tarihî örneklere kadar her çeşit mevcut. Filmlere kuş bakışı göz attığımızda ‘dinî temalara’ rağbetin arttığını görmek zor değil. ‘Girdap’, ‘Takva’, “Adem’in Trenleri” ya da ‘Semum’ gibi merkeze bu konuları alanların yanında ‘Beş Vakit’, ‘Dabbe’ gibi çıkışında dinî olandan beslenen de var. Ya da ‘Araf’, ‘Kader’ gibi isminde esinlenenler. ‘Polis’ veya ‘Kurtlar Vadisi Irak’taki gibi senaryoda dinî motiflerden beslenenler… ‘Yumurta’, ‘Sıfır Dediğimde’ gibi daha derin bir üslup seçenler... Ulak’taki gibi İslamiyet, Hıristiyanlık ve diğer dinlerden müteşekkil tabiri caizse ‘küresel’ bir din tasvir edenler...
Peki, ne oldu da eskiden zoraki rağbet edilen, sevimsiz addedilen dinî mevzulara alaka arttı? Hoca sadece kötü, itilmiş bir figürken şimdi kim mikrofonu ona uzattı? Yönetmenlerin din hususundaki tavrı, eski yaklaşımlardan ne kadar farklı? Yoksa iktidarla beraber görünürleşen dinî değerlerin popülaritesi mi yükseldi?
Biraz daha mesafe alırsak, farklı sorular da türetmek mümkün. Bütün dünyada dinî konulara, özelde İslamiyet’e artan tecessüs ortada. Yoksa bunun bir tezahürü mü Türk sinemasındaki alaka? Batı dünyasını kasıp kavuran İslam fobisine (İslamofobia) ne kadar hizmet ediyor festival festival dolaşan Türk filmleri? Misyoner bir üslup mu belirliyor yönetmenler yoksa prim yapacak tarzda karalamayı mı tercih ediyor dini? İşte bu dosyanın harekete geçiş noktaları ve yönetmenlerin, senaristlerin, film eleştirmenlerinin ilginç değerlendirmeleri…
DELİREREK BİTEN SEYR-İ SÜLÛK
“De ki: Değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti. Zaten sahte ve tutarsız olan er ya da geç yıkılıp gitmek zorundadır.” İsra suresinin 81. ayeti ile açılıyor Özer Kızıltan’ın yönetmenliğini, Önder Çakar’ın da senaristliğini yaptığı ‘Takva’. 2006 Aralık’ta vizyona giren film, konumuz açısından zengin bir içeriğe sahip. Gösterime girdiği dönem de çok konuşuldu, tartışıldı. Hikâye özetle şöyle: Muharrem, İstanbul’da babasından kalan evinde bir başına yaşamaktadır. Vaktinin büyük bölümünü bağlı bulunduğu dergâhta ibadetle geçirir. Kendini Allah’ın buyruklarına adamıştır ve bu şekilde günah ve kötülükten sakındığını düşünür. Bağlandığı tarikatta, dünyadan elini eteğini çekmişliği ile dikkat çeken Muharrem’e, şeyh tarafından mali işler sorumluluğu verilir. Tarikata ve şeyhe duyduğu güven, saygı ve dahi Allah sevgisi-korkusu ile bu göreve itiraz edemeyen Muharrem, kaçtığı dünyanın tam içinde bulur kendini. Vicdan azabı en çok rüyalarına giren kadın, para ve içki ile onu rahatsız eder.
Takva’da, Erkan Can’ın oynadığı tarikat ehli dindar Muharrem’in seyr-i sülûkunu delirerek noktalandırdığını görürüz. Adeta bir ‘Katolik’ tutuculuğuyla hayattan kendini tecrit eden, cinsellikten ve dolayısıyla kadınlardan şeytandan kaçar gibi kaçan karakterin bozulma süreci, tarikatın mali işler sorumluluğunu almasıyla başlar. Rüyalar ise her gece onu kaçtıklarıyla yüzleşmeye zorlar. Filmin son karesinde Nazım Hikmet’in dizeleri çıkar karşımıza: “Çok alametler belirdi, vakit tamamdır. Haram, helal oldu helal haramdır. Kendi kendimize yarışmaktayız gülüm. Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya da dünyamıza inecek ölüm.”
Takva, vizyona girmeden önce zikir ayini çekimlerinde polis baskını yapılmasıyla gündeme gelmişti. İzlendikten sonra da en çok bu görüntüler üzerine yorumlar yapıldı. Türk sinemasında ‘Derviş’ ya da ‘Kurtlar Vadisi Irak’ gibi filmlerde dergâhlara uğrasak da bu kadar teferruatlı bir zikir sahnesini daha önce görmemiştik. İlk tepki Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterimin ardından yapılan söyleşide geldi. İsmini beyan etmeyen bir kadın izleyici, bu kadar ‘cüretkâr’ zikir sahnelerinin aynı zamanda ‘teşvikkâr’ olduğu görüşündeydi ve durumdan rahatsızdı. Muhafazakâr kesimin şikâyeti ise ‘Takva’ başlığının altının yanlış doldurulmasıydı. Muharrem karakteri, takva sahibi bir insanı resmetmiyordu.
HASTALIKLI, ZAVALLI DİNDAR ADAM
‘Takva’ kadar dikkat çekmese de ondan bir vakit sonra, Mart 2007’de vizyona giren “Adem’in Trenleri” de benzer bir dindar portresi çiziyordu. Bu defa Cem Özer’in canlandırdığı Hasan Hoca’ydı başkahramanımız. Yine dini bütün, yine hayattan elini eteğini çekmiş, çevresindeki insanlarla iletişimi kopuk ve tabii ki cinsellikten kaçan. Öyle ki karısına bile elini sürmeyen bir hoca.
“Adem’in Trenleri”nde hikâye; imam, hanımı ve küçük kızlarının bir Ramazan sabahı vardıkları köyde başlar. Köylü başta istemese de hocayı bir ay ağırlamaya karar verir. Fakat Hasan Hoca’nın sessiz, adeta ruhu çekilmiş karısı ve parmağını ağzından çıkarmayan, psikolojik rahatsızlık emareleri taşıyan küçük kızı köylünün dikkatini çekecektir. Bu ‘mendebur’ adam ne yapmış da çocuğu ve kadını bu hâle getirmiştir? Köy ahalisinin dedikodularında hocaya bir ‘zavallı’ bir ‘gaddar adam’ faturası kesilir. Filmin ilerleyen dakikalarında gerçekler anlaşılır; Hasan Hoca, Bekir adlı bir gencin yıllar önce kirletip terk ettiği Hacer’i korumak için nikâhına almıştır. Bekir’in günahının bedelini ödemeye razı olmuştur. Bu, ona göre büyük sınavın bir parçasıdır. Yoksulluğuna rağmen Hacer’e ve kızına karşılık beklemeden yıllarca bakar. İki tarafın da kabullendiği hayat bir şekilde ilerler. Ta ki Hasan Hoca tren istasyonundaki köye imam olana kadar; burada Bekir karşılarına çıkacaktır…
MODERN HAYATTA DİNİN YERİ YOK!
Film boyunca hocanın Yeşilçam filmlerinden aşina asık yüzünü ve çocuklara verdiği, zaman zaman korku filmi efektli dersleri dinliyoruz. Bir yandan da onun ‘yumuşak kalpli’ biri olduğunu alt metinden anlıyoruz. Sonunda karakter, yine hızlı bir dönüşüm yaşıyor. Bu defa olumlu manada…
‘Takva’ ile “Adem’in Trenleri”nde konular birbirinden çok farklı olsa da çizilen dindar tipler hemen hemen aynı. Dertleri de, sosyal hayattaki ilişkileri de, korkuları da… Filmlerde yönetmenlerin problemli ‘dindar insan’ algılarını da görmek zor değil. Benzer yaklaşımların daha belirginlerine eski Türk filmlerinden de alışığız. Her ne kadar yönetmenler çalışmalarını Yeşilçam Sineması’ndan arî tanımlasa da biçimsel değilse bile duruş benzerlikleri ortada. Akademisyen sinema yazarı Tül Akbal Süalp’e göre Takva’daki Muharrem’in Yeşilçam’daki ötekileştirilmiş hocadan pek de farkı yok. Burada hocanın yanına yaklaşılmış, yakından bakılmış. Hatta eskiye nazaran daha turistik bir tavır alınmış.
Eskiden hoca tiplemeleri senaryonun küçük bir bölümünü işgal ederdi. 1970’lerin algısında dinin gündelik hayattaki yeri yüzde 10 civarında temsil ediliyorduysa bugünlerde oran 60-70’lere ulaşabiliyor. Bu sebeple dinî motifler sadece bir olgu iken şimdi konunun tamamına şamil olabiliyor. Peki, nasıl işleniyor? Sinema eleştirmeni İhsan Kabil’e göre örneklerin bir bölümünde yaklaşım yıkıcı. Önceki hoca tiplemelerinin bir nevi büyütülmüş hâli. Mesela Takva’da dinin günlük hayatta yaşanamazlığına dair bir söylem hâkim. İnancın modern, dünyevileşmiş, çağdaşlaşmış günümüz dünyasında asla umdelerine bağlı yaşanamayacağını savunan ve bunu önerme olarak sunan bir film. Artık hayatta ona yer yok. Gerçeklerle yüzleştiğinizde ‘düzelmek’ ya da ‘bozulmak’ zorundasınız. Dayanamazsınız. Bu durumda yenilenmek, asıl gerçekliğe göre konumlanmak şart. Kabil’e göre Takva, Kur’an’dan seçtiği ayetten, takva yazısının kırılmasına ve son karedeki Nazım’ın sözüne kadar her sahnesinde bu söylemin peşinde.
İYİ HOCA, SADECE NASREDDİN HOCA!
‘Takva’nın senaristi Önder Çakar’a Muharrem karakterinin klasik hoca tiplemelerinden farkını soruyoruz. Ona göre Yeşilçam klişeler topluluğundan ibaret. Nasıl yeni akım sinemanın eskisiyle alakası yoksa Muharrem de bildik hoca tiplemelerinden tamamen farklı. Yeşilçam’da örneğin öğretmenler her zaman iyidir, hoca kötüdür. Hulusi Kentmen babacan işadamıdır; fakat işçiler pek sempatik çizilmez. Türk sinemasında azınlıklar da olumsuz imajdan nasibini alır. “Bunlar Cumhuriyet ideolojisinin bir yansıması. Bizde iyi hoca bir tek Nasreddin Hoca’dır.” diyor Çakar.
Takva’daki Muharrem karakteri dine kendini o kadar çok kaptırmış ki dünya işleriyle irtibatı arttığında bünyesi bunu kaldıramıyor ve deliriyor. Din ile modern hayatın bir arada yürüyemeyeceğine dair gönderme senaryoya hâkim. Çakar, bu görüşe karşı çıkmıyor: “Ben kapitalizme karşıyım. Kapitalist insan ilişkilerinin sadece İslamiyet’le değil insan ruhuyla bağdaşmadığına eminim. Herkes zorluk çekiyor. Manevi duyarlılıklı insanlar da sıkıntılar yaşıyor. Muharrem’in kültürü bununla mücadele etmeye yetmedi.”
FİLMİN ADI ‘BEŞ VAKİT’, AMA…
‘Takva’ ve “Adem’in Trenleri”nde, senaryonun merkezinde dindar bir şahsiyet var ve olay bu çerçevede örülüyor. Bunların dışında son dönemde vizyona giren filmler arasında ‘Beş Vakit’, ‘Dabbe’ gibi çıkış fikrinde ya da ‘Araf’, ‘Kader’ gibi sadece isminde İslami referanslardan beslenenler de var. Eylül 2006’da seyirciyle buluşan ‘Beş Vakit’, namaz vakitlerinden ilham alsa da dinî değerlere mesafeli duruyor. Yönetmenin bunu özellikle tercih ettiği hissediliyor. Yüksek kayalıklar üzerine kurulmuş küçük köyün sakinlerinin beş vakit okunan ezana göre hayatlarını şekillendirmeleri filmin teması. Bu hikâyenin merkezindeki 12 yaşlarında üç çocuk, aileleri ile sorunlar yaşamaktadır ve büyümek onlar için daha çok acı çekmekle eşdeğerdir. ‘Beş Vakit’in sadece çıkış fikrinde ezan vakitlerinden beslenilir, içerikte buna dair herhangi bir tezahür göremeyiz. Erdem, sabah ezanını aydınlıkta okutacak kadar da uzağındadır meselenin. Daha önce çektiği ‘A Ay’ ve de ‘Kaç Para Kaç’ta okunan ezanlar gibi buradakine de nesnel yaklaşır. Sunumunda ise ‘Beş Zaman’ gibi genel bir isim yerine ‘Beş Vakit’i tercih eder. Filmde alışık olduğumuz köy kültüründen, gelenekten bağımsız bir atmosfer vardır. Seçilen müzik, Freudyen sancılar bildik köy hayatından beslenmez. İhsan Kabil’e göre bu ‘anti’ bir bakış: “Her ne kadar film sinematografik açıdan değerler taşısa da dinî, ailevi-toplumsal ilişkilerde yıkıcı bir unsur olarak kullanılıyor.”
Reha Erdem’in tam tersi tavır sergileyen yönetmenlerden biri Zeki Demirkubuz. Ona göre sanat, dinsellik özünü taşıyabilen en önemli olgu. Sinema da yedinci sanat pozisyonunda diğerlerinden ayrılıyor. O, filmlerinde dinden değil; ama dinsel bir özden besleniyor. Kader, boyun eğmek, gönüllü kulluk ilgi alanına giren konulardan birkaçı. Son filmi Kader’de de bir duygu silsilesinin sonuna takılı Bekir’in benliğini sıfırlayarak kendinden, hayattan vazgeçtiği ‘tutkulu aşkı’ anlatılıyor. Senaryo, yönetmenin kader algısı üzerinden şekillenirken, soru işaretlerini de ifşa ediyor. Fakat yönetmen diğer filmlerinde olduğu gibi burada da ‘kötü’yü merkeze alıyor.
Son dönem vizyona giren Çağan Irmak’ın ‘Ulak’ını da konumuz başlığı altında değerlendirmek mümkün. Yönetmen, masal ile gerçeği mezcettiği fantastik hikâyesinde bir de kurgusal dine yer veriyor. İçerisinde havarilerin bulunduğu, Müslüman isimlerin zikredildiği ve ilhamla ‘Mehmet’in kitabı’nın yazıldığı, ‘ulak’ın beklendiği bu din, İslamiyet’ten derin izler taşıyor. Kitaba uymayanlar gazaba uğruyor ve iyiler onlara gönderilen bu musibetin içinden sıyrılıyor.
BURASI TÜRKİYE, İNSANLAR NAMAZ KILAR…
Dinî temaların içinden ya da civarından geçen örneklerin dışında bir de uğradığı filmler var. Eskiye oranla artık bir aksiyon sahnesine geçmeden önce ya da duygusal bir aşk molasında namaz kılan ya da Kur’an okuyan bir simanın perdeye çarpma ihtimali çok daha yüksek. Zikir sahneleri de son dönemlerin hitlerinden. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ bunlardan biri. Şubat 2006’da vizyona giren film, televizyondan edindiği şöhretin de etkisiyle yoğun ilgiye mazhar olmuştu. Mevzu; Polat Alemdar’ın Kuzey Irak’ta yaşanan çuval hadisesinin intikamını almak üzere yollara düşmesiydi. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ta alıştığımız hoca tiplemelerinin aksine sağduyulu bir şeyh portresi tercih edilir. Zikir sahneleri çok tartışmaya sebebiyet verse de beğenilir. Bir yıl sonra vizyona giren ‘Anka Kuşu’nda da Mesut Uçakan zikir ayinine yer verecektir. Takva’daki zikir görüntülerine ise yazının başında değinmiştik.
2007’nin Şubat ayında gösterime giren ‘Polis’in yönetmeni Onur Ünlü, filminde dram/macera/polisiye türlerini mezcediyor. ‘Polis’te yıllardır kazandığı başarılarla cinayet masasında tam bir efsaneye dönüşen Musa Rami’nin 63. doğum gününü kutladığı dönemde başına gelen belaları ve kendisinden 40 yaş küçük üniversite öğrencisi Funda’ya beslediği karşılıksız aşkı nazara veriyor. Türk sinemasında alışık olmadığımız bir kurgu tarzıyla bizi geçmişte, gelecekte ve farklı mekânlarda salınımlara uğratan filmin bazı sahnelerinde namaz kılan, Allah’a dua eden Musa Rami ile karşılaşıyoruz. Bunlar nispeten tanıdık; fakat Musa Rami’nin alnına silahı dayayıp hayata veda etmeyi planladığı bir anda arkadan gelen Kur’an tilaveti ve altyazıda geçen manası ilgiye değer.
Filmin yönetmeni Onur Ünlü’ye bu sahnelerle alakalı çok soru yöneltilmiş. Yönetmene ilginç gelen; Türkiye gibi Müslüman ağırlıklı bir ülkede filmlerde görülen dinî unsurlara bu derece şaşırılması. Din meselesinin özel bir vakıa gibi algılanması. ‘Bu bence biraz sıkıcı. Burası Türkiye. Burada insanlar namaz kılar, oruç tutar… Sosyal hayatta bu ibadetlerin görünürlüğü çok sıradan. 80-85 yıldır bu ülkede sinema yapılıyor. Benim uyguladığım çok basit bir şeydi; okunan Kur’an’ın altına mealini yazdım. Bunu yapmamam özensizlik olurdu.” Yine de bu sahnelerin risk barındırdığı görüşünde: “Beni bunun üzerine kategorize edebilirlerdi, üzerim bu sebepten çizilebilirdi. Lakin benim yaklaşımım filmin geneline bakılarak anlaşıldı.”
DİN YÜZÜNDEN ‘ÇİZİLEN’ FİLM
‘Semum’un yönetmeni Hasan Karacadağ’a göre Onur Ünlü’nün kaygılarının vücut bulduğu bir örnek kendi filmi. Korku türündeki ilk yaratık filminin konusu, bedenine semum hâkim olan Canan adlı karakterin yaşadıklarıdır. Kontrolden çıkan, kendine ve çevresindekilere zarar veren kadına yardım konusunda tıp aciz kalır. Onu şifaya kavuşturacak kişi Pakistan’da ilim tahsil etmiş bir âlimdir. Cevşenden okuduğu duaların gücüyle Canan’ın vücudundan semumu çıkartır. Karacadağ bu sahneleri sunarken bol dijital efekt ve animasyonlarla görüntüyü zenginleştirir.
Semum, vizyona girdikten sonra izleyiciden yoğun ilgi görür. Bu, yönetmeni ziyadesiyle memnun eder. Fakat anlamadığı, eleştirmenlerin Semum’u görmezden gelmesidir. Hiçbir sinema dergisinde Semum’a yer verilmemesi moralini bozar. Karacadağ, filminin dinî içeriği yüzünden üzerinin çizildiği kaygısında. Bundan sonra çekeceği filmler konusunda artık kafası karışık. “Kendim çalıp kendim oynayacaksam istikametimi değiştirebilirim.” diyor. Ona göre Türkiye hâlâ sanatçıların rahatlıkla fikirlerini ifade edebilecekleri bir ülke değil. Yıllardır Japonya’da yaşadığı için bu durumu bilmediğini, yeni fark ettiğini ve şaşırdığını dile getiriyor.
Çekilen ve proje aşamasındaki filmlerden yola çıkarak Türk sinemasında dinin yıldızının parladığına vurgu yapmak garip olmasa gerek. İster istemez akıllara “Ne oldu da son dönemlerde Türk sinemasına dinî temalar bu kadar uğrar oldu?” sorusu canlanıyor.
Siyasi ve sosyal hayattaki dönüşüme baktığımızda bunun cevabını kısmen de olsa görmek zor değil. Geçmişte yokmuş addedilen muhafazakâr kesim artık iktidarda arz-ı endam ediyor. Dindar insanların problemleri gündemi daha fazla işgal eder oldu. Başörtü sorunundan tutun da dinî eğitime kadar her mevzu gazetelerin manşetlerini, haberlerin spotlarını dolduruyor. Şeffaflaşan ortamda muhafazakâr kesimin sorunları, hayatı, yediği, içtiği daha bir görünür kılınıyor. Bu ortamdan beslenen alaka o derecelere ulaşıyor ki; dinî konular da insanlar da zamanla popüler bir malzemeye dönüşüyor. Sokaktaki hayatın yansıması nasıl televizyonda, gazetelerde zuhur ediyorsa beyazperdede de gün geçtikçe belirginleşiyor. İhsan Kabil durumu şu sözlerle özetliyor: “Türkiye’nin toplumsal-siyasal yapısındaki değişiklikler sinemayı da etkiledi. Yönetmenler bu dönüşüme kayıtsız kalamadılar. Sinema da dini, hayatın tabii bir parçası olarak ele almaya mecbur kaldı.”
BATI’NIN HIRİSTİYANLIĞA BAKIŞI GİBİ
Sinemacıların kendi çevrelerinden çıkıp dışarı bakmaları veyahut ‘çevre’den yetişen yeni yönetmenler Türk sinemasında dine farklı bakışın da vesilesi. Bunda 28 Şubat süreciyle gelen yasaklar, baskılar ve beraberinde bir kesimin sürekli gündemde tutulması da büyük oranda etkili Tül Akbal Süalp’e göre: “Bu ülkede çok keskin uçlar yıllarca karşı karşıya getirildi. Bu, beraberinde merakı da tetikledi. Yasaklar cazibe alanları açtı. Bir şeyin örtüsünün kaldırılması, bakılmayana bakma arzusunu da beraberinde getirdi.”
Hâlbuki yıllarca perdede izleyiciye sunulan; kulaktan dolma bilgilerle bezeli, garip bir din tasviriydi. Bu filmlerde taşrada bir köye gittiğinde ‘selamünaleyküm’ yerine ‘merhaba’ diyen karakterleri görmek gayet normaldi. Kendi hayatlarını taşraya yıkan yönetmenlerin tavrı Türk elitininkine paralel ilerledi yıllar boyu. Esasında bu yaklaşım mevcut Hıristiyanlığa Batı insanının bakışından çok da farklı değildi. Dini sadece insanın bireysel alanına hapseden, Tanrı ile kişi arasındaki inanca indirgeyen, sadece iç dünyayı anlamlandıran, dış dünyayı önemsemeyen bir algıydı bu.
Son dönemlerde dinin sosyal hayattaki rolünün tartışılmasının olumlu yanları da muhakkak var. Tehlikeli olan dini ve dindar insanı nesneleştiren tavır. Sinemadaki örneklerde bu korkuların izini görmek mümkün. Fakat yıllarca görmezden gelinen dini anlamaya çalışan yönetmenlerin olduğu da bir gerçek.
Kapısını çaldığımız sinemacılar, eleştirmenler de son dönem çekilen filmlerde dinin karikatürün nesnesi olmadığı, karakterlerin eskiye nazaran olgunlaştığı ve meseleyi daha iyi anlamaya yönelik tavırların sergilendiği konusunda hemfikir. Buna dine eleştirel yaklaşan filmler de dâhil. Fakat hâlihazırda bu coğrafyada yetiştiği hissini veren salih bir Müslüman, sahih bir dindar tiplemesini hâlâ perdede göremediği için yakınanlar da var.
DÜNYANIN SONU YAKLAŞIYOR DA ONDAN…
Sosyal hayat ile siyaset arasında etkileşim var. İkisi de birbirini şekillendirmekte. Bu ilişki içinde sinema nereye oturmakta? İktidar sinemayı hangi noktalara çekmekte?
“Türkiye’de insanların değerleri iktidardaki partinin dünya görüşüne göre değişim arz edebilmekte.” diyor Nihal Bengisu Karaca. Ona göre iktidardaki partinin değerleri geçici olarak kopyalanabilmekte: “Bu durum elbette sinemacılarımızı ‘film isimlerini’ dinî literatürün başat kavramlarından alma gibi bir uyanıklığa sevk etti. Normalde ne ‘Araf’ın, ne ‘Dabbe’nin dinî film olmakla ilgisi var. ‘Takva da, takva sahibi mümtaz bir insanın ne iyi etmiş de takva sahibi olmuş’luğunu anlatmıyor, bilakis. Beş Vakit’in de dinin mesajını Freudyen bakış açısının önüne geçirdiğinden bahsedemeyiz; fakat isimler, sosyal hayatta popülerleşen dindarlık olgusundan rol çalma girişimi gibi.”
Dinin popülerleşmesi, nesnelleştirilme ve yeni tanımlar getirilme riskini de içinde barındırıyor. Yönetmenler algıladıkları ve dahi bilgileriyle sınırlı bir din ve dindar portresini beyazperdeye taşıyor. Süreç içinde fark edilmese de ileride ciddi problemlere sebebiyet verecek yeni tanımlar görüntü diliyle ortaya koyuluyor. Bunun kaygısını taşıyan ne kadar sinemacı var bilinmez. Bazılarına göre bu tartışmaların çok da anlamı yok; mesela Onur Ünlü için…
Ünlü’ye göre sinema sadece bir ‘entertainment’ yani eğlence aracı. Filmleri bu kadar ciddiye alanlara hararetle kızıyor. Görüntünün özel bir gücü olduğunu kabul ediyor; fakat bu Türkiye’de farklı işliyor: “Ben sinemanın sosyal hayatın bir yansıması olduğunu düşünmüyorum. Bunun rahatlığını yaşıyorum, sokakta da sinemaya dair hiçbir şey görmüyorum. Sinemanın kutsal bir anlamı yoktu; ama ona farklı manalar yüklediler ve bunun altını dolduracak ürünler ortaya koyamadılar.” deyip fikirlerini, “Onu kendileri uydurdular ama ona da gereği gibi uymadılar.” ayetiyle delillendirince bizim yönetmene yönelteceğimiz birçok sorumuz da anlamsız kalıyor. Peki, ne oldu da yönetmenler bu konulara rağbet etmeye başladı dediğimizde oldukça net bir cevap alıyoruz: “Dünyanın sonu yaklaşıyor da ondan. Zaman, ahir zaman.”
BATI DÜNYASINA İSLAMİ FİLM YAPMAK
Onur Ünlü’nünkinden oldukça farklı yılların yönetmeni Halit Refiğ’in fikirleri. O, artık eskisi kadar sinemaya gitmiyor, fakat filmleri evinden takip ediyor. Türk sinemasının geçirdiği süreçlere hâkim olan Refiğ’e, son dönemi nasıl değerlendirdiğini soruyoruz. Bize Türk sinemasında dinin geçtiği yolları özetledikten sonra bugüne geliyor. Ona göre bugün geçmişten farklı bir sinema tavrı ortaya çıktı: Batı dünyasına İslamî film yapmak. Batı, bu filmlere rağbet ediyor; çünkü İslam dünyasının karalanması işlerine geliyor. Nitekim 1990’lı yıllarda Batı için tehdit komünizmdi, günümüzde onun yerini İslam aldı. Dine yapılan her eleştiri artık o dünyada takdir görüyor. Sinema da bundan nasipleniyor.
Halit Refiğ’e göre yönetmenlerin çabası; “İslami âdetler ne kadar ilkel, geri ve acayiptir, gerçek inananlar nasıl acı çeker”i Batı’ya sunmak. Misal olarak ‘Takva’yı gösteriyor, “Yurt dışında en çok yarışmalara katılan ve izlenen bu filmi gördüğümde ödüllerin sebebini anladım. Batı dünyası İslam’ı kendine düşman gördüğü bir dönemde, bu dinin neden düşman seçilmesi gerektiğini açıklayan ve onaylayan bir örnek. İslam hakkında temel bilgisi olmayan bir yabancı ‘Takva’yı izlediğinde tüyleri diken diken olacaktır.” Film, İslam’ın esasını gösterip, “ama sapmalar da var” dese Refiğ’e göre kurtaracak; lakin doğrudan “Müslüman budur” diyor. Eskiden yurt dışındaki festivallere giden filmlerde vurgu daha çok ülkenin geri kalmışlığına idi. Yabancılar bu konulara rağbet eder ve ona göre ödüllendirirdi. Artık ülke kalkındığı için ‘geri kalmışlık’ hikâyelerinin yerini İslam’a yönelik eleştiriler aldı. Refiğ’e göre dine bu şekilde yaklaşan sinemacıların tek derdi; “filmi nasıl pazarlarız?”
FİLMİMİN AKP İLE ALAKASI YOK
‘Takva’ filminin senaristi Önder Çakar ise amaçlarını tam tersi yönde izah ediyor. Onlar filmlerinde; Müslümanların sanılanın aksine bir hayat tarzı yaşadıklarını ve çağdışı olmadıklarını Batı’ya göstermek istemiş: “Herkes gibi Müslümanların da iyi ile kötü, günah ile sevap arasında yaşadıkları mücadeleyi anlattık. Ama Müslümanların da kendi iç sorunları olduğunu biliyoruz. Amacımız ucuz popülizm yapmak değildi. Ne Batı’ya yaranmak için ne de gişe kaygısıyla bu filmi yaptım. Ama Batı’ya anlatmak istediklerim vardı.” Çakar, olumlu bir gösterge niyetiyle şeyhin odasına, ilmine vurgu yapmak için, bir dolu kitap yığdığını anlatıyor. Fakat film şeyhi değil ‘dini bütün’ Muharrem’i merkeze alıyor. Seyr-i sülûkunu delirerek noktalayan Muharrem ise çok da olumlu bir imaj çizmiyor doğrusu. “Ben karakterimin sakalını kesene kadarki hâline âşığım, benim babamın adı da Muharrem. Ben ayrıca babamı seviyorum ve onun aleyhine bir şey yapmak istemem.” diyor ‘Takva’nın senaristi. Hastanelerde Muharrem benzeri vakalara şahitlik ettiğini ekliyor.
Peki, iktidarda AKP’nin olması, dinî konulara alakanın artması ‘Takva’nın çekilmesinde etkili mi? Çakar, senaryoyu beş yıl önce yazdığını; ancak para bulduğunda filme aktarabildiğini anlatıyor. Filminin siyasetle ya da AKP’yle alakası olmadığının altını çiziyor. Ama 11 Eylül antiemperyalizmi Çakar’ı motive etmiş. Pakistan, Afganistan, Arnavutluk, Çeçenistan gibi ülkelerde Müslümanlara yapılan zulüm onu harekete geçirmiş.
TAKVA’DA KATOLİK MUHARREM
Türk sineması nelere şahit oldu? Aydınlıkta okunan sabah ezanları, yanlış kılınan namazlar, ellerini göğe açmış ‘Tanrım’, ‘Allah baba’ diye dua eden çocuklar… Bunlar arasında ‘gülelim mi ağlayalım’ mı dedirtecek bir örnek de ‘Hazretli filmler’ akımından. 1972’de Asaf Tengiz’in çektiği ‘Hazreti İbrahim’ filminin afişinde peygambere kurban getiren melek, kanatlı ve sarı saçlı güzel bir kadındır. Eski Türk filmlerine bakarak örnekleri çeşitlendirmek zor değil. Kullanılan ifadeler, semboller, çizilen tipler Müslüman’dan ziyade Hıristiyan’ı andırır. Yönetmenlerin yetersiz İslami bilgileri, Hıristiyani kodlardan beslendikleri bariz örneklerle kendini gösterir.
Peki, son dönem çekilen filmlerde yönetmenlerimiz dersine ne kadar çalışıyor? Eskiye nazaran yeni çekilen filmlerde dine daha yakından bakma çabası aşikar. Bu iyidir ya da kötüdür diyen karton karakterlerin yerini, ince işlenmiş, üzerine düşünülmüş tipler aldı. Sinema yazarı Sadık Yalsızuçanlar’ın ifadesiyle, “Filmler artık daha gerçekçi ve nesnel. Yeni yönetmenler, tarihi ve dini mitik kalıplarla algılamıyor. Daha sosyolojik ve deruni boyutlarıyla da kavramaya çalışıyor.” Dolayısıyla geçmişteki kolektif evren algısı gitti yerine daha gerçekçi ve şahsi bir dil ve yaklaşım geldi.
Fakat yine de filmlerde komik hatalar yapılmıyor değil. Örneğin Ezel Akay’ın ‘Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü’ filminde insanlar bir sıraya girip, şehadet ederek Müslüman oluyor. Sahne, izleyiciye ‘Bu da nereden çıktı?’ dedirtiyor. Reha Erdem’in ‘Beş Vakit’inde sabah ezanı aydınlıkta okunabiliyor, ‘hayye-alel-felâh’ yerine ‘hayye-alel-felek’ denilebiliyor. ‘Takva’ ve de “Adem’in Trenleri”ndeki karakterler ise ‘dindar bir Müslüman’dan ziyade Katolik tiplemesini canlandırıyor. Hayattan kendini tecrit etmiş, cinsellikten kaçan, çile çeken bir dindar portresi.
Önder Çakar’a Katolikliği hatırlatan Muharrem’i soruyoruz: “Ben Yunus Emre’yi okudum, Muharrem’e çok benziyor. Onun da hayatında cinsellik yok. Bizde olmayan bir örnekleme değil bu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da çok rastlanan bir tip. Protestanlarda, Katoliklerde, Yahudilerde…” ‘Takva’da şeyh, Muharrem’i kızıyla evlendirmek istese de ‘bizden geçti’ cevabını alıyor. Çakar’a göre filmin İslam tasavvuf kültürüne aykırı tek sahnesi bu.
MÜSLÜMANLIK MI, HIRİSTİYANLIK MI?
“Bu klişe bir geyiktir ama Türkiye’deki entelektüeller dine Avrupalıların Katolikliği eleştirdiği gibi yaklaşır. Orada kullanılan enstrümanı gelir buraya monte ederler. Bundan sağlıklı bir sonuç çıkmaz. Hıristiyanlıkta Allah kul ilişkisi nasılsa Müslümanlığı da öyle sunuyorlar.” diyen ‘Polis’in yönetmeni Onur Ünlü, sadece bu yanlış anlamanın bile büyük sorunlara gebe olduğu kanaatinde. “Mesele o kadar basit değil. Biraz daha ilgiye, derin düşünmeye ihtiyaç var. Konuyu kullanıp bir kenara atıyoruz, bu sinemacıların şansını da gittikçe tüketiyor.” Hamlet’in bir sözüyle durumu özetliyor Ünlü: “Bu şekilde bilmeyenleri güldürebilirsin ama bu bilenleri üzer.” Türk muhafazakârların aydınlanma hareketine karşı koyduğu eleştiri de ona göre aynı sığlıkta. Millî sinema başlığı altındaki filmler buna örnek. Vahim olan, bu kötü filmlerle ciddi manada zaman kaybediliyor olması.
Bir de maddi yetersizliklerin bu tür sığlıklara sebebiyet verdiğine değiniyor Ünlü. Sinemacılarımız film çekmek istediğinde kısa sürede para bulmak zorunda. İmkânsızlıkların tetiklediği telaş, konunun esasını ıskalamalarının en önemli sebebi.
DİN DANIŞMANI NİYE YOK?
Aslında dinî mevzularda en azından basit hataların önünü kapamak çok da zor değil. Sinema eleştirmeni Nedim Hazar’ın önerisi: “Ameliyatla ilgili bir meselede doktor danışmana başvuruluyor da dinle ilgili konularda neden kimseye sorulmuyor?” Kulağa gayet mantıklı geliyor. Benzer bir yaklaşım 2004 yılında, Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği ‘II. Uluslararası Dinî Yayınlar Kongresi’nde dile getirilmişti. Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Ömer Menekşe şu cümleleri kurmuştu: “Beyazperdede senarist ve yapımcıların din ve din adamının, dinî ve ahlaki değerlerin topluma nasıl aktarılacağı konusunda yeterince bilgi sahibi olmaları gerekir. Bunun için nasıl sinemada ışıkçı, ses teknisyeni, kostümcü gerekli elemanlar ise dinî sahadaki uzmanların da vazgeçilmez olduğu bilinmeli, dinî ve ilmî birikimi olanlardan mutlaka danışmanlık hizmeti alınmalıdır.”
Bunlar pratik çözümler; fakat yazar Yusuf Kaplan’a göre kalıcı ve yeterli değil. Problemli din algısını tamir için kendi değerlerimize dönüp bakmamız zaruri: “Sinema bir form. Türk de İranlı da Latin Amerikalı da aynı kamerayı kullanıyor; ama farklı ürünler çıkıyor ortaya. Form herhangi bir normun ürünüdür. Her form reform edilebilir. Siz kendi normlarınızın farkını fark edemezseniz ortaya yeni bir dil koyamazsınız. Bu durumda siz ancak deforme edersiniz. Bizim yaşadığımız sıkıntı budur.” Kaplan’ın formülasyonuna göre normlara yeniden bakmak ve formları ona göre yeniden şekillendirmek bizim elimizde. Zira dünya sinemasında bunun örnekleri mevcut.
ORYANTALİST YAKLAŞIM AĞIR BASIYOR
Yusuf Kaplan’ın zihnini yorduğu meseleleri filmlerine uygulamaya çalışan yönetmenlerden biri Semih Kaplanoğlu. Ona göre sadece söylem sinemada bu hassasiyetleri dile getirmek için yeterli değil. Biçim için de aynı oranda çaba sarf etmek şart. Yönetmenin son filmi Yumurta’da bu kaygılarını görüyoruz. Konu özetle şöyle: Yusuf İstanbul’da bir sahaf dükkânı işletir. Bir gün telefonda annesinin vefatının haberini alır ve memleketi Tire’ye doğru yola çıkar. Bu yolculuk onun özüne bakmasına da vesile olacaktır. Annesinin adağını yerine getirirken büyük bir sorgulama onu beklemektedir. Kasım 2007’de vizyona giren Semih Kaplanoğlu’nun filmi ‘Yumurta’da Yusuf, kuyu gibi birçok dinî gönderme var. Filmde metafizik bir sorgulamanın içine bırakılıyor izleyici. Kaplanoğlu, fıtri olanın dilini yakalamakla ifade ediyor çabasını. Filmleri izlerken de daha çok yönetmenlerin kalbinin nasıl attığının izini sürüyor. Zahirle ilgilenmek çok da anlamlı değil ona göre.
Kaplanoğlu, son dönemde vizyona giren filmlerde dinin iki tavırda ele alındığını düşünüyor: Biri oryantalist yaklaşım; kullanmak ve bir tür malzemeye dönüştürmek. Diğeri de anlamaya çalışma, merak etmenin ürünü. Kaplanoğlu sorgulamalarıyla ikinci kategoride bulunuyor. Yönetmenlerin meseleyi senaryolaştırmaktaki tutumundan ziyade filmin içeriğindeki fıtri unsurlar onun daha çok ilgisini çekiyor. Ona göre her ne kadar içeriğinde dinî bir motif bulunmasa da Zeki Demirkubuz’un ‘Kader’ filmi bahsi geçen örneklerden daha çok konuya yakın: “Kader’deki transandantal aşk rahatlıkla metaforik okunabilir.” diyor.
Türk sinemasında biçime yeterince önem verilmediği ortada. Mimari, müzik, şiir gibi kökleri derinlere dayanan ve estetize edilmiş değerlerimize ne kadar dönüp bakıyoruz? “Ben şimdiye kadar çekilen hiçbir dinî filmin İslam mimarisi, müziği ya da Yunus’u, Mevlana’yı görüntüye dönüştürme kaygısı taşıdığını sanmıyorum. Esas zenginleşme burada olacaktır. Mesela İbn-i Arabi’nin sinemada karşılığı ne olabilir?” sorusunu soruyor Kaplanoğlu.
Benzer kaygılarla yola çıkan yönetmenlerden biri de Gökhan Yorgancıgil. Ona göre yerli sinemacılar kendi kültür kodlarını okumaktan oldukça uzak. Çoğunun ‘aydın’ olması beklenirken ‘yarı aydın’ ya da ‘tüccar’. Medeniyetlerini Anglo-Sakson zannettikleri için yanlış algılamalar ve problemli ürünler ortaya çıkıyor.
‘Sıfır Dediğimde’ filmi için: “Hikayemiz kendi kültür kodlarımızı deşifre etmeye elverişli idi.” diyen Yorgancıgil, La Fontaine ya da Andersen’i değil de Sadi ve Mevlana’yı referans almayı tercih etmiş. Modern bir hikâye geleneksel masallarla harmanlanmaya çalışılmış. Fantastik bir öykü anlatan filmde kültür, gelenek ve dinden beslenildiği fark ediliyor.
KAMERA İLE CAN ACITMA DEVRİ BİTİYOR
Din, sadece ülkemizde değil dünyada da sinema için vazgeçilmez bir konu. Türkiye’nin bu kaynaktan beslenmesi şimdiye kadar ne yazık ki problemli olmuş. Fakat son dönem Türk sinemasında yapılan filmler eskiye nazaran daha ümit verici görünüyor. İlgi, merak, sömürü… Amacı ne olursa olsun karakterlerin işlenmesinde daha özenli davranıldığı ortada. Daha önce görmezden gelinen din bir şekilde sinemada yer bulmaya başladı. Problemli de olsa dinî kavramların sinemaya yeniden girmesi bir açılım şüphesiz. Nedim Hazar’a göre bu, kendi toplumuyla yüzleşme hâli. Geçmişte sinema burjuvazinin eğlence aracıydı, kendi halkına uzak filmler çeken yönetmenler bir vakit sonra seyirciyi sinemaya küstürdü. Yeşilçam melodramları Türk halkını izleyici yapmaya yetmedi. Fakat son yıllarda yeniden filmlere ciddi bir alaka var. Anadolu’da önemli bir kitle sinemayla ilgileniyor. Halkın sinemaya gitme alışkanlığı arttı. “Eskiden dine küfretmeyi maharet sayan filmler vardı; Vurun Kahpeye, Yılanı Öldürseler… Fakat halk bundan rahatsız ve kimse artık buna cesaret edemez.” diyen Hazar’a göre ortaya çıkan tablo umut verici. Sinema çevresi, kendi toplumuyla kaynaşırken halk da sinemayla barışmaya başladı. Vizyondaki filmler arasından Türk filmleri ayıklanmıyor artık. Bazı yönetmen ve senaristlerin, dinî hassasiyetleri görmezden gelerek Türk halkının canını kamerayla acıtmaktan vazgeçmesi önümüzdeki yıllarda verimli bir döneme girileceğinin de habercisi.
HACI FETTAH’TAN MUHARREM’E
Türk sinemasında ‘din’in serencamını anlayabilmek için gerilere gitmek ve sosyal hayat ve siyasi dönüşümleri dikkate almak elzem. Bunun için sinemanın Türkiye’deki ilk yıllarına kadar gidilebilir. 70’li yıllara gelene kadar farklı akımlar cereyan eder sinemada; fakat senaryoda dine düşen paye çok da değişmez. İlk öykülü filmler çekildiğinde 1920’li 60’lı yıllarda dine tamamen negatif yaklaşılır. Fakat burada sadece İslamiyet’e değil bütün dinleredir tavır. Bunu o dönemlerde film eleştirmenliği yapan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun metinlerinde de görürüz. Bir yazısında Hıristiyanlıkla ilgili bir filme ateş püskürür: “Nasıl olur da bu gösterilir? Biz bir devrim yaptık, bunu hiçe saymaktır yaptığınız.” Bir başka yazısında da olumsuz bir imam tiplemesine bile tahammülü olmadığını anlarız. Bu karakterlere hiçbir şekilde sinemada yer verilmemelidir ona göre.
Dine alınan tavırların en belirgin örnekleri Millî Mücadele konulu filmlerdir. Genelde kitaplardan uyarlanan, klişe bir üslupla dini ele alan filmler… Bunun en tipik örneği de Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı romanından uyarlama ‘Vurun Kahpeye’dir. Roman ilk defa 1949 senesinde Lütfi Ömer Akad tarafından sinemaya aktarıldığında yoğun ilgi görür, o tarihe kadar en çok seyirci başarısını elde eder. 1964 yılında çekilen versiyonun yönetmeni Orhan Aksoy’dur. Üçüncü defa 1973’te filmi çeken kişi Halit Refiğ olacaktır. Fakat o, daha önceki yönetmenlere nazaran senaryoda ufak değişiklikler yapar. Halit Refiğ kendisiyle yaptığımız görüşmenin ardından bizi evine ‘Vurun Kahpeye’yi izlemeye davet ediyor. Senaryo ve yönetmenin tavrı üzerine uzun uzun konuşuyoruz.
Adıvar, romanını yazarken gerçek bir hikâyeden esinlenir. Olay, Millî Mücadele yıllarında yaşanır. İstanbul’dan Anadolu’ya gelen idealist öğretmenin köyde başına gelenleri anlatır. Padişah yanlısı Hacı Fettah tiplemesi, Aliye öğretmene dünyayı dar eder. ‘Namahrem, yüzü gözü açık, bunları parçalamalı’ diyerek feryat figan eden ‘hacı’, filmin sonunda halkı galeyana getirerek Aliye öğretmenin lincine sebep olur. Bu sırada Yunanlılarla işbirliği yaparak memleketine de ihanet edecektir. Filmin sonunda Aliye öğretmenin nişanlısı Kuvayı Millîye’ci yüzbaşı Tosun köye vardığında sevdiğinin kanlı cesediyle karşılaşır. Aliye öğretmenin avucunu açtığında karşısına çıkan madalya, Halit Refiğ’in filminde bir Kur’an-ı Kerim’e dönüşür. Yönetmen, öğretmenin dindar kimliğine de özellikle vurgu yapar. Diğer bir fark da Aliye Öğretmen’in evine sığındığı köylü Ömer Amca’nın olumlu dindar imajıdır.
Fakat Hacı Fettah üzerinde bir değişiklik ihtiyacı duymaz Halit Refiğ. Fettah, fettan hoca tiplemesiyle klişeler listesine girer. Refiğ, “Benim amacım gerçek dindarlar ile dini istismar edenler arasındaki farkı vurgulamaktı. Bu, toplumun bir gerçeği.” diyor. Filmde Aliye Öğretmen dinsizlikle suçlanıyor, taşlanarak linç ediliyor; fakat öldüğünde avucundan Kur’an-ı Kerim çıkıyor. Hacı Fettah ise dindar kimliğine rağmen çevresine fitne yayıyor ve nihayetinde vatan hainliğine kadar şerri ulaşıyor. ‘Vurun Kahpeye’ özellikle Millî Mücadele’yi konu edinen filmlerde dine yaklaşıma dair bir prototip.
‘Vurun Kahpeye’ filmindeki yaklaşıma sahip örnekleri çoğaltmak mümkün. Uzun yıllar sinemaya dinî figürler ancak bu ve benzeri şekillerde uğrar. Ta ki 1970’li yıllara gelene kadar. O dönemde Yücel Çakmaklı’nın öncüsü olduğu Millî Sinema ekolü başlar. Böylece İslami karakteri ağır basan filmler vizyona girer. Bu tür sinema anlayışının zuhur etmesi siyasetten de bağımsız değildir. Millî Selamet Partisi’nin çıkışı da aynı döneme denk gelir. Bu tarihlerde sadece sağ değil son cenahın sinemasında da canlanma gözlenir. Yılmaz Güney’in filmleri de çok konuşulur. O dönemde art arda vizyona giren ve izleyiciden rağbet gören Millî Sinema yönetmenlerinden Mesut Uçakan ve İsmail Güneş geçtiğimiz yıllarda da manevi duyarlılıklı filmlerini çektiler. Mesut Uçakan’ın ‘Anne ya da Leyla’sı seyirciden pek rağbet görmedi. İsmail Güneş’in ‘The İmam’ı ise çok konuşulup tartışılmasına rağmen yeterince beğenilmedi. Millî Sinema örnekleri geçmişte de günümüzde de içerik ve biçim açısından eleştirildi. Yönetmen Onur Ünlü’ye göre bu filmlerin kalitesizliği genç nesil yönetmenlerin de önünü tıkadı, şevkini kırdı; sloganik bir üslup seçen ve özensiz çekilen filmlerde yönetmenler daha çok ‘imamlık’ yaptı.
DİNÎ KONULAR ‘ARAF’TA
Sinemamızda korku türüne ait örnekler de son yıllarda artıyor. Büyü, Dabbe, Semum, Küçük Kıyamet, Araf… Daha çok Uzakdoğu sinemasından etkilenen yönetmenlerimiz filmlerinde Hıristiyan unsurların yerine İslami olanı ikame etmeye çalışıyor. Genelde bir ayetten yola çıkmak, perilerin yerine cinleri, şeytanları koymakla sınırlı bu çaba. Tamamen Hıristiyani öğelerle şekillenen korku sinemasını bu fikirlerden arındırmak çok da kolay olmasa gerek. 2004’te vizyona giren ‘Büyü’ ilk örneklerden. Filmin afişinde de ayetlere yer verilmişti. Bir yıl sonra vizyona giren Hasan Karacadağ’ın filmi ‘Dabbe’ de benzer bir yaklaşım içerisindeydi. Ayetlerden ilham alınan senaryoda, Kuran’da sözü geçen ve dünyanın sonunu haber veren Dabbe’tül Arz’ın internet olduğu öne sürülür. Yönetmen ilk uzun metrajlı filminde Kur’an’dan ilham alır; fakat çok da senaryosuna sindiremez meseleyi. Bir sonraki filmi Semum’da da yine dinî konular merkezdedir. Karacadağ, Semum’un İslami korku türü için bir formül barındırdığına inanıyor. İlk filminin ardından korku türüne yönetmenlerin ilgisinin arttığını söyleyerek, dikkate alındığı ölçüde korku filmlerinin gelişeceğine inanıyor. 2006’da gösterime giren Biray Dalkıran’ın filmi ‘Araf’ ismini İslami literatürden alsa da içeriğinde bunu göremiyoruz. Filmde dans öğrencisi Eda’nın yaşadığı hezeyanlar anlatılıyor. Sebep, yıllar önce kürtaj yaptırmak zorunda kalmasıdır.Tül Akbal Süalp’e göre Anglo sakson geleneğin bir ürünü gibi bu filmler. Süalp, özellikle günah çıkarma ve suçluluk duygusuna dikkat çekiyor ve “Neden korku kendine Hristiyan bir kök arıyor?” sorusunu soruyor.
AKSİYON
KAYNAK: AKSİYON DERGİSİ
BİZ : http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=58576 sitesinden aldık.
Umut, Antalya’da kendi hâlinde yaşayan bir gençtir. Kız arkadaşı ve ailesiyle sıradan ilişkileri vardır. Onun hayatındaki kırılma süreci İstanbul Üniversitesi’ni kazanmasıyla başlar. İlk etapta her şey normaldir. Okula kaydını yaptırır ve kantindeki ilanlara bakarak kalacak ev arar. Öğrenci evlerini de bu vesileyle tanır. Fakat yaşamaya başladığı evdeki mistik ve doğaüstü olaylar zamanla hayata bakışını değiştirir. Çevresindeki ağabeylerin de etkisiyle gün geçtikçe ibadetler ve ritüellerle örülü bir dinî hayatı benimser. Başlangıçta her şey normaldir. Fakat değişiminin şiddeti gün geçtikçe artar ve Umut radikalleşmeye başlar. Bu dönüşüm onu ailesi ve çevresinden
yavaş yavaş uzaklaştırır, kız arkadaşıyla arası bozulur. Gittikçe fundamentalist bir kimliğe bürünür. Umut için son durak, bir intihar eylemcisi olmaktır….
Bu hikâye 21 Mart’ta vizyona girecek Girdap filminin ‘sinopsis’inden. İçeriğinde El Kaide’den Türkiye-ABD ilişkilerine, fundamentalizmden Ortadoğu’da oynanan oyunlara kadar birçok konuya gönderme var. Filmin konusuna bakılacak olursa, önümüzdeki günlerde çok konuşulacağı ortada. Girdap, “muhafazakâr insanlar üzerinden dış güçlerin ülkemizde oynadığı oyunları nazara verme” niyetinde. Her ne kadar filmin senarist ve yönetmeni Talip Karamahmutoğlu dinî bir film çekmediğini dile getirse de senaryosunda dine ve dinin algılanışına yaptığı vurgu aşikâr.
Vizyona girmediği için izleme imkânı bulamamamız, Girdap hakkında derinlemesine yorum yapmamıza mâni… Lakin içeriğinden yola çıkacak olursak geçen yıl vizyona giren Takva filminin ardından yapılan tartışmaların benzerlerini duymamız muhtemel. Talip Karamahmutoğlu, destek almak için projesini Kültür Bakanlığı’na sunduğunda benzer yaklaşımlara maruz kalmış. Senaryoyu okuyanların bir bölümü filmin din propagandası yaptığını, diğerleri de dini eleştirdiğini öne sürmüş. Yönetmen, “Bizim dinle bir derdimiz yok. Dinin insanları kamplaştırması beni korkutuyor. Bugüne gelinmemeliydi.” diyor.
Karamahmutoğlu, senaryoyu yazarken gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkmış. Ona göre Umut’un öğrenci evlerinden intihar eylemciliğine sürüklenmesi abartı değil. DHKP/C’nin Ankara’da Adalet Bakanlığı’na canlı bomba ile saldırması, El Kaide’nin İstanbul’da üç yerdeki eşzamanlı eylemleri, PKK’nın çarşı pazarda, kafeteryalarda intihar bombacılarıyla katliam yapması buna örnek!... Yönetmen, gösterilen ile perde arkasında yaşananın farklı olduğuna inanıyor. Karamahmutoğlu’na göre günümüzde dış güçler tarafından din kullanılıyor; fakat ileride daha önce olduğu gibi bunun yerini ülkücülük, solculuk ya da herhangi bir ideoloji alabilir. Yaşananlardan süzerek kurduğu cümlesi şu: “Görünen, bilinmesi istenendir.”
DİNİN PERDEDE ŞAHLANIŞI
Girdap son yıllarda vizyona giren, dinî temalardan beslenen filmlerden yalnızca biri. Niyetini okumak için henüz erken. Amacı dini eleştirmek mi, övmek mi, anlamak mı, sorgulamak mı, malzeme etmek mi? İzledikten sonra göreceğiz. Hâlbuki yıllar yılı Türk sinemasında dinî motifleri görmeye çok da alışık değildik. Yeşilçam’da daha çok bir hoca tiplemesine sıkıştırılırdı din imajı. Doğrusu hiç de sempatik bir portre çizilmezdi. Kara kaşların gölgesinde fırıl fırıl dönen bir çift göz, karışmış takma sakalın altında sağa sola eğrilen ağız ve koca göbeğin üzerinde buluşup ovuşturulan eller… Genelde halkı ayaklandıran, menfaatinin peşinde koşan, fitne fücur bir kişi olarak ya da ‘yalan yanlış’ resmedilen bir cenazede, nikâh töreninde ekrana uğrardı ‘hoca’lar…
‘Seküler’ ya da ‘laik’ sıfatıyla tanımlayabileceğimiz sinema, dini görmezden gelmeyi, gösterdiğinde de hakaret etmeyi tercih etti yıllar boyu. Bir dönem ‘Hazretli filmler’ furyası çıktı. Peygamberlerin, evliyaların hayatları art arda sinemaya aktarıldı. Fakat yönetmenleri harekete geçiren daha çok ticari kaygılardı. Nihayetinde ‘dini’ tahta oturtan, bir nevi sloganlar atılan ‘millî sinema’ ekolü perdeye uğradı. Cihat aşkıyla filmler âdeta yandı tutuştu. Din hâlden hâle girdi Türk sineması seyrinde. İnançları öven, yeren, merkeze alan, görmezden gelen çok sayıda filmi izledik yıllar boyu.
Son dönemlerde yeniden hemen her hafta vizyona yeni bir Türk filmi giriyor. Korku sinemasından aksiyona, fantastikten tarihî örneklere kadar her çeşit mevcut. Filmlere kuş bakışı göz attığımızda ‘dinî temalara’ rağbetin arttığını görmek zor değil. ‘Girdap’, ‘Takva’, “Adem’in Trenleri” ya da ‘Semum’ gibi merkeze bu konuları alanların yanında ‘Beş Vakit’, ‘Dabbe’ gibi çıkışında dinî olandan beslenen de var. Ya da ‘Araf’, ‘Kader’ gibi isminde esinlenenler. ‘Polis’ veya ‘Kurtlar Vadisi Irak’taki gibi senaryoda dinî motiflerden beslenenler… ‘Yumurta’, ‘Sıfır Dediğimde’ gibi daha derin bir üslup seçenler... Ulak’taki gibi İslamiyet, Hıristiyanlık ve diğer dinlerden müteşekkil tabiri caizse ‘küresel’ bir din tasvir edenler...
Peki, ne oldu da eskiden zoraki rağbet edilen, sevimsiz addedilen dinî mevzulara alaka arttı? Hoca sadece kötü, itilmiş bir figürken şimdi kim mikrofonu ona uzattı? Yönetmenlerin din hususundaki tavrı, eski yaklaşımlardan ne kadar farklı? Yoksa iktidarla beraber görünürleşen dinî değerlerin popülaritesi mi yükseldi?
Biraz daha mesafe alırsak, farklı sorular da türetmek mümkün. Bütün dünyada dinî konulara, özelde İslamiyet’e artan tecessüs ortada. Yoksa bunun bir tezahürü mü Türk sinemasındaki alaka? Batı dünyasını kasıp kavuran İslam fobisine (İslamofobia) ne kadar hizmet ediyor festival festival dolaşan Türk filmleri? Misyoner bir üslup mu belirliyor yönetmenler yoksa prim yapacak tarzda karalamayı mı tercih ediyor dini? İşte bu dosyanın harekete geçiş noktaları ve yönetmenlerin, senaristlerin, film eleştirmenlerinin ilginç değerlendirmeleri…
DELİREREK BİTEN SEYR-İ SÜLÛK
“De ki: Değişmeyen gerçek geldi, sahte ve tutarsız olan yıkılıp gitti. Zaten sahte ve tutarsız olan er ya da geç yıkılıp gitmek zorundadır.” İsra suresinin 81. ayeti ile açılıyor Özer Kızıltan’ın yönetmenliğini, Önder Çakar’ın da senaristliğini yaptığı ‘Takva’. 2006 Aralık’ta vizyona giren film, konumuz açısından zengin bir içeriğe sahip. Gösterime girdiği dönem de çok konuşuldu, tartışıldı. Hikâye özetle şöyle: Muharrem, İstanbul’da babasından kalan evinde bir başına yaşamaktadır. Vaktinin büyük bölümünü bağlı bulunduğu dergâhta ibadetle geçirir. Kendini Allah’ın buyruklarına adamıştır ve bu şekilde günah ve kötülükten sakındığını düşünür. Bağlandığı tarikatta, dünyadan elini eteğini çekmişliği ile dikkat çeken Muharrem’e, şeyh tarafından mali işler sorumluluğu verilir. Tarikata ve şeyhe duyduğu güven, saygı ve dahi Allah sevgisi-korkusu ile bu göreve itiraz edemeyen Muharrem, kaçtığı dünyanın tam içinde bulur kendini. Vicdan azabı en çok rüyalarına giren kadın, para ve içki ile onu rahatsız eder.
Takva’da, Erkan Can’ın oynadığı tarikat ehli dindar Muharrem’in seyr-i sülûkunu delirerek noktalandırdığını görürüz. Adeta bir ‘Katolik’ tutuculuğuyla hayattan kendini tecrit eden, cinsellikten ve dolayısıyla kadınlardan şeytandan kaçar gibi kaçan karakterin bozulma süreci, tarikatın mali işler sorumluluğunu almasıyla başlar. Rüyalar ise her gece onu kaçtıklarıyla yüzleşmeye zorlar. Filmin son karesinde Nazım Hikmet’in dizeleri çıkar karşımıza: “Çok alametler belirdi, vakit tamamdır. Haram, helal oldu helal haramdır. Kendi kendimize yarışmaktayız gülüm. Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya da dünyamıza inecek ölüm.”
Takva, vizyona girmeden önce zikir ayini çekimlerinde polis baskını yapılmasıyla gündeme gelmişti. İzlendikten sonra da en çok bu görüntüler üzerine yorumlar yapıldı. Türk sinemasında ‘Derviş’ ya da ‘Kurtlar Vadisi Irak’ gibi filmlerde dergâhlara uğrasak da bu kadar teferruatlı bir zikir sahnesini daha önce görmemiştik. İlk tepki Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterimin ardından yapılan söyleşide geldi. İsmini beyan etmeyen bir kadın izleyici, bu kadar ‘cüretkâr’ zikir sahnelerinin aynı zamanda ‘teşvikkâr’ olduğu görüşündeydi ve durumdan rahatsızdı. Muhafazakâr kesimin şikâyeti ise ‘Takva’ başlığının altının yanlış doldurulmasıydı. Muharrem karakteri, takva sahibi bir insanı resmetmiyordu.
HASTALIKLI, ZAVALLI DİNDAR ADAM
‘Takva’ kadar dikkat çekmese de ondan bir vakit sonra, Mart 2007’de vizyona giren “Adem’in Trenleri” de benzer bir dindar portresi çiziyordu. Bu defa Cem Özer’in canlandırdığı Hasan Hoca’ydı başkahramanımız. Yine dini bütün, yine hayattan elini eteğini çekmiş, çevresindeki insanlarla iletişimi kopuk ve tabii ki cinsellikten kaçan. Öyle ki karısına bile elini sürmeyen bir hoca.
“Adem’in Trenleri”nde hikâye; imam, hanımı ve küçük kızlarının bir Ramazan sabahı vardıkları köyde başlar. Köylü başta istemese de hocayı bir ay ağırlamaya karar verir. Fakat Hasan Hoca’nın sessiz, adeta ruhu çekilmiş karısı ve parmağını ağzından çıkarmayan, psikolojik rahatsızlık emareleri taşıyan küçük kızı köylünün dikkatini çekecektir. Bu ‘mendebur’ adam ne yapmış da çocuğu ve kadını bu hâle getirmiştir? Köy ahalisinin dedikodularında hocaya bir ‘zavallı’ bir ‘gaddar adam’ faturası kesilir. Filmin ilerleyen dakikalarında gerçekler anlaşılır; Hasan Hoca, Bekir adlı bir gencin yıllar önce kirletip terk ettiği Hacer’i korumak için nikâhına almıştır. Bekir’in günahının bedelini ödemeye razı olmuştur. Bu, ona göre büyük sınavın bir parçasıdır. Yoksulluğuna rağmen Hacer’e ve kızına karşılık beklemeden yıllarca bakar. İki tarafın da kabullendiği hayat bir şekilde ilerler. Ta ki Hasan Hoca tren istasyonundaki köye imam olana kadar; burada Bekir karşılarına çıkacaktır…
MODERN HAYATTA DİNİN YERİ YOK!
Film boyunca hocanın Yeşilçam filmlerinden aşina asık yüzünü ve çocuklara verdiği, zaman zaman korku filmi efektli dersleri dinliyoruz. Bir yandan da onun ‘yumuşak kalpli’ biri olduğunu alt metinden anlıyoruz. Sonunda karakter, yine hızlı bir dönüşüm yaşıyor. Bu defa olumlu manada…
‘Takva’ ile “Adem’in Trenleri”nde konular birbirinden çok farklı olsa da çizilen dindar tipler hemen hemen aynı. Dertleri de, sosyal hayattaki ilişkileri de, korkuları da… Filmlerde yönetmenlerin problemli ‘dindar insan’ algılarını da görmek zor değil. Benzer yaklaşımların daha belirginlerine eski Türk filmlerinden de alışığız. Her ne kadar yönetmenler çalışmalarını Yeşilçam Sineması’ndan arî tanımlasa da biçimsel değilse bile duruş benzerlikleri ortada. Akademisyen sinema yazarı Tül Akbal Süalp’e göre Takva’daki Muharrem’in Yeşilçam’daki ötekileştirilmiş hocadan pek de farkı yok. Burada hocanın yanına yaklaşılmış, yakından bakılmış. Hatta eskiye nazaran daha turistik bir tavır alınmış.
Eskiden hoca tiplemeleri senaryonun küçük bir bölümünü işgal ederdi. 1970’lerin algısında dinin gündelik hayattaki yeri yüzde 10 civarında temsil ediliyorduysa bugünlerde oran 60-70’lere ulaşabiliyor. Bu sebeple dinî motifler sadece bir olgu iken şimdi konunun tamamına şamil olabiliyor. Peki, nasıl işleniyor? Sinema eleştirmeni İhsan Kabil’e göre örneklerin bir bölümünde yaklaşım yıkıcı. Önceki hoca tiplemelerinin bir nevi büyütülmüş hâli. Mesela Takva’da dinin günlük hayatta yaşanamazlığına dair bir söylem hâkim. İnancın modern, dünyevileşmiş, çağdaşlaşmış günümüz dünyasında asla umdelerine bağlı yaşanamayacağını savunan ve bunu önerme olarak sunan bir film. Artık hayatta ona yer yok. Gerçeklerle yüzleştiğinizde ‘düzelmek’ ya da ‘bozulmak’ zorundasınız. Dayanamazsınız. Bu durumda yenilenmek, asıl gerçekliğe göre konumlanmak şart. Kabil’e göre Takva, Kur’an’dan seçtiği ayetten, takva yazısının kırılmasına ve son karedeki Nazım’ın sözüne kadar her sahnesinde bu söylemin peşinde.
İYİ HOCA, SADECE NASREDDİN HOCA!
‘Takva’nın senaristi Önder Çakar’a Muharrem karakterinin klasik hoca tiplemelerinden farkını soruyoruz. Ona göre Yeşilçam klişeler topluluğundan ibaret. Nasıl yeni akım sinemanın eskisiyle alakası yoksa Muharrem de bildik hoca tiplemelerinden tamamen farklı. Yeşilçam’da örneğin öğretmenler her zaman iyidir, hoca kötüdür. Hulusi Kentmen babacan işadamıdır; fakat işçiler pek sempatik çizilmez. Türk sinemasında azınlıklar da olumsuz imajdan nasibini alır. “Bunlar Cumhuriyet ideolojisinin bir yansıması. Bizde iyi hoca bir tek Nasreddin Hoca’dır.” diyor Çakar.
Takva’daki Muharrem karakteri dine kendini o kadar çok kaptırmış ki dünya işleriyle irtibatı arttığında bünyesi bunu kaldıramıyor ve deliriyor. Din ile modern hayatın bir arada yürüyemeyeceğine dair gönderme senaryoya hâkim. Çakar, bu görüşe karşı çıkmıyor: “Ben kapitalizme karşıyım. Kapitalist insan ilişkilerinin sadece İslamiyet’le değil insan ruhuyla bağdaşmadığına eminim. Herkes zorluk çekiyor. Manevi duyarlılıklı insanlar da sıkıntılar yaşıyor. Muharrem’in kültürü bununla mücadele etmeye yetmedi.”
FİLMİN ADI ‘BEŞ VAKİT’, AMA…
‘Takva’ ve “Adem’in Trenleri”nde, senaryonun merkezinde dindar bir şahsiyet var ve olay bu çerçevede örülüyor. Bunların dışında son dönemde vizyona giren filmler arasında ‘Beş Vakit’, ‘Dabbe’ gibi çıkış fikrinde ya da ‘Araf’, ‘Kader’ gibi sadece isminde İslami referanslardan beslenenler de var. Eylül 2006’da seyirciyle buluşan ‘Beş Vakit’, namaz vakitlerinden ilham alsa da dinî değerlere mesafeli duruyor. Yönetmenin bunu özellikle tercih ettiği hissediliyor. Yüksek kayalıklar üzerine kurulmuş küçük köyün sakinlerinin beş vakit okunan ezana göre hayatlarını şekillendirmeleri filmin teması. Bu hikâyenin merkezindeki 12 yaşlarında üç çocuk, aileleri ile sorunlar yaşamaktadır ve büyümek onlar için daha çok acı çekmekle eşdeğerdir. ‘Beş Vakit’in sadece çıkış fikrinde ezan vakitlerinden beslenilir, içerikte buna dair herhangi bir tezahür göremeyiz. Erdem, sabah ezanını aydınlıkta okutacak kadar da uzağındadır meselenin. Daha önce çektiği ‘A Ay’ ve de ‘Kaç Para Kaç’ta okunan ezanlar gibi buradakine de nesnel yaklaşır. Sunumunda ise ‘Beş Zaman’ gibi genel bir isim yerine ‘Beş Vakit’i tercih eder. Filmde alışık olduğumuz köy kültüründen, gelenekten bağımsız bir atmosfer vardır. Seçilen müzik, Freudyen sancılar bildik köy hayatından beslenmez. İhsan Kabil’e göre bu ‘anti’ bir bakış: “Her ne kadar film sinematografik açıdan değerler taşısa da dinî, ailevi-toplumsal ilişkilerde yıkıcı bir unsur olarak kullanılıyor.”
Reha Erdem’in tam tersi tavır sergileyen yönetmenlerden biri Zeki Demirkubuz. Ona göre sanat, dinsellik özünü taşıyabilen en önemli olgu. Sinema da yedinci sanat pozisyonunda diğerlerinden ayrılıyor. O, filmlerinde dinden değil; ama dinsel bir özden besleniyor. Kader, boyun eğmek, gönüllü kulluk ilgi alanına giren konulardan birkaçı. Son filmi Kader’de de bir duygu silsilesinin sonuna takılı Bekir’in benliğini sıfırlayarak kendinden, hayattan vazgeçtiği ‘tutkulu aşkı’ anlatılıyor. Senaryo, yönetmenin kader algısı üzerinden şekillenirken, soru işaretlerini de ifşa ediyor. Fakat yönetmen diğer filmlerinde olduğu gibi burada da ‘kötü’yü merkeze alıyor.
Son dönem vizyona giren Çağan Irmak’ın ‘Ulak’ını da konumuz başlığı altında değerlendirmek mümkün. Yönetmen, masal ile gerçeği mezcettiği fantastik hikâyesinde bir de kurgusal dine yer veriyor. İçerisinde havarilerin bulunduğu, Müslüman isimlerin zikredildiği ve ilhamla ‘Mehmet’in kitabı’nın yazıldığı, ‘ulak’ın beklendiği bu din, İslamiyet’ten derin izler taşıyor. Kitaba uymayanlar gazaba uğruyor ve iyiler onlara gönderilen bu musibetin içinden sıyrılıyor.
BURASI TÜRKİYE, İNSANLAR NAMAZ KILAR…
Dinî temaların içinden ya da civarından geçen örneklerin dışında bir de uğradığı filmler var. Eskiye oranla artık bir aksiyon sahnesine geçmeden önce ya da duygusal bir aşk molasında namaz kılan ya da Kur’an okuyan bir simanın perdeye çarpma ihtimali çok daha yüksek. Zikir sahneleri de son dönemlerin hitlerinden. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ bunlardan biri. Şubat 2006’da vizyona giren film, televizyondan edindiği şöhretin de etkisiyle yoğun ilgiye mazhar olmuştu. Mevzu; Polat Alemdar’ın Kuzey Irak’ta yaşanan çuval hadisesinin intikamını almak üzere yollara düşmesiydi. ‘Kurtlar Vadisi Irak’ta alıştığımız hoca tiplemelerinin aksine sağduyulu bir şeyh portresi tercih edilir. Zikir sahneleri çok tartışmaya sebebiyet verse de beğenilir. Bir yıl sonra vizyona giren ‘Anka Kuşu’nda da Mesut Uçakan zikir ayinine yer verecektir. Takva’daki zikir görüntülerine ise yazının başında değinmiştik.
2007’nin Şubat ayında gösterime giren ‘Polis’in yönetmeni Onur Ünlü, filminde dram/macera/polisiye türlerini mezcediyor. ‘Polis’te yıllardır kazandığı başarılarla cinayet masasında tam bir efsaneye dönüşen Musa Rami’nin 63. doğum gününü kutladığı dönemde başına gelen belaları ve kendisinden 40 yaş küçük üniversite öğrencisi Funda’ya beslediği karşılıksız aşkı nazara veriyor. Türk sinemasında alışık olmadığımız bir kurgu tarzıyla bizi geçmişte, gelecekte ve farklı mekânlarda salınımlara uğratan filmin bazı sahnelerinde namaz kılan, Allah’a dua eden Musa Rami ile karşılaşıyoruz. Bunlar nispeten tanıdık; fakat Musa Rami’nin alnına silahı dayayıp hayata veda etmeyi planladığı bir anda arkadan gelen Kur’an tilaveti ve altyazıda geçen manası ilgiye değer.
Filmin yönetmeni Onur Ünlü’ye bu sahnelerle alakalı çok soru yöneltilmiş. Yönetmene ilginç gelen; Türkiye gibi Müslüman ağırlıklı bir ülkede filmlerde görülen dinî unsurlara bu derece şaşırılması. Din meselesinin özel bir vakıa gibi algılanması. ‘Bu bence biraz sıkıcı. Burası Türkiye. Burada insanlar namaz kılar, oruç tutar… Sosyal hayatta bu ibadetlerin görünürlüğü çok sıradan. 80-85 yıldır bu ülkede sinema yapılıyor. Benim uyguladığım çok basit bir şeydi; okunan Kur’an’ın altına mealini yazdım. Bunu yapmamam özensizlik olurdu.” Yine de bu sahnelerin risk barındırdığı görüşünde: “Beni bunun üzerine kategorize edebilirlerdi, üzerim bu sebepten çizilebilirdi. Lakin benim yaklaşımım filmin geneline bakılarak anlaşıldı.”
DİN YÜZÜNDEN ‘ÇİZİLEN’ FİLM
‘Semum’un yönetmeni Hasan Karacadağ’a göre Onur Ünlü’nün kaygılarının vücut bulduğu bir örnek kendi filmi. Korku türündeki ilk yaratık filminin konusu, bedenine semum hâkim olan Canan adlı karakterin yaşadıklarıdır. Kontrolden çıkan, kendine ve çevresindekilere zarar veren kadına yardım konusunda tıp aciz kalır. Onu şifaya kavuşturacak kişi Pakistan’da ilim tahsil etmiş bir âlimdir. Cevşenden okuduğu duaların gücüyle Canan’ın vücudundan semumu çıkartır. Karacadağ bu sahneleri sunarken bol dijital efekt ve animasyonlarla görüntüyü zenginleştirir.
Semum, vizyona girdikten sonra izleyiciden yoğun ilgi görür. Bu, yönetmeni ziyadesiyle memnun eder. Fakat anlamadığı, eleştirmenlerin Semum’u görmezden gelmesidir. Hiçbir sinema dergisinde Semum’a yer verilmemesi moralini bozar. Karacadağ, filminin dinî içeriği yüzünden üzerinin çizildiği kaygısında. Bundan sonra çekeceği filmler konusunda artık kafası karışık. “Kendim çalıp kendim oynayacaksam istikametimi değiştirebilirim.” diyor. Ona göre Türkiye hâlâ sanatçıların rahatlıkla fikirlerini ifade edebilecekleri bir ülke değil. Yıllardır Japonya’da yaşadığı için bu durumu bilmediğini, yeni fark ettiğini ve şaşırdığını dile getiriyor.
Çekilen ve proje aşamasındaki filmlerden yola çıkarak Türk sinemasında dinin yıldızının parladığına vurgu yapmak garip olmasa gerek. İster istemez akıllara “Ne oldu da son dönemlerde Türk sinemasına dinî temalar bu kadar uğrar oldu?” sorusu canlanıyor.
Siyasi ve sosyal hayattaki dönüşüme baktığımızda bunun cevabını kısmen de olsa görmek zor değil. Geçmişte yokmuş addedilen muhafazakâr kesim artık iktidarda arz-ı endam ediyor. Dindar insanların problemleri gündemi daha fazla işgal eder oldu. Başörtü sorunundan tutun da dinî eğitime kadar her mevzu gazetelerin manşetlerini, haberlerin spotlarını dolduruyor. Şeffaflaşan ortamda muhafazakâr kesimin sorunları, hayatı, yediği, içtiği daha bir görünür kılınıyor. Bu ortamdan beslenen alaka o derecelere ulaşıyor ki; dinî konular da insanlar da zamanla popüler bir malzemeye dönüşüyor. Sokaktaki hayatın yansıması nasıl televizyonda, gazetelerde zuhur ediyorsa beyazperdede de gün geçtikçe belirginleşiyor. İhsan Kabil durumu şu sözlerle özetliyor: “Türkiye’nin toplumsal-siyasal yapısındaki değişiklikler sinemayı da etkiledi. Yönetmenler bu dönüşüme kayıtsız kalamadılar. Sinema da dini, hayatın tabii bir parçası olarak ele almaya mecbur kaldı.”
BATI’NIN HIRİSTİYANLIĞA BAKIŞI GİBİ
Sinemacıların kendi çevrelerinden çıkıp dışarı bakmaları veyahut ‘çevre’den yetişen yeni yönetmenler Türk sinemasında dine farklı bakışın da vesilesi. Bunda 28 Şubat süreciyle gelen yasaklar, baskılar ve beraberinde bir kesimin sürekli gündemde tutulması da büyük oranda etkili Tül Akbal Süalp’e göre: “Bu ülkede çok keskin uçlar yıllarca karşı karşıya getirildi. Bu, beraberinde merakı da tetikledi. Yasaklar cazibe alanları açtı. Bir şeyin örtüsünün kaldırılması, bakılmayana bakma arzusunu da beraberinde getirdi.”
Hâlbuki yıllarca perdede izleyiciye sunulan; kulaktan dolma bilgilerle bezeli, garip bir din tasviriydi. Bu filmlerde taşrada bir köye gittiğinde ‘selamünaleyküm’ yerine ‘merhaba’ diyen karakterleri görmek gayet normaldi. Kendi hayatlarını taşraya yıkan yönetmenlerin tavrı Türk elitininkine paralel ilerledi yıllar boyu. Esasında bu yaklaşım mevcut Hıristiyanlığa Batı insanının bakışından çok da farklı değildi. Dini sadece insanın bireysel alanına hapseden, Tanrı ile kişi arasındaki inanca indirgeyen, sadece iç dünyayı anlamlandıran, dış dünyayı önemsemeyen bir algıydı bu.
Son dönemlerde dinin sosyal hayattaki rolünün tartışılmasının olumlu yanları da muhakkak var. Tehlikeli olan dini ve dindar insanı nesneleştiren tavır. Sinemadaki örneklerde bu korkuların izini görmek mümkün. Fakat yıllarca görmezden gelinen dini anlamaya çalışan yönetmenlerin olduğu da bir gerçek.
Kapısını çaldığımız sinemacılar, eleştirmenler de son dönem çekilen filmlerde dinin karikatürün nesnesi olmadığı, karakterlerin eskiye nazaran olgunlaştığı ve meseleyi daha iyi anlamaya yönelik tavırların sergilendiği konusunda hemfikir. Buna dine eleştirel yaklaşan filmler de dâhil. Fakat hâlihazırda bu coğrafyada yetiştiği hissini veren salih bir Müslüman, sahih bir dindar tiplemesini hâlâ perdede göremediği için yakınanlar da var.
DÜNYANIN SONU YAKLAŞIYOR DA ONDAN…
Sosyal hayat ile siyaset arasında etkileşim var. İkisi de birbirini şekillendirmekte. Bu ilişki içinde sinema nereye oturmakta? İktidar sinemayı hangi noktalara çekmekte?
“Türkiye’de insanların değerleri iktidardaki partinin dünya görüşüne göre değişim arz edebilmekte.” diyor Nihal Bengisu Karaca. Ona göre iktidardaki partinin değerleri geçici olarak kopyalanabilmekte: “Bu durum elbette sinemacılarımızı ‘film isimlerini’ dinî literatürün başat kavramlarından alma gibi bir uyanıklığa sevk etti. Normalde ne ‘Araf’ın, ne ‘Dabbe’nin dinî film olmakla ilgisi var. ‘Takva da, takva sahibi mümtaz bir insanın ne iyi etmiş de takva sahibi olmuş’luğunu anlatmıyor, bilakis. Beş Vakit’in de dinin mesajını Freudyen bakış açısının önüne geçirdiğinden bahsedemeyiz; fakat isimler, sosyal hayatta popülerleşen dindarlık olgusundan rol çalma girişimi gibi.”
Dinin popülerleşmesi, nesnelleştirilme ve yeni tanımlar getirilme riskini de içinde barındırıyor. Yönetmenler algıladıkları ve dahi bilgileriyle sınırlı bir din ve dindar portresini beyazperdeye taşıyor. Süreç içinde fark edilmese de ileride ciddi problemlere sebebiyet verecek yeni tanımlar görüntü diliyle ortaya koyuluyor. Bunun kaygısını taşıyan ne kadar sinemacı var bilinmez. Bazılarına göre bu tartışmaların çok da anlamı yok; mesela Onur Ünlü için…
Ünlü’ye göre sinema sadece bir ‘entertainment’ yani eğlence aracı. Filmleri bu kadar ciddiye alanlara hararetle kızıyor. Görüntünün özel bir gücü olduğunu kabul ediyor; fakat bu Türkiye’de farklı işliyor: “Ben sinemanın sosyal hayatın bir yansıması olduğunu düşünmüyorum. Bunun rahatlığını yaşıyorum, sokakta da sinemaya dair hiçbir şey görmüyorum. Sinemanın kutsal bir anlamı yoktu; ama ona farklı manalar yüklediler ve bunun altını dolduracak ürünler ortaya koyamadılar.” deyip fikirlerini, “Onu kendileri uydurdular ama ona da gereği gibi uymadılar.” ayetiyle delillendirince bizim yönetmene yönelteceğimiz birçok sorumuz da anlamsız kalıyor. Peki, ne oldu da yönetmenler bu konulara rağbet etmeye başladı dediğimizde oldukça net bir cevap alıyoruz: “Dünyanın sonu yaklaşıyor da ondan. Zaman, ahir zaman.”
BATI DÜNYASINA İSLAMİ FİLM YAPMAK
Onur Ünlü’nünkinden oldukça farklı yılların yönetmeni Halit Refiğ’in fikirleri. O, artık eskisi kadar sinemaya gitmiyor, fakat filmleri evinden takip ediyor. Türk sinemasının geçirdiği süreçlere hâkim olan Refiğ’e, son dönemi nasıl değerlendirdiğini soruyoruz. Bize Türk sinemasında dinin geçtiği yolları özetledikten sonra bugüne geliyor. Ona göre bugün geçmişten farklı bir sinema tavrı ortaya çıktı: Batı dünyasına İslamî film yapmak. Batı, bu filmlere rağbet ediyor; çünkü İslam dünyasının karalanması işlerine geliyor. Nitekim 1990’lı yıllarda Batı için tehdit komünizmdi, günümüzde onun yerini İslam aldı. Dine yapılan her eleştiri artık o dünyada takdir görüyor. Sinema da bundan nasipleniyor.
Halit Refiğ’e göre yönetmenlerin çabası; “İslami âdetler ne kadar ilkel, geri ve acayiptir, gerçek inananlar nasıl acı çeker”i Batı’ya sunmak. Misal olarak ‘Takva’yı gösteriyor, “Yurt dışında en çok yarışmalara katılan ve izlenen bu filmi gördüğümde ödüllerin sebebini anladım. Batı dünyası İslam’ı kendine düşman gördüğü bir dönemde, bu dinin neden düşman seçilmesi gerektiğini açıklayan ve onaylayan bir örnek. İslam hakkında temel bilgisi olmayan bir yabancı ‘Takva’yı izlediğinde tüyleri diken diken olacaktır.” Film, İslam’ın esasını gösterip, “ama sapmalar da var” dese Refiğ’e göre kurtaracak; lakin doğrudan “Müslüman budur” diyor. Eskiden yurt dışındaki festivallere giden filmlerde vurgu daha çok ülkenin geri kalmışlığına idi. Yabancılar bu konulara rağbet eder ve ona göre ödüllendirirdi. Artık ülke kalkındığı için ‘geri kalmışlık’ hikâyelerinin yerini İslam’a yönelik eleştiriler aldı. Refiğ’e göre dine bu şekilde yaklaşan sinemacıların tek derdi; “filmi nasıl pazarlarız?”
FİLMİMİN AKP İLE ALAKASI YOK
‘Takva’ filminin senaristi Önder Çakar ise amaçlarını tam tersi yönde izah ediyor. Onlar filmlerinde; Müslümanların sanılanın aksine bir hayat tarzı yaşadıklarını ve çağdışı olmadıklarını Batı’ya göstermek istemiş: “Herkes gibi Müslümanların da iyi ile kötü, günah ile sevap arasında yaşadıkları mücadeleyi anlattık. Ama Müslümanların da kendi iç sorunları olduğunu biliyoruz. Amacımız ucuz popülizm yapmak değildi. Ne Batı’ya yaranmak için ne de gişe kaygısıyla bu filmi yaptım. Ama Batı’ya anlatmak istediklerim vardı.” Çakar, olumlu bir gösterge niyetiyle şeyhin odasına, ilmine vurgu yapmak için, bir dolu kitap yığdığını anlatıyor. Fakat film şeyhi değil ‘dini bütün’ Muharrem’i merkeze alıyor. Seyr-i sülûkunu delirerek noktalayan Muharrem ise çok da olumlu bir imaj çizmiyor doğrusu. “Ben karakterimin sakalını kesene kadarki hâline âşığım, benim babamın adı da Muharrem. Ben ayrıca babamı seviyorum ve onun aleyhine bir şey yapmak istemem.” diyor ‘Takva’nın senaristi. Hastanelerde Muharrem benzeri vakalara şahitlik ettiğini ekliyor.
Peki, iktidarda AKP’nin olması, dinî konulara alakanın artması ‘Takva’nın çekilmesinde etkili mi? Çakar, senaryoyu beş yıl önce yazdığını; ancak para bulduğunda filme aktarabildiğini anlatıyor. Filminin siyasetle ya da AKP’yle alakası olmadığının altını çiziyor. Ama 11 Eylül antiemperyalizmi Çakar’ı motive etmiş. Pakistan, Afganistan, Arnavutluk, Çeçenistan gibi ülkelerde Müslümanlara yapılan zulüm onu harekete geçirmiş.
TAKVA’DA KATOLİK MUHARREM
Türk sineması nelere şahit oldu? Aydınlıkta okunan sabah ezanları, yanlış kılınan namazlar, ellerini göğe açmış ‘Tanrım’, ‘Allah baba’ diye dua eden çocuklar… Bunlar arasında ‘gülelim mi ağlayalım’ mı dedirtecek bir örnek de ‘Hazretli filmler’ akımından. 1972’de Asaf Tengiz’in çektiği ‘Hazreti İbrahim’ filminin afişinde peygambere kurban getiren melek, kanatlı ve sarı saçlı güzel bir kadındır. Eski Türk filmlerine bakarak örnekleri çeşitlendirmek zor değil. Kullanılan ifadeler, semboller, çizilen tipler Müslüman’dan ziyade Hıristiyan’ı andırır. Yönetmenlerin yetersiz İslami bilgileri, Hıristiyani kodlardan beslendikleri bariz örneklerle kendini gösterir.
Peki, son dönem çekilen filmlerde yönetmenlerimiz dersine ne kadar çalışıyor? Eskiye nazaran yeni çekilen filmlerde dine daha yakından bakma çabası aşikar. Bu iyidir ya da kötüdür diyen karton karakterlerin yerini, ince işlenmiş, üzerine düşünülmüş tipler aldı. Sinema yazarı Sadık Yalsızuçanlar’ın ifadesiyle, “Filmler artık daha gerçekçi ve nesnel. Yeni yönetmenler, tarihi ve dini mitik kalıplarla algılamıyor. Daha sosyolojik ve deruni boyutlarıyla da kavramaya çalışıyor.” Dolayısıyla geçmişteki kolektif evren algısı gitti yerine daha gerçekçi ve şahsi bir dil ve yaklaşım geldi.
Fakat yine de filmlerde komik hatalar yapılmıyor değil. Örneğin Ezel Akay’ın ‘Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü’ filminde insanlar bir sıraya girip, şehadet ederek Müslüman oluyor. Sahne, izleyiciye ‘Bu da nereden çıktı?’ dedirtiyor. Reha Erdem’in ‘Beş Vakit’inde sabah ezanı aydınlıkta okunabiliyor, ‘hayye-alel-felâh’ yerine ‘hayye-alel-felek’ denilebiliyor. ‘Takva’ ve de “Adem’in Trenleri”ndeki karakterler ise ‘dindar bir Müslüman’dan ziyade Katolik tiplemesini canlandırıyor. Hayattan kendini tecrit etmiş, cinsellikten kaçan, çile çeken bir dindar portresi.
Önder Çakar’a Katolikliği hatırlatan Muharrem’i soruyoruz: “Ben Yunus Emre’yi okudum, Muharrem’e çok benziyor. Onun da hayatında cinsellik yok. Bizde olmayan bir örnekleme değil bu. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da çok rastlanan bir tip. Protestanlarda, Katoliklerde, Yahudilerde…” ‘Takva’da şeyh, Muharrem’i kızıyla evlendirmek istese de ‘bizden geçti’ cevabını alıyor. Çakar’a göre filmin İslam tasavvuf kültürüne aykırı tek sahnesi bu.
MÜSLÜMANLIK MI, HIRİSTİYANLIK MI?
“Bu klişe bir geyiktir ama Türkiye’deki entelektüeller dine Avrupalıların Katolikliği eleştirdiği gibi yaklaşır. Orada kullanılan enstrümanı gelir buraya monte ederler. Bundan sağlıklı bir sonuç çıkmaz. Hıristiyanlıkta Allah kul ilişkisi nasılsa Müslümanlığı da öyle sunuyorlar.” diyen ‘Polis’in yönetmeni Onur Ünlü, sadece bu yanlış anlamanın bile büyük sorunlara gebe olduğu kanaatinde. “Mesele o kadar basit değil. Biraz daha ilgiye, derin düşünmeye ihtiyaç var. Konuyu kullanıp bir kenara atıyoruz, bu sinemacıların şansını da gittikçe tüketiyor.” Hamlet’in bir sözüyle durumu özetliyor Ünlü: “Bu şekilde bilmeyenleri güldürebilirsin ama bu bilenleri üzer.” Türk muhafazakârların aydınlanma hareketine karşı koyduğu eleştiri de ona göre aynı sığlıkta. Millî sinema başlığı altındaki filmler buna örnek. Vahim olan, bu kötü filmlerle ciddi manada zaman kaybediliyor olması.
Bir de maddi yetersizliklerin bu tür sığlıklara sebebiyet verdiğine değiniyor Ünlü. Sinemacılarımız film çekmek istediğinde kısa sürede para bulmak zorunda. İmkânsızlıkların tetiklediği telaş, konunun esasını ıskalamalarının en önemli sebebi.
DİN DANIŞMANI NİYE YOK?
Aslında dinî mevzularda en azından basit hataların önünü kapamak çok da zor değil. Sinema eleştirmeni Nedim Hazar’ın önerisi: “Ameliyatla ilgili bir meselede doktor danışmana başvuruluyor da dinle ilgili konularda neden kimseye sorulmuyor?” Kulağa gayet mantıklı geliyor. Benzer bir yaklaşım 2004 yılında, Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği ‘II. Uluslararası Dinî Yayınlar Kongresi’nde dile getirilmişti. Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Dr. Ömer Menekşe şu cümleleri kurmuştu: “Beyazperdede senarist ve yapımcıların din ve din adamının, dinî ve ahlaki değerlerin topluma nasıl aktarılacağı konusunda yeterince bilgi sahibi olmaları gerekir. Bunun için nasıl sinemada ışıkçı, ses teknisyeni, kostümcü gerekli elemanlar ise dinî sahadaki uzmanların da vazgeçilmez olduğu bilinmeli, dinî ve ilmî birikimi olanlardan mutlaka danışmanlık hizmeti alınmalıdır.”
Bunlar pratik çözümler; fakat yazar Yusuf Kaplan’a göre kalıcı ve yeterli değil. Problemli din algısını tamir için kendi değerlerimize dönüp bakmamız zaruri: “Sinema bir form. Türk de İranlı da Latin Amerikalı da aynı kamerayı kullanıyor; ama farklı ürünler çıkıyor ortaya. Form herhangi bir normun ürünüdür. Her form reform edilebilir. Siz kendi normlarınızın farkını fark edemezseniz ortaya yeni bir dil koyamazsınız. Bu durumda siz ancak deforme edersiniz. Bizim yaşadığımız sıkıntı budur.” Kaplan’ın formülasyonuna göre normlara yeniden bakmak ve formları ona göre yeniden şekillendirmek bizim elimizde. Zira dünya sinemasında bunun örnekleri mevcut.
ORYANTALİST YAKLAŞIM AĞIR BASIYOR
Yusuf Kaplan’ın zihnini yorduğu meseleleri filmlerine uygulamaya çalışan yönetmenlerden biri Semih Kaplanoğlu. Ona göre sadece söylem sinemada bu hassasiyetleri dile getirmek için yeterli değil. Biçim için de aynı oranda çaba sarf etmek şart. Yönetmenin son filmi Yumurta’da bu kaygılarını görüyoruz. Konu özetle şöyle: Yusuf İstanbul’da bir sahaf dükkânı işletir. Bir gün telefonda annesinin vefatının haberini alır ve memleketi Tire’ye doğru yola çıkar. Bu yolculuk onun özüne bakmasına da vesile olacaktır. Annesinin adağını yerine getirirken büyük bir sorgulama onu beklemektedir. Kasım 2007’de vizyona giren Semih Kaplanoğlu’nun filmi ‘Yumurta’da Yusuf, kuyu gibi birçok dinî gönderme var. Filmde metafizik bir sorgulamanın içine bırakılıyor izleyici. Kaplanoğlu, fıtri olanın dilini yakalamakla ifade ediyor çabasını. Filmleri izlerken de daha çok yönetmenlerin kalbinin nasıl attığının izini sürüyor. Zahirle ilgilenmek çok da anlamlı değil ona göre.
Kaplanoğlu, son dönemde vizyona giren filmlerde dinin iki tavırda ele alındığını düşünüyor: Biri oryantalist yaklaşım; kullanmak ve bir tür malzemeye dönüştürmek. Diğeri de anlamaya çalışma, merak etmenin ürünü. Kaplanoğlu sorgulamalarıyla ikinci kategoride bulunuyor. Yönetmenlerin meseleyi senaryolaştırmaktaki tutumundan ziyade filmin içeriğindeki fıtri unsurlar onun daha çok ilgisini çekiyor. Ona göre her ne kadar içeriğinde dinî bir motif bulunmasa da Zeki Demirkubuz’un ‘Kader’ filmi bahsi geçen örneklerden daha çok konuya yakın: “Kader’deki transandantal aşk rahatlıkla metaforik okunabilir.” diyor.
Türk sinemasında biçime yeterince önem verilmediği ortada. Mimari, müzik, şiir gibi kökleri derinlere dayanan ve estetize edilmiş değerlerimize ne kadar dönüp bakıyoruz? “Ben şimdiye kadar çekilen hiçbir dinî filmin İslam mimarisi, müziği ya da Yunus’u, Mevlana’yı görüntüye dönüştürme kaygısı taşıdığını sanmıyorum. Esas zenginleşme burada olacaktır. Mesela İbn-i Arabi’nin sinemada karşılığı ne olabilir?” sorusunu soruyor Kaplanoğlu.
Benzer kaygılarla yola çıkan yönetmenlerden biri de Gökhan Yorgancıgil. Ona göre yerli sinemacılar kendi kültür kodlarını okumaktan oldukça uzak. Çoğunun ‘aydın’ olması beklenirken ‘yarı aydın’ ya da ‘tüccar’. Medeniyetlerini Anglo-Sakson zannettikleri için yanlış algılamalar ve problemli ürünler ortaya çıkıyor.
‘Sıfır Dediğimde’ filmi için: “Hikayemiz kendi kültür kodlarımızı deşifre etmeye elverişli idi.” diyen Yorgancıgil, La Fontaine ya da Andersen’i değil de Sadi ve Mevlana’yı referans almayı tercih etmiş. Modern bir hikâye geleneksel masallarla harmanlanmaya çalışılmış. Fantastik bir öykü anlatan filmde kültür, gelenek ve dinden beslenildiği fark ediliyor.
KAMERA İLE CAN ACITMA DEVRİ BİTİYOR
Din, sadece ülkemizde değil dünyada da sinema için vazgeçilmez bir konu. Türkiye’nin bu kaynaktan beslenmesi şimdiye kadar ne yazık ki problemli olmuş. Fakat son dönem Türk sinemasında yapılan filmler eskiye nazaran daha ümit verici görünüyor. İlgi, merak, sömürü… Amacı ne olursa olsun karakterlerin işlenmesinde daha özenli davranıldığı ortada. Daha önce görmezden gelinen din bir şekilde sinemada yer bulmaya başladı. Problemli de olsa dinî kavramların sinemaya yeniden girmesi bir açılım şüphesiz. Nedim Hazar’a göre bu, kendi toplumuyla yüzleşme hâli. Geçmişte sinema burjuvazinin eğlence aracıydı, kendi halkına uzak filmler çeken yönetmenler bir vakit sonra seyirciyi sinemaya küstürdü. Yeşilçam melodramları Türk halkını izleyici yapmaya yetmedi. Fakat son yıllarda yeniden filmlere ciddi bir alaka var. Anadolu’da önemli bir kitle sinemayla ilgileniyor. Halkın sinemaya gitme alışkanlığı arttı. “Eskiden dine küfretmeyi maharet sayan filmler vardı; Vurun Kahpeye, Yılanı Öldürseler… Fakat halk bundan rahatsız ve kimse artık buna cesaret edemez.” diyen Hazar’a göre ortaya çıkan tablo umut verici. Sinema çevresi, kendi toplumuyla kaynaşırken halk da sinemayla barışmaya başladı. Vizyondaki filmler arasından Türk filmleri ayıklanmıyor artık. Bazı yönetmen ve senaristlerin, dinî hassasiyetleri görmezden gelerek Türk halkının canını kamerayla acıtmaktan vazgeçmesi önümüzdeki yıllarda verimli bir döneme girileceğinin de habercisi.
HACI FETTAH’TAN MUHARREM’E
Türk sinemasında ‘din’in serencamını anlayabilmek için gerilere gitmek ve sosyal hayat ve siyasi dönüşümleri dikkate almak elzem. Bunun için sinemanın Türkiye’deki ilk yıllarına kadar gidilebilir. 70’li yıllara gelene kadar farklı akımlar cereyan eder sinemada; fakat senaryoda dine düşen paye çok da değişmez. İlk öykülü filmler çekildiğinde 1920’li 60’lı yıllarda dine tamamen negatif yaklaşılır. Fakat burada sadece İslamiyet’e değil bütün dinleredir tavır. Bunu o dönemlerde film eleştirmenliği yapan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun metinlerinde de görürüz. Bir yazısında Hıristiyanlıkla ilgili bir filme ateş püskürür: “Nasıl olur da bu gösterilir? Biz bir devrim yaptık, bunu hiçe saymaktır yaptığınız.” Bir başka yazısında da olumsuz bir imam tiplemesine bile tahammülü olmadığını anlarız. Bu karakterlere hiçbir şekilde sinemada yer verilmemelidir ona göre.
Dine alınan tavırların en belirgin örnekleri Millî Mücadele konulu filmlerdir. Genelde kitaplardan uyarlanan, klişe bir üslupla dini ele alan filmler… Bunun en tipik örneği de Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı romanından uyarlama ‘Vurun Kahpeye’dir. Roman ilk defa 1949 senesinde Lütfi Ömer Akad tarafından sinemaya aktarıldığında yoğun ilgi görür, o tarihe kadar en çok seyirci başarısını elde eder. 1964 yılında çekilen versiyonun yönetmeni Orhan Aksoy’dur. Üçüncü defa 1973’te filmi çeken kişi Halit Refiğ olacaktır. Fakat o, daha önceki yönetmenlere nazaran senaryoda ufak değişiklikler yapar. Halit Refiğ kendisiyle yaptığımız görüşmenin ardından bizi evine ‘Vurun Kahpeye’yi izlemeye davet ediyor. Senaryo ve yönetmenin tavrı üzerine uzun uzun konuşuyoruz.
Adıvar, romanını yazarken gerçek bir hikâyeden esinlenir. Olay, Millî Mücadele yıllarında yaşanır. İstanbul’dan Anadolu’ya gelen idealist öğretmenin köyde başına gelenleri anlatır. Padişah yanlısı Hacı Fettah tiplemesi, Aliye öğretmene dünyayı dar eder. ‘Namahrem, yüzü gözü açık, bunları parçalamalı’ diyerek feryat figan eden ‘hacı’, filmin sonunda halkı galeyana getirerek Aliye öğretmenin lincine sebep olur. Bu sırada Yunanlılarla işbirliği yaparak memleketine de ihanet edecektir. Filmin sonunda Aliye öğretmenin nişanlısı Kuvayı Millîye’ci yüzbaşı Tosun köye vardığında sevdiğinin kanlı cesediyle karşılaşır. Aliye öğretmenin avucunu açtığında karşısına çıkan madalya, Halit Refiğ’in filminde bir Kur’an-ı Kerim’e dönüşür. Yönetmen, öğretmenin dindar kimliğine de özellikle vurgu yapar. Diğer bir fark da Aliye Öğretmen’in evine sığındığı köylü Ömer Amca’nın olumlu dindar imajıdır.
Fakat Hacı Fettah üzerinde bir değişiklik ihtiyacı duymaz Halit Refiğ. Fettah, fettan hoca tiplemesiyle klişeler listesine girer. Refiğ, “Benim amacım gerçek dindarlar ile dini istismar edenler arasındaki farkı vurgulamaktı. Bu, toplumun bir gerçeği.” diyor. Filmde Aliye Öğretmen dinsizlikle suçlanıyor, taşlanarak linç ediliyor; fakat öldüğünde avucundan Kur’an-ı Kerim çıkıyor. Hacı Fettah ise dindar kimliğine rağmen çevresine fitne yayıyor ve nihayetinde vatan hainliğine kadar şerri ulaşıyor. ‘Vurun Kahpeye’ özellikle Millî Mücadele’yi konu edinen filmlerde dine yaklaşıma dair bir prototip.
‘Vurun Kahpeye’ filmindeki yaklaşıma sahip örnekleri çoğaltmak mümkün. Uzun yıllar sinemaya dinî figürler ancak bu ve benzeri şekillerde uğrar. Ta ki 1970’li yıllara gelene kadar. O dönemde Yücel Çakmaklı’nın öncüsü olduğu Millî Sinema ekolü başlar. Böylece İslami karakteri ağır basan filmler vizyona girer. Bu tür sinema anlayışının zuhur etmesi siyasetten de bağımsız değildir. Millî Selamet Partisi’nin çıkışı da aynı döneme denk gelir. Bu tarihlerde sadece sağ değil son cenahın sinemasında da canlanma gözlenir. Yılmaz Güney’in filmleri de çok konuşulur. O dönemde art arda vizyona giren ve izleyiciden rağbet gören Millî Sinema yönetmenlerinden Mesut Uçakan ve İsmail Güneş geçtiğimiz yıllarda da manevi duyarlılıklı filmlerini çektiler. Mesut Uçakan’ın ‘Anne ya da Leyla’sı seyirciden pek rağbet görmedi. İsmail Güneş’in ‘The İmam’ı ise çok konuşulup tartışılmasına rağmen yeterince beğenilmedi. Millî Sinema örnekleri geçmişte de günümüzde de içerik ve biçim açısından eleştirildi. Yönetmen Onur Ünlü’ye göre bu filmlerin kalitesizliği genç nesil yönetmenlerin de önünü tıkadı, şevkini kırdı; sloganik bir üslup seçen ve özensiz çekilen filmlerde yönetmenler daha çok ‘imamlık’ yaptı.
DİNÎ KONULAR ‘ARAF’TA
Sinemamızda korku türüne ait örnekler de son yıllarda artıyor. Büyü, Dabbe, Semum, Küçük Kıyamet, Araf… Daha çok Uzakdoğu sinemasından etkilenen yönetmenlerimiz filmlerinde Hıristiyan unsurların yerine İslami olanı ikame etmeye çalışıyor. Genelde bir ayetten yola çıkmak, perilerin yerine cinleri, şeytanları koymakla sınırlı bu çaba. Tamamen Hıristiyani öğelerle şekillenen korku sinemasını bu fikirlerden arındırmak çok da kolay olmasa gerek. 2004’te vizyona giren ‘Büyü’ ilk örneklerden. Filmin afişinde de ayetlere yer verilmişti. Bir yıl sonra vizyona giren Hasan Karacadağ’ın filmi ‘Dabbe’ de benzer bir yaklaşım içerisindeydi. Ayetlerden ilham alınan senaryoda, Kuran’da sözü geçen ve dünyanın sonunu haber veren Dabbe’tül Arz’ın internet olduğu öne sürülür. Yönetmen ilk uzun metrajlı filminde Kur’an’dan ilham alır; fakat çok da senaryosuna sindiremez meseleyi. Bir sonraki filmi Semum’da da yine dinî konular merkezdedir. Karacadağ, Semum’un İslami korku türü için bir formül barındırdığına inanıyor. İlk filminin ardından korku türüne yönetmenlerin ilgisinin arttığını söyleyerek, dikkate alındığı ölçüde korku filmlerinin gelişeceğine inanıyor. 2006’da gösterime giren Biray Dalkıran’ın filmi ‘Araf’ ismini İslami literatürden alsa da içeriğinde bunu göremiyoruz. Filmde dans öğrencisi Eda’nın yaşadığı hezeyanlar anlatılıyor. Sebep, yıllar önce kürtaj yaptırmak zorunda kalmasıdır.Tül Akbal Süalp’e göre Anglo sakson geleneğin bir ürünü gibi bu filmler. Süalp, özellikle günah çıkarma ve suçluluk duygusuna dikkat çekiyor ve “Neden korku kendine Hristiyan bir kök arıyor?” sorusunu soruyor.
AKSİYON
KAYNAK: AKSİYON DERGİSİ
BİZ : http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=58576 sitesinden aldık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Sayfamızda yazmak ve paylaşmak isteyeler
kumruhaber@gmail.com bildirebilir...